31 Mart’ı kritik kılan nedenlerin yarısından fazlasının İstanbul seçimleri olduğunu düşünerek, DEM Parti İBB Eş Başkan Adayı Meral Danış Beştaş’ın Mezopotamya Ajansı’na yaptığı açıklamalar da, faşizm karşısında demokrasi güçlerinin takınması gereken tutumun ve tutulması gereken ana halkanın tartışmasını yaparken geçiştirilemez elbette.
Beştaş’ın röportajında kritik bulduğumuz birkaç noktaya dair eleştirel bir değerlendirme yapmakta fayda vardır.
Faşizme kaybettirmekten vaz mı geçtik?
“Batı stratejimizde, parti olarak her şeyden önce kendi kimliğimizle, kendi programımızla, kendi siyasetimizle bu seçimlere girmek ve tabii ki kazanmayı hedeflemek üzerinden bir yaklaşımımız var. Tıpkı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde olduğu gibi…” diyor Beştaş. Yazının önceki kısımlarında bahsettiğimiz ve eleştiriyle ele aldığımız tutum, Beştaş tarafından bir kere daha teyit ediliyor.
Meral Danış Beştaş’a elbette, eşyanın tabiatı gereği şu basit soruyu sormak zorundayız: DEM Parti’nin İstanbul’daki oy oranlarıyla nasıl kazanmayı düşünüyor? Bu soru basitçe aritmetik hesabı yapmak olarak görülebilir, önemli olanın “kendimizi kendi belirlediğimiz sınır ve biçimlerle kendi arzuladığımız haliyle anlatmak ve bir aktör olarak ortaya çıkmak” olduğu söylenebilir. Ama eğer politika Çernişevski’nin veciz ifadesiyle “Nevski Bulvarı’ndaki bir kaldırıma benzemiyorsa”, yola çıkarken sahici bir sonuç almak için önce elimizde ne var ne yok bakmak gerekiyor ve nesnellik ancak başka bir nesnellikle çürütülebilir ise, elimizde başka sahici bir veri olmadığına göre şu nettir: DEM Parti’nin İBB seçimlerini tek başına kazanma olanağı sıfırdır.
Eğer iddianız “seçimi kazanmaksa” ve bu iddia nesnel verilerden süzülerek ortaya konulan sahici bir hedef değilse işte o an kritik olarak işaretlediğimiz momenti ya aslında kritik olarak görmüyor ve sadece oy oranlarımızı yükseltmek adına basit bir araca indirgiyoruzdur ya da bu kritik süreci zaten önemsemiyoruz, sonuçlarının bizim için fark etmeyeceğini düşünüyoruzdur. “Faşizmin kurumsallaştığı” tespiti, bu tespite bağlı mücadele tarz ve yöntemlerinden bağımsız, kitle konsolidasyonu için göğe asılmış bir propaganda malzemesi değildir; eğer bir devlet biçiminin değiştirildiğinden bahsediyorsanız sanki değişmiyormuş gibi davranamazsınız. Örneğin, faşizmden bahsederken oligarşik diktatörlükle mücadele ediyor gibi mücadele edemezsiniz. Edersiniz elbette ama bu sadece iyi niyetli, cüretkar ve kahramanca ama yanlış tespit ve adımlar yüzünden yenilmiş bir mücadele olarak kalır. Dolayısıyla, tek başına kazanamayacağının apaçık ortada olduğu bir seçime “kazanma” hedefi koyarak girip, faşist cephenin kazandığı durumun sonuçlarını hiç hesaba katmamak, “Kazanamazsak ve AKP kazanırsa hangi siyasal sonuçlarla yüz yüze kalacağız?” sorusuna cevap vermemek, işte bu en asgari düzeydeki demokrat için dahi büyük problemler barındıran bir akıl yürütmedir.
Kent Uzlaşısı olarak tariflenen ittifakın Mersin ve Esenyurt’taki örneklerinden bahseden Beştaş, “Belediye meclislerinde kaç üye olacak emin olun onu sormadım bile. Çünkü bizim için önemli olan orada heyetlerimizin ve kent dinamiklerinin bu konuda ortaklaşması ve uzlaşıya onay vermesiydi” diyerek bir yaklaşım ve tavır ortaya koyuyor lakin bu tavır kazanma stratejisi olarak anlattığı yaklaşımla boydan boya çelişiyor. “Belediye meclislerinde kaç üye olacak emin olun onu sormadım bile” ifadesi önemli olanın koltuk değil ilkeler olduğu anlamına geliyor gibi görünse de ifade edilen bütünlüklü yönelimle beraber değerlendirildiğinde bizzat Beştaş tarafından kendi kendisi boşa düşürülmüş oluyor. Zaten, Beştaş’ın bu ifadesinde tutarlılık sorunu vardır. Eğer önemli olan ilkelerse, doğal sonucunun bu ilkeleri uygulamaya en yetenekli, en liyakatli insanların aday olmasıdır. Dolayısıyla hem ilkelerin uygulanmasından bahsedip hem de belediye meclislerine kimin gireceğini bilmemek bir çelişkiyi daha bize gösterir.
Diğer yandan örneğin Esenyurt’ta yapılan başkan değişiminin yahut bazı ilçelerde ortaklaşmanın bazı ilçelerde ayrışmanın nasıl, hangi gerekçelerle gerçekleştiğinden bahsetmiyor Sayın Beştaş. İlk bakışta, Kent Uzlaşısı ve ilkeler öne çıkarılıyormuş gibi bir izlenim oluşuyor ancak eğer demokrasi de bizim bir ilkemizse, adaylık süreçlerinin tüm açıklığıyla Dem Partililer’e izah edilmesi gerekirdi ki bir ‘örtülü pazarlık’ izlemini ortaya çıkmasın, ilkelerimiz zarar görmesin ve bu izlenim doğrulansın. Ama durum buradan bakıldığında şöyle görünüyor: Burjuva partileri, onun organları ve medya; duruma Dem Partililer, sosyalistler, işçi sınıfı ve ezilenlerden daha hakim. Karar süreçlerinin giderek merkezileşmesi, bunun en tipik sonucu değil mi zaten? İmamoğlu’nun bildiğini üyeler ve halk bilmiyor! Reel politikayla demokratik siyaset arasındaki kalın fark bu anda yok oluveriyor! Sonra da “Dikkate alınmadık” diyerek taktik değiştirmenin gerekçeleri yaratılıyor. Açıklığın, şeffaflığın geri plana itildiği bir durumda, potansiyel ittifaklar tarafından dikkate alınmamanın DEM Parti için beklenmedik bir durum olduğunu iddia edebilir miyiz?
Beştaş, “Burada biz kazan-kazan politikası üzerinden gidiyoruz” diyor. Evet, seçim mahalline girildiğinden bu yana DEM Parti yetkililerinden sıkça duyduğumuz ve hayata geçirildiğini anladığımız “Kazan-Kazan” ile ilk kazananın DEM Parti olduğu kolayca anlaşılıyor. Peki ikinci kazanan kim? Kazanılması beklenen ne? Hangi hedefler kazanç hangileri kayıp olarak nitelendiriliyor? Daha ileri gidelim; eğer mesele sadece “kazanmak” ise, bu kazancın sınırları belli değilse eğer iktidar bloku DEM Parti karşısında “Ver İstanbul’u al Amed’i” teklifiyle çıkarsa “kazan-kazan”a dahil olabilir mi? Eğer, gelecekte bu seçim taktiğinin sonuçlarıyla yüz yüze kaldığımızda halkın karşısına alnımız ak çıkmak istiyorsak bu sorulara detaylı, ikirciksiz, net yanıtlar verilmelidir.
Beştaş’ın sözlerinin devamında ikinci kazanan olarak “Kent Uzlaşısı” bağlamında halkın geniş kesimlerine işaret ediliyor: “Kent uzlaşısı konusunda da bizim değil, halkın kazanması üzerinden gidiyoruz. Bu tepki ve eleştiride bulunan partililerimiz ve yoldaşlarımız da önümüzdeki günlerde aslında bunun daha olumlu neticeler verdiğini göreceklerdir. Çok büyük devasa tepkiler olduğunu ifade etmiyorum ama biz demokratik bir partiyiz”. Buradan anlaşıldığı kadarıyla ilk kazananın parti ikinci kazananın halk olduğu gibi bir açıklamaya yapmaya çalıştığı anlaşılıyor Beştaş’ın. Peki neden böyle bir vurguya ihtiyaç duyuyor Beştaş? Partinin halktan farklı bir kazanım hedefi, halkın çıkarlarından ayrı, özel çıkarları mı var? Partinin kazancının doğrudan halkın kazancı ya da tam tersi üzerine neden düşünülmüyor? Neden tek “kazan” yetmiyor da partinin ve halkın çıkarları farklı düzeylerde birbirinden ayrıştırılıyor? Eleştiri sunan ve tepki gösteren parti üyelerinin taleplerini ve önerilerini sonuçlara havale eden, demokrasiyi geleceğe erteleyen bu yaklaşım zaten tepkilerin çok da devasa olmadığını belirterek “çatlak ses” konumuna itip karar süreçlerinden dışlamış olmuyor mu? O zaman “biz demokratik bir partiyiz” ifadesi içerikten yoksun bir iddia olarak kalmıyor mu?
Görünen köy kılavuz istemiyor. Yerel seçimler, İstanbul Seçimleri olarak gündemde ve seçim yerel politikalar üzerinden değil AKP-MHP-Ergenekon Faşist İktidar Bloku ile faşizmin muhalifleri arasında bir meşruiyet-gayrimeşruiyet seçimi olarak gerçekleşecek. Seçimleri herhangi bir seçim olmaktan öteye taşıyan ve kritik manasını veren de tam olarak bu önemi. Ancak Beştaş şöyle diyor: “Biz kimseden yana değiliz, kendimizden yanayız. Seçimlerde bir partiye kaybettirmek ya da kazandırmak gibi bir hedefimiz yok. Tek bir yolumuz var, İstanbul’a ulaşmak.”
İnsan gerçekten hayret ediyor. Yazının başlarında sorduğumuzu bu sefer Beştaş’a yine soralım: Önceki iki seçimden farklı olarak neden faşist blok ve muhalefet arasında ‘eşit mesafe’ pozisyonuna çekilme öneriliyor? Ülke içinde yüzbinlerin tüm dünyada milyonların ölümünde, yoksulluğunda, kamplaşmasında parmağı olan ve bir devlet biçimi olarak faşist diktatörlüğün önündeki engelleri seçimlerin verdiği ivmeyle adım adım temizlemeye çalışan faşist blok ve diğerlerine eşit mesafede olacakmışız! İnsan şu soruyu sormadan edemiyor gerçekten: Biz kimseye özel olarak karşı değil miyiz? Demokratik kuvvetlerin sözcü ve öncüsü olması gereken, halk yığınlarının en geniş demokratik taleplerinin bayraktarı ve birleşik gücü olması beklenen DEM Parti faşist bloka karşı daha özelleşmiş, hedefe faşist bloku koyan bir tavır geliştirmiyor. Yani karşımızdaki kuvvetlerin niteliğine dair herhangi bir endişemiz yok ve ne olursa olsun bizim için fark etmiyor anlamından başka bir anlam çıkarabiliyor muyuz buradan? Merak ediyoruz: Faşist diktatörlük ilerleyişi engellenemediği ve devletin faşist diktatörlüğe evrildiği açık terör koşullarında bugün bizden faşist bloka karşı militanca mücadeleyi örgütlemenin yollarını bulmamızı bekleyen, iktidar tarafından hayatları, gelecekleri karartılan kitlelerin karşısına 5 sene sonra 10 sonra nasıl çıkacağız? Düzen partileri gibi dün dündür bugün bugündür diyerek geçiştirecek miyiz? 2010’daki hatalı Boykot tutumunun yol açtığı sorunları yine mi tekrar edeceğiz?
Röportajın en can alıcı noktası ise 2019’da faşizmi geriletmek ve demokrasi güçleri arasındaki ilişkileri geliştirerek faşizme karşı en geniş cepheyi inşa edebilmek için günün koşullarının nesnel tahliliyle uygulanan politikanın raftan kaldırıldığına yönelik vurgu.
Dem Parti’ye sürekli olarak “Siz kazanmayacaksınız, kime kaybettirmek istiyorsunuz? Kimden yanasınız” diye sorulduğunu belirten Beştaş diyor ki: “A şahsına ya da partisine kaybettirmek ya da ‘B’ partisine kazandırmak gibi bir hedefimiz yok. Bizim tek bir yolumuz var o da kazanmak ve tabi ki tüm İstanbul’a ulaşmak. Kendimizi ifade etmek temel bir yaklaşım.”
Öncelikle bizlerinde sormaktan vazgeçmediği bu sorunun DEM Parti dışından geliyor olduğu yönündeki ifade başlı başına problemli. Neden? Birincisi, DEM Parti bileşenleri içinde temel taktik tartışmalarının en başında bu sorunun yanıtının ne olacağı gelmesine rağmen, Beştaş bu soruya “dışsal” bir soru muamelesi yapıyor. Verdiğiniz yanıta göre mücadele taktik ve yönelimlerinin değişeceği bir soru “dışardan” gelen bir soruysa, DEM Parti bu soruyu tartışmadan ve sahici bir yanıt vermeden nasıl yol alacak? Ardından gelen cevap ise daha şaşırtıcı: “A şahsına ya da partisine kaybettirmek ya da ‘B’ partisine kazandırmak gibi bir hedefimiz yok.”
Nasıl yani? Daha önce uyguladığımız taktiklerimiz bir anda buhar oluveriyor ancak bu taktiğin uygulandığı koşullarda nasıl bir nitelik değişimi olduğu konusunda tek laf edilmiyor. Bu ifadeler çok açık ki, daha önce savunduğumuz, “kazanamayacağımız yerde faşizme kaybettirmek politikasından vazgeçtik” anlamına geliyor. Peki, kaybettirme taktiğinin neden kazandırmadığına veya bize ne kaybettirdiğine odaklanmaksızın, faşizme kaybettirmekten vazgeçtiğini söylemek 2023 seçimlerinin ardından açık terör diktatörlüğü tehlikesinin arttığı güncel koşullarda ona kazandırmaktan başka hangi anlama gelir? DEM Parti’nin geniş halk yığınlarının kurtuluşunun önündeki öncelikli engel olan faşizmin püskürtülmesine karşı halkı uyandırmak ve demokrasi mücadelesini büyüterek faşist bloka kaybettiren güç olmak gibi bir görevi ya da önceliği yok mudur? Faşizm kazandığında demokrasi güçleri için bir şeyin değişmeyeceğini hatta bu sırada bizlerin de çeşitli boşluklardan kazançlar ortaya çıkabileceğini düşünenler olabilir, hatta böyle kazançlar mümkün de olabilir ancak bu kazançların uzun vadede faşizm-demokrasi çelişkisi içinde kepçeyle elimizden alınabileceği hiç hesaplanmadan nasıl uzun vadeli bir antifaşist strateji hayata geçirilebilir?
“Kimseyle ittifakımız yok. İttifakımız olsaydı bunu açık yapardık zaten” diyerek tabuta son çiviyi de çakmış oluyor Beştaş. Bir tarafta faşizm ilerliyor, diğer tarafta sömürgeci zulüm Batı’daki suskunluğu da fırsat bilerek pençelerini Kürdistan üzerinden indirmiyor, bu süreci hiçbir demokratik gücün tek başına göğüsleyemeyeceği apaçık ortada ancak Dem Parti yine de “İttifaka ihtiyaç duymuyor.” Buradaki sekter ve dar grupçu tavrın, geniş halk yığınlarının ve demokrasi güçlerinin ortak çıkarlarının yok sayılmasının tartışılması ayrıca ve derinlemesine yapılmalı elbette. Lakin burada daha esaslı bir sorun var. Beştaş neyin yaklaştığının, nasıl geliştiğinin, faşizmin tam olarak neye tekabül ettiğinin farkında değil belli ki. Ona, herhangi bir diktatörlük, olağan bir süreç olarak bakıyor. Böylece Dem Parti’nin kazancı uğruna geniş yığınların talepleri “kazı-kazan”a havale edilmiş oluyor.
Benzer bakış açıları ve yönelimlerin tarihsel olarak, özellikle 30’larda Avrupa’da faşizmin gelişiminin ve iktidarının önünü nasıl açtığını, bu süreçlerde demokrasi saflarında ortaya çıkan yanlış eğilimlerin sonuçlarını ve faşizme karşı doğru aktüel taktiğin ne olduğunu da yazının ilerleyen kısımlarında ele alacağız.