Cengiz ONUR yazdı – Yeşiller partisinin önderlerinin savaşı, silahlanmayı bu derece azgınca desteklemesi sadece partinin başında bulunanların bir marifeti değil. Aksine partinin delegeleri ve tabanı da bu militarizmi istisnasız, kayıtsız ve şartsız olarak desteklemekte. Parti içinde bu konu hakkında küçücük bir muhalif kesim bile yok.
Ukrayna’daki durumla ilgili olarak Almanya’da çeşitli sermaye fraksiyonlarının parlamentodaki uzantısı olan partiler Putin’e karşı nasıl rol alacaklarına dair tavır gösterme konusunda çok fazla bir sürpriz yaratmadılar. Bütün bu sermaye ve NATO taraftarı partiler üstlendikleri role uygun olarak hep bir ağızdan, sanki geçmişte kendileri en aşağılık ve gaddarca olan savaşları yalan, ikiyüzlülük içinde onaylamamış ve bu savaşlara aktif olarak katılmamış gibi bir tavır göstererek, Rus fobisine ve ırkçılığa da dayanan bir histeri içinde ciyak ciyak Putin’e karşı insan haklarını, demokrasiyi, uluslararası hukuku koruduklarına dair bağırmalarıyla zaten tehlikeli olan ortamı (buna bir atom savaşının patlama ihtimalini de katmak lazım) daha da tırmandırmaya devam etmektedirler.
Bu partiler, yani iktidardaki “trafik lambası” koalisyonunu oluşturan SPD (Alman Sosyal Demokrat Partisi), BÜNDNIS 90/DIE GRÜNEN (Yeşiller) ve FDP (Hür Demokrat Parti), muhalefette olan CDU/CSU (Hristiyan Demokrat Birliği/ Hristiyan Sosyal Birliği) kapitalist sistemin emperyalist vurucu gücü olan NATO’ya sağdık kalarak sisteme özgü militarizmin ön gördüğü koşulları teker teker yerine getirmek için birbirleriyle yarış etmektedirler.
Bu partilerin dışında kalan, Die Linke (Sol Parti) ve gerici/faşist çevrelerin parlamentodaki ayağı olan AfD (Almanya için Alternatif) ise savaş konusunda inandırıcı ve kendi içinde tutarlı olmayan bir arayış ve karamsarlık içerisinde bocalamaktadır.
Sol Parti, Putin’in saldırıyı başlatmasının hemen ertesinde, sadece Putin’in başlattığı değil aynı zamanda bütün emperyalist güdümlü, NATO ve ABD’nin de başını çektiği savaşlara karşı olunması gerektiği konusunda bir tereddüt etme haline düştü. Kendisini Sol ve Anti-Militarist cephede gören bir partiye uymayan bu çekingence ve muğlak tavır, partiyi kuran kadro içinde ve hala partide önemli bir pozisyona sahip olan, kamuoyu önünde Sol Parti’den olmayanlar tarafından bile itibar gören Gregor Gysi’nin, garip ve kabul edilemez açıklamalarıyla daha fazla kafa karışıklığına yol açtı. Gysi yaptığı açıklamalarla partisini emperyalistler arasında, mecazi anlamda nerede ise veba (Putin) ile kolera (NATO) arasında, bir seçim tercihine yaklaştırmıştır. NATO’ya yaklaşan tavrı ile Gysi ve parti içindeki yandaşları biraz da SPD’nin sosyalizme ve işçi sınıfına karşı gerçekleştirdiği tarihi ihanetini tekrar eder gibi bir duruma düşmüştür. Hatırlanırsa SPD, 1914 yılında, 1.Dünya savaşının başlangıç sürecinde, parlamentodaki oylamada savaş kredilerine onay vererek Alman emperyalizminin önünü daha da açmıştı. Her ne kadar Gysi’ye karşı partinin diğer önderleri tarafından başarılı olarak tavır konulmuş olunsa da, Sol Parti Ukrayna politikasını net bir şekilde açıklamalıdır. Fakat bunu şüphe taşımayacak bir şekilde hala yapmamıştır.
Parlamento dışındaki mücadeleye kendisini daha fazla konumlamış sol hareketlerin, grupların, etkisiz küçük partilerin bir bölümü genelde tutarlı bir tavır göstererek Putin’in tavrını kabul etmeyip bunu emperyalistler arası bir müdahale, ‘it dalaşı’ olarak tanımlamaktadır. Başka sol kesimler ise anlaşılması zor olan bir şapşallık ve kafa karışıklığıyla anti-komünistliği şüphe götürmeyen, Rusya’yı sermaye çevrelerinin, oligarşilerin cennetine çeviren ve sol için asla kabul edilemeyecek daha birçok özellikleri/görüşleri hem uyguladığı politikalarda hem de kendi kişiliğinde de taşıyan Putin’in müdahalesini meşru gösterebilmek için fantezi dolu yazılar dizmekte ve sosyal medyada sık sık Putin-Trolculuğuna yaklaşan pozisyonlara düşmektedirler.
Aktüel politik arenaya yukarıdaki bu kısa ve genel bir bakıştan sonra, bu yazının asıl konusuna gelelim. Bu da şu anda BÜNDNIS 90/DIE GRÜNEN (Yeşiller) partisinin içinde bulunduğu, üstlendiği rolle ilgili konudur.
Yeşiller partisi için şu anda Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock</i>; Ekonomi ve İklim Bakanı Robert Habeck</i>; Gıda ve Tarım Bakanı Cem Özdemir</i>; Aile, Yaşlılar, Kadın ve Gençlik Bakanı Lisa Paus ve Çevre, Doğayı Koruma, Nükleer Güvenlik ve Tüketici Koruma Bakanı Steffi Lemke görev başında bulunuyor. Türkiye’de de isim yapmış olan Federal Meclis Başkanvekili Claudia Roth ise Kültür ve Medyadan Sorumlu Devlet Bakanı olma görevini devralmış durumda. Robert Habeck ayrıca Başbakan Yardımcısı olma görevini üstlenmiştir.
Günümüzün en yakıcı sorunu olarak görülen savaş-ateşkes-barış konusunda Yeşillerin şu anda izlediği politika gerek bu partiden ayrılanlar gerekse de bu parti içinde hiçbir zaman bulunmamış olanlar arasında hayretler uyandırmakta, birçok kesimi dehşete düşürmektedir.
Baerbock, Habeck ve Yeşillerin tanınmış diğer isimlerinin ABD emperyalizminin çıkarı ve kuyruk sokumu altında geliştirdiği savaş taraftarı olma politikasını büyük bir çığırtkanlık, cahillik ve ilkellik içinde uşaklık denilebilecek seviyeye kadar yürütmeleri özellikle göze çarpıyor ve gündemi belirliyor.
SPD’nin azgın bir militarizm ve emperyalizm için daha fazla sağa çekemediği seçmen kitlesini razı etme ve bu konuda etkileme görevi, şimdi tekrar Yeşillere ait. Yani, SPD’nin 1914 yılında militarizmin ve Alman emperyalizminin yararına gerçekleştirdiği alçakça ihaneti ve ardından savaşı daha da kolayca meşru kılma fırsatını yaratma rolünü şu anda Yeşiller devralmış durumda. Kendileri buna uygun olarak saldırının başlamasından bir kaç gün sonra hemen, Alman parlamentosunda 27.02.2022 tarihinde yapılan bir oylamada, silahlanma ve savaş için bütçeden en az 100 milyar Euro’nun ayrılmasına büyük bir dayatmayla onay vermişlerdir. Bu, 2. Dünya savaşından sonra Almanya tarihinde silahlanma için ayrılan rekor bir bedeldir.
Yeşillerden Dışişleri Bakanı Baerbock, parlamentoda bu onay sırasında seyirci/VIP tribününde oturan ve Ukrayna’nın tarihi faşist önderi Stepan Bandera’na olan hayranlığını her fırsatta gösteren ve yaptığı faşistçe açıklamalarla sürekli skandallara yol açan Ukrayna elçisi Andrij Melnyk’e de ‘sizi yalnız bırakmayacağız’ diye hitap ettiği ve iltifatta bulunduğu açıklamada onaylanan bu durumun bir istisna olduğuna şöyle değinmişti: ‘Silah ihracatında ve bu silahların uygulamaya sokulması konusunda her zamanki gibi derin bir inanç içinde çekingen kalacağız’. Bütçeden ayrılan ve güya ‘istisna’ olan 100 milyarlarca Euro, bu ‘derin inanca’ ve ‘çekingenliğe’ uymayan muhteşem bir miktar. Yani bu tipik burjuva politikacı palavraların altında başka hesaplar yatmaktadır.
Yeşiller için geçmişte özellikle Yugoslavya ve Sırbistan’a karşı yürütülen NATO saldırısı ve ardından başlayan dönemden sonra artık ‘istisna’ olabilecek bir durum kalmamıştır. Yeşiller sadece savaş/barış konusunda değil, başka politik konu ve alanlarda da kendilerinin koyduğu prensipleri yok saymayı kural haline getiren, ilke ve idealler için mücadele eden değil, aksine iktidara gelebilmek ve iktidardan pay alabilmek için her çeşit ihanete bir meşruluk kılıfı uydurmaya çalışan azgın bir neo-liberal burjuva partisine dönüşmüştür.
Buradaki dönüşüm bir “deri/kabuk değiştirme” durumu değildir. Çünkü bir sürüngende olduğu gibi, deri/kabuk değişse bile vücut kalır. Buradaki durum daha çok bir metamorfoz haline benzemektedir. Heterojen bir hareket olarak gelişen ve ardından partileşen Yeşillerin içinde başlangıçtan beri önemli rol oynayan ve sol-radikal ekolojik görüşlere de sahip olduğu için kapitalist sisteme ve onun NATO gibi yapılanmalarına da muhalif olan Jutta Ditfurth, Thomas Ebermann, Rainer Trampert gibi kişi ve çevreler, zaman içinde tasfiye edilmişlerdir. Böylece güçlenen ve ivme kazanan metamorfoz süreci en sonunda ve bariz bir şekilde partinin ‘90’lı yılların sonunda Yugoslavya konusunda koyduğu tavır ile noktalanmıştır. Dolayısıyla Yeşillerin şu anda Ukrayna ile beraber izlediği politikayı, kendilerinin militarizme servis vermelerini ihanet olarak tanımlamak artık pek realiteye uymamaktadır, çünkü bu durum şaşırtıcı ve sürpriz yaratan bir durum değil, aksine bahsedilen metamorfozdan sonra artık 30 yıldan fazla bir zamandır bu partinin doğal karakterine ait olan normal bir özellik ve ruh halidir. Yani geçmişten ihanet edebilecekleri bir ideal, politik bir çizgi, ütopya artık geriye kalmamıştır. Bu yüzden günümüzde Baerbock’un ve partisinin sistemi korumak için faşistleri aratmayan keskin ve tehlikeli açıklama ve uygulamaları, Yugoslavya’ya olan saldırı döneminde Yeşilci Dışişleri Bakanı Joschka Fischer’in liberal dünyanın simgesi ve ABD Dışişleri Bakanı Madeline Albright’ın arkasından koştuğu dönemi hatırlatması tesadüf değil, bu parti için normal bir durumdur. Albright o dönemler sadece Yugoslavya’yı değil, Ortadoğu’yu da katliamlara boğan, Soğuk Savaşın bitiminden sonra NATO’nun Rusya sınırına dayanmasının önderliğini yapan, dolayısıyla bugünkü savaşın da nedenlerine yol açan şahıslardan birisi idi. Irak’da Saddam Hüseyin’i devirmek için sivil halkı rehin alan ve 1,5 milyon kadar insanı katleden insanlık düşmanı ambargo politikasıyla ilgili olarak 12 Mayıs 1996 tarihinde kendisine ‘500 bin çocuğun ölümüne değer miydi?’ diye sorulan soruya, ‘Evet, değerdi’ cevabı veren bir savaş suçlusudur Albright.
23 Mart 2022 tarihinde ölen Albright için Baerbock taziye olarak şu tweet mesajı atmıştır:
‘Madeleine Albright, tutumu, açıklığı ve cesaretiyle, özgürlük ve demokrasilerin gücü için duran ilk kadın ABD Dışişleri Bakanı oldu. Onunla birlikte, çetin olarak mücadele eden, gerçek bir transatlantikçiyi ve öncüyü kaybediyoruz. Ben de bugün onun omuzlarında duruyorum.’
Kitle katliamlarının mimarı olan bu kadının omuzlarında sadece Baerbock değil, Yeşiller de hala parti olarak durmak istedikleri için geçtiğimiz son geleneksel sonbahar parti toplantısına Albright star misafir olarak davet edilmişti. On yıllardan beri sayısız birçok açıklamalar, parti karar ve tavırları Yeşillerin nasıl azgın bir neo-liberal burjuva partisi ve ateşli bir NATO ve militarizm taraftarı olduklarını gösteriyor.
Almanya’da hiçbir parti kapitalizmle barışmadan iktidara gelemez. Bu yüzden Yeşillerin Eylül 2021’deki son genel seçimlerle ilgili sundukları 272 sayfalık programda tek bir sayfada bile kapitalizm kelimesine rastlamak mümkün değil. Kendileri Avrupa’ya egemen olan Almanya odaklı kapitalizmi ‘bizim endüstri ülkemiz’ diye tanımlamaktadırlar.
Dünya çapında birçok yörede ormanlar yanıyor, çöller büyüyor, seller akıyor, yağmurlar kesiliyor, kuraklık artıyor, topraklar/nehirler/göller kuruyor, okyanuslar ısınıyor ve bunlara bağımlı olan, beraber gelişen, birbirini tetikleyen ve boyutu, sıklığı, tahribiyle rekorlar kıran daha birçok felaket kaçınılmaz olarak kuzey ve güney küredeki devletleri, halkları, toplumları değişik oranda tehdit ve tahrip altına tutuyor. Bu koşullar altında Titanik gibi batmaya mahkûm olan ve bunu da biraz hesaplayabilen ve ‘hissedebilen’ kapitalizm varlığını koruyabilmek/uzatabilmek için Yeşillere ihtiyaç duymakta. Benzetmek gerekirse, şimdiye kadar Titanik’de genellikle sadece ekolojik kıstaslara uygun olarak bir miço gibi görev alan, çöpleri boşaltma, kabinleri temizleme görevini üstlenmiş olan Yeşillere, büyüyen, yaklaşan ve kaçınılamayacak olan bu klima felaketi yüzünden artık makine dairesinde ve kaptan köşkünde de rol verilmiş durumda. Aynı zamanda sistem tabiatı gereği bütün bu felaket koşulları altında bile kâr yapmaktan vazgeçmeyi istememektedir. Bu yüzden kendisi şimdiye kadar fosil enerjiye dayalı ekonomik altyapısını yenileyici enerjiye kaydırmak, dönüştürmek için büyük bir faaliyet içine girmiş durumda. Bilindiği gibi bu faaliyete artık moda haline gelmiş bir isim olarak Green New Deal (Yeşil Yeni Mutabakat) denmekte.
Yeşillerin elbette önlerine koydukları Green New Deal ile 1998-2005 yılları arasında SPD ile beraber oluşturdukları koalisyon döneminde toplumu yoksullaştıran kararları düzeltmek, geri almak gibi niyet ve hedefleri yok. Asıl hedef Almanya’daki sermayeyi daha da güçlendirmek: “Almanya ve Avrupa’nın e-arabalar, temiz piller, kuantum bilgisayarlar, yapay zekâ veya modern biyoteknoloji gibi yeni teknolojiler söz konusu olduğunda da en üst sırada olmasını istiyoruz. Aktif bir ekonomi ve sanayi politikası ile yön gösteriyor ve geleceğe dönük şirketlere iyi koşullar sunuyoruz. “Made in Germany” markasını, klimayı etkilemeyen bir Avrupa içinde geleceğe uyabilen bir kalite mühürü haline getiriyoruz” (Yeşillerin seçim programı, 2021).
Fakat realitede kendisini ekolojik olarak modernleştirdiğini iddia eden kapitalist üretim sonuçta doğayı ve insanlığın yaşam koşullarını yıpratmaya, zehirlemeye ve tahrip etmeye devam edecektir. Rüzgar ve güneş enerjisiyle, e-vasıtalarla, kuantum bilgisayarlarla, yapay zeka veya modern biyoteknoloji gibi yeni teknolojilerle kapitalist üretime ait, örneğin artıdeğer üretimi ve sömürü, kâr, rekabet, aşırı üretim ve büyüme, yeraltı/üstü zenginliklerinin yağmalanması ve tabiatın yıpratılması gibi tipik özellikler ortadan kalkmaz, aksine daha da efektif hala getirilir.
Değişik sermaye fraksiyonlarının bu efektifliği sağlayabilmesinde Yeşillere büyük görevler düşüyor ve kendileri bu konuda zaten sermayenin de güvenini ve itibarını çoktan almış durumdalar. Seçimlerden önce sermaye çevrelerinin çıkarlarını izleyen ‘Wirtschaftswoche’ adlı dergi Baerbock’u ‘Ekonomideki önder güçlerin favorisi’ olarak tanıtmıştı. Yeşiller bu güveni ve itibarı 90lı yıllarda değinilmiş olan SPD ile olan koalisyon döneminde zaten toplamışlardı. Bu dönemde kısaca Agenda 2010 ve Hartz-Yasaları olarak tanınan toplumu yoksullaştıran uygulamalarla beraber Almanya tarihinde savaş bitiminden sonra sosyal ve sendikal haklara karşı en büyük saldırı ve kısıtlamalar Yeşillerin desteğiyle yürürlüğe sokulmuştu.
Yeşillerin kapitalizme yalakalık yapmalarında ortaya çıkan manzara elbette değinilmiş olan metamorfoz sürecinin sonucuyla ilişkili bir durum. Tırtıl iken bir süre sonra kozadan çıkan kanatlı bir böcek gibi yepyeni bir hale dönüşen Yeşiller, kendi tarihini/programını adeta reset düğmesine basar gibi, artık gelecekte geliştirmek istedikleri politikaya uydurarak yeniden yazmaya, ayarlamaya, dizmeye devam etmektedirler. Bu yeni yazılımda Yeşillerin hareket ve parti olarak 80’li yılların başında politik arenaya çıktıkları süreçteki radikal sol hedef ve ideallere hiç değinilmemektedir veya bu tarih kasıtlı olarak ya eksik ya da çarpıtılmış olarak anlatılmaktadır. Örneğin bu yeni yazılım ve anlatımlarda 80’li yıllarda sol-radikal bir ekolojik politikayla partiye yön vermeye çalışan Jutta Ditfurth gibi kadınlara hiç değinilmemektedir. Halbuki Joschka Fischer ve Daniel Cohn-Bendit çetesi daha Yeşillere angaje olmadan önce Jutta Ditfurth bu partiyi kuranlar arasındaydı. Ditfurth 1982-1988 yılları arasında parti yönetim kurulunda görev almış ve hatta sık sık parti genel sekreteri olarak adlandırılmıştır. İlerleyen zaman içinde, 70’li yıllardaki sekter Maocu parti ve gruplara üye olan kesimlerin ciddi oranda Yeşiller partisine geçtiği ve bu kesimlerin kendi sol politik kimliklerini terk edip Fischer ve Cohn-Bendit ile ortak tavır koyduğu bir dönem başlamıştır. Bunların sonuçta Yeşiller partisini ele geçirmesinde dikkati çeken bir nokta bunların kadınlara biçtiği rollerle ilgilidir. Partiyi ele geçiren bu kesimler, parti içinde özellikle sadece dönemin diğer ünlü kadın önderi olan Petra Kelly’e değinip kendilerine muhalif olan ve partinin oluşmasında, gelişmesinde, başarı sağlamasında Jutta Ditfurth gibi rol oynayan bir çok kadını hiçe saymışlardır. Böylece sonuçta sanki ağırlıklı olarak erkeklerin emek verdiği ve önemli bir rol aldığı başarılı bir parti manzarası ortaya çıkmaktadır. Gerçek tarihi saklamaya çalışan bu miras ve anlatım günümüze kadar gelmiştir. Bu bağlamda Dışişleri Bakanı Baerbock’un ‘biz feminist bir politika yapacağız’ diye sürekli yaptığı açıklamalar daha da bir itici olmakta. Buna ilaveten özellikle kendisinin militarizmi ilkel, cahil ve aptalca teşvik eden açıklamalarının ne kadar feminist olma ile alakalı olduğunu herhalde sadece kendisi ve partisine üye olan/oy veren kesimler anlayabilmiş durumda.
Baerbock parti yönetimini ele geçiren Fischer ve Cohn-Bendit Çetesi ve kuşağının samanlığında büyümüş yeni yetme bir şahıs. Bu iki kuşak karşılaştırıldığında boynuzun kulağı geçtiği görülüyor ve beterin de beteri var. Baerbock rahatça ve çekinmeden Rusya’nın tahrip edilebileceğinden bahsedebiliyor. Kendisi partisindeki yandaşlarıyla Ukrayna’ya daha fazla silahın doğrudan aktarılması ve artık bunlara ağır silahların da eklenmesi konusunda koalisyon ortağı olan SPD’ye yapmış olduğu baskısıyla da dikkati çekiyor. Halbuki bilinen bir gerçek, NATO’nun yolladığı silahlarla savaşın daha fazla uzayacağıdır. Bu da Ukrayna ve Rus halklarının çekeceği ağır eziyetin uzaması anlamına gelmektedir. Ayrıca NATO’nun her çeşitten silahı yoğun olarak Ukrayna’ya aktarmasının NATO ve Rusya’yı eninde sonunda birbiriyle çarpışma durumuna getireceği tehlikesinin kontrolden çıkıp bir atom savaşına yol açabileceği riski ise Yeşillerin pek umurunda değil. Çünkü kendilerinin ABD ile beraber öne koydukları hedef, bunun bedeli ne olursa olsun, Rusya’ya diz çöktürmektir. Zaten Baerbock bunu ‘Rusya bu savaşı stratejik olarak kaybetmelidir’, ‘Ukrayna bu savaşı kazanmalıdır’, gibi ifadelerle açıkça beyan etmektedir. Baerbock savaşı sürdürmeyi teşvik eden bu açıklamalarına ‘savaştan dolayı yorulmamak lazım’ diye alçakça bir açıklamayı da ilave edebilen ve böylece insan hayatına ne kadar az değer verdiğini göstermekten çekinmeyen bir şahıstır ayrıca.
Yeşiller partisinin önderlerinin savaşı, silahlanmayı bu derece azgınca desteklemesi sadece partinin başında bulunanların bir marifeti değil. Aksine partinin delegeleri ve tabanı da bu militarizmi istisnasız, kayıtsız ve şartsız olarak desteklemekte. Parti içinde bu konu hakkında küçücük bir muhalif kesim bile yok. Partinin 30 Nisan 2022 tarihinde gerçekleştirdiği küçük parti kongresinde 99 delegenin sadece ikisi çekimser oy kullanırken, geri kalanların hepsi militarizmden yana oy kullanmışlardır. Buradan çıkan karara göre Ukrayna’ya ağır silahların gönderilmesi ‘barış politikasının bir yükümlülüğü’ imiş! Kamuoyunu aptal yerine koyan bu açıklama yetmiyormuş gibi partinin başkanı olan Omid Nouripour şöyle ekliyor: “Biz her zaman barış partisi kalacağız”.
Almanya’da Sol Partinin ve sol güçlerin acilen şüphe yaratmayacak şekilde açıklaması gereken nokta, militarizme karşı yürütülmesi gereken mücadelede kimlerin müttefik seçilebileceği konusudur. Yeşiller partisi, bu mücadelede sadece hizmet ettiği sınıflar açısından değil, önderlerinin ve taraftarlarının sahip olduğu kişisel sınıfsal çıkarlar açısından da müttefik sayılamayacak bir toplumsal kesimi etkisi altında tutmaktadır. Yeşiller Yugoslavya savaşında militarizme karşı mücadele eden güçleri ve barış hareketini başarılı olarak bölmüş ve felce uğratmıştı. Emperyalist güçler o dönemler Yeşillere vermiş olduğu görevi günümüzde tekrar kendilerine vermiş durumdalar. Sol güçler sisteme ve militarizme karşı mücadelede bu gerçeği görmelidirler. Bu yüzden buraya kadar yazılanlar bu partiye ait olan gerçekleri gösteren bir kılavuz olarak görülebilir. Bu partinin karakteri, bileşimi üzerine elbette daha çok yazılabilecek, yazılması, irdelenmesi gereken konular var.