Meriç GÖK yazdı – Bu paralel aygıtın personeli artık kamu görevlisi değil, Erdoğan’ın “adamı”dır; bu personel kamu için değil Erdoğan için mesai yapmaktadır ve bu paralel aygıtın tepesinde de 1150 odalı sarayında “mesai” yapan binlerce kişilik devasa bir kadro yer almaktadır.
Son günlerde Amerika’da kurulmuş olan Türken vakfına, Türkiye’den iki vakfın milyonlarca dolar para göndermiş olduğu bilgisiyle kamuoyunda başlayan tartışmaların odağına bu kez vakıflar yerleşmiş bulunuyor. Bu bağlamda öne çıkan bir başka vakıf olan Maarif Vakfı ile ilgili yazılarda, örneğin Çiğdem Toker’in Sözcü’deki yazısında olduğu gibi genellikle bu Vakfa MEB bütçesinden ayrılan/aktarılan mali kaynak üzerinde duruluyor‒bu yazıdan öğrendiğimize göre son yıllarda bu Vakfa toplam 1,8 milyar kaynak aktarılmış.
Ancak Maarif Vakfı sadece kamu kaynaklarıyla hayat bulan bir vakıf olma özelliği dışında, kuruluşu ve yapısı bakımından bizi doğrudan, üzerinden bunca yıl geçmesine karşın hâlâ karanlıkta tutulan 15 Temmuz hadisesine ve Gülen Cemaatine götüren bir vakıf. Şöyle ki anılan Vakıf, bu hadiseden önce ve buna hazırlık olarak kurulmuştur. Erdoğan bunu bir konuşmasında, ağzından pek çok şeyi “kaçırdığı” gibi kaçırmıştı. Erdoğan AKP’sinin 15 Temmuz’a hazırlık yapmış olduğunun en somut kanıtlarından biri Maarif Vakfıdır: Vakıf 17 Haziran 2016’da, yani 15 Temmuz’dan yaklaşık bir ay önce hukuki varlığına kavuşmuştur. Vakıf, Erdoğan’ın paralel örgütünün, cemaat okulları karşılığıdır. Erdoğan, tüm örgütlenmesinde Gülen cemaatinin “paralel devlet” örgütlenmesini model almıştır. Vakfın yönetimi, dördünü kendisi, üçünü de ‒ başta o zamanlar var olan Başbakanlık tarafından‒ ‘Başkanlık sistemine’ geçildikten sonra gene kendisinin olmak üzere toplam yedi üyesini bizzat belirlediği, bir yönetimdir.
Ölünceye kadar da “başkan” kalacağına inanan/inanılan bir kişi ve rejim için ne kadar ‘ideal’ bir teşkilat yapısı değil mi? İşte tam da ne olduğu belirsiz/karanlık “darbe” girişiminden hemen önce ‒ tesadüf mü ‒ kurulan bir Vakıf var karşımızda: Darbeden sonra el konacak okulların yönetilmesi ve işletilmesi için kurulmuş bir vakıf.
23 Temmuz’da Resmi Gazete’de yayınlanan OHAL kararnamesiyle tüm ülkede binlerce kurumun kapatılmış olmasından da ‒ bunun önceden ve ancak aylar sürecek yazışmalarla ve bir çalışmayla saptanabileceğinden ‒ bunların kapatılmasına önceden hazırlık yapılmış olduğu anlaşılmaktadır. Vakfın kendi faaliyetlerinden elde edilecek gelirle değil, tümüyle kamu kaynaklarından finanse edilmesi öngörülmüştür. Burada kapatılan bu okulların neden MEB’e, devlete değil de Vakfa devredilmiş olduğu üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. Zira ancak böylelikle yurt dışında Vakfın el koyduğu okullara gönderilecek öğretmen ve idarecilerin bir tür “kapalı devre” belirlendiği paralel bir eğitim sistemi oluşturulmuştur. Başka bir ifadeyle daha önce Cemaatin yürüttüğü paralel eğitim sistemini, şimdi “Maarif Vakfı” yürütmektedir. Bu okullarda görev yapan personelin tüm giderleri, MEB bütçesinden yani kamu kaynaklarınca karşılanırken bu personel, MEB tarafından değil, Vakıf idaresince belirleniyor; üstelik çoğunluğu yurtdışında olan bu okullarda görevlendirilen öğretmen ve idareciler MEB dışından istihdam ediliyor.
Erdoğan’ın kurduğu paralel yapının önemli bir parçasını da birkaç maaşlı bürokratlar oluşturmaktadır. Neye/ne işe yaradığı bir türlü anlaşılmayan dünya kadar “üst kurullar” ve bunların yönetimlerinde birkaç maaşlı “bürokratlar”… Bu çok-maaşlılığın temel nedeni, bu kişilerin kamuya değil de Erdoğan’a bağlılık duygusu içinde olmalarının sağlanması ve böylece her şeyden önce ona, onun şahsına bağlı olunmasıdır. Bunda da, F. Altun örneğinde görüldüğü üzere amaç hâsıl olmuştur. Onun gibi tüm bu çok-maaşlılar öncelikle Erdoğan için çalışıyorlar. Ayrıca kamuya yapılan tüm atamalarda liyakatin tümüyle ortadan kaldırılmış olmasının da nedeni budur. Hiç hak etmeyeni atadığında, bu ister büyükelçi olsun ister vali, ister rektör, isterse küçük bir ilçeye kaymakam olsun, bu atanan kişinin, hak edilmemiş bu atamadan dolayı kendisine minnet/şükran borcu duyacağını çok iyi bilmektedir.
Burada gerek Erdoğan rejiminin bir buluşu olarak ihdas edilen bu çok-maaşlı kadrolarla, gerekse geleneksel idare aygıtının üst düzey görevlerine liyakat, başarı gibi geleneksel kriterler yerine Boğaziçi Üniversitesi ve pek çok büyükelçi atamalarında açıkça görüldüğü gibi salt siyasal saikler sonucu atanmış kadrolarla Erdoğan arasında bir tür simbiyotik (ortakyaşar) ilişkiden söz edilebilir. Öncelikle bu kadrolar, Erdoğan iktidardan gittiğinde kendi görevlerinin de sona ereceğini bilirler; buna karşılık Erdoğan da böylelikle kamu yerine, salt Başkan/Reis için, yani kendisi için mesai yapan “adamlar”dan kendisine bir aygıt oluşturmuş olmaktadır. Bu paralel aygıtın personeli artık kamu görevlisi değil, Erdoğan’ın “adamı”dır; bu personel kamu için değil Erdoğan için mesai yapmaktadır ve bu paralel aygıtın tepesinde de 1150 odalı sarayında “mesai” yapan binlerce kişilik devasa bir kadro yer almaktadır.
İleride bizde de filme alınır mı bilinmez ama Amerika’daki başkanlık sistemini çeşitli yönleriyle ‘başkanın adamları’ üzerinden sorgulayan iki önemli film vardır. Bunlardan biri, Alan J. Pakula’nın “Başkanın Bütün Adamları” adlı 1976 yapımı, Amerikan başkanı R. Nixon’un istifasıyla sonuçlanan ve ‘Watergate skandalı’ olarak bilinen olayı konu edinen filmidir. Bilindiği gibi Nixon, rakip Demokratik Parti merkezinin dinlenmesi olayının, ‘ bütün adamları’nın çabasına rağmen iki yürekli gazeteci sayesinde açığa çıkması üzerine 1974 yılında istifa etmiştir. Bu konudaki bir başka Amerikan filmi ise asıl adı “Wag The Dog” olmakla birlikte bizde “Başkanın Adamları” adıyla gösterilmiş olan filmdir. 1997 yapımı olan Barry Levinson’un yönettiği bu filmde de çürümüş iktidar – medya ilişkileri ele alınır. Tam seçimlere giderken Beyaz Saray’ı ziyaret eden bir genç kızın, Başkan’ın cinsel tacizine uğradığını iddia etmesi üzerine patlayan skandaldan Başkanı kurtarmak için kolları sıvar bu kez “Başkanın Adamları”. Buldukları yol, uydurma bir savaşla kamuoyunun dikkatini bu skandal haberden uzaklaştırmaktır. Umberto Eco, 2009 yılında yapmış olduğu bir kongre konuşmasında kamuoyunun dikkatini istenen yöne çekme konusunda hayli açıklayıcı bir örnek verir: “ Ben hep şöyle düşünmüşümdür; eğer ertesi günü gazetelerin benim bir kabahatimden söz edeceğini ve bunun bana ciddi boyutta zarar vereceğini bilsem, yapacağım ilk şey, gidip savcılık veya karakol yakınlarına bir bomba koymak olur. Ertesi günü gazetelerin baş sayfaları bu olaya ayrılır ve benim küçük kişisel skandalım iç sayfalardaki yerel haberlerin arasında yer alır.” diyor Eco ve ekliyor : “ Kim bilir kaç bomba, sırf baş sayfalarda başka haberlerin yer alması amacıyla patlatılmıştır. Bomba örneği fonetik açıdan da son derece uygundur, çünkü geri kalan her şeyin sessizliğe gömülmesine neden olan çok büyük bir gürültü çıkarır.” ( U. Eco, Düşman Yaratmak, çev. Leyla Tonguç Basmacı) Ne kadar da bildik, tanıdık geliyor, değil mi Eco’nun sözleri?…
Sonuç olarak bizde de bir tür “başkanın adamları” denebilecek nitelikte bir personelin iş başında olduğu ve dahası bunlardan bir yönetici kast oluştuğu açıktır. Hatta çoktan paralel bir yargı, paralel bir eğitim ve en son SADAT ve Erdoğan’ın Kuvayı-milliye’si ÖSO gibi paralel kolluk güçleriyle paralel bir toplum gerçeği söz konusudur. Başta ekonomik bakımdan olmak üzere siyasal, toplumsal ve kültürel bakımdan her geçen gün daha da boğucu olan bir ülkede en azından paraleli olmayan demokratik bir devletin yurttaşı olarak demokratik bir rejimde ve insanca yaşamak artık büyük bir çoğunluk için yaşamsal bir özlem ve dilek haline gelmiştir.