Meriç GÖK yazdı: “Anti-faşist mücadelenin nihai olarak başarıya ulaşması için faşizmin ekonomik ve toplumsal kaynağını, Brecht’in işaret ettiği gibi faşizm olmadan da yeterince kötü olan kapitalizmi ortadan kaldırmayı hedefleyen örgütlü, kararlı ve sürekli bir siyasal mücadelenin yanı sıra faşist ideolojiye karşı da tutarlı, ödünsüz ve çok yönlü bir ideolojik savaş zorunludur.”
Toplama kamplarında tam olarak kaç çocuğun öldürüldüğü bilinemiyor, tıpkı kaç yetişkinin öldürüldüğünün bilinmediği gibi ‒Sadece Buchenwald’da 51 000 insan öldürülmüştür. Ancak kesin olan, zulüm gören gruplara mensup çocukların çoğunun öldürülmüş olduğu. Zira bu kamplarda kural olarak sadece çalışabilenlerin hayatta kalmasına müsaade ediliyordu ve bunlar da genellikle 14-15 yaşın üstündeki çocuklar oluyordu; bu yaş grubun altındaki çocukların çoğu, kamplardaki kayıt sistemine dâhil edilmeyerek doğrudan imha kamplarına gönderiliyorlardı. Bu nedenle Buchenwald’dan sonunda ancak birkaç yüz çocuk ve genç kurtulabilmiştir. Savaş’tan sonra birçok ülke gibi İsviçre de Buchenwald’dan 2 000 çocuğu kabul edebileceğini açıklar; ancak bu davet üzerine İsviçre’ye gelen 370 çocuk ve gencin tamamı 16-22 yaş arasındadır. O dönem İsviçrelileri bir hayli şaşkına uğratan bu durum aslında son derece normaldir; zira Zweig gibi çok az istisna dışında Buchenwald’dan sağ çıkan küçük çocuk olmamıştır.
Orta Almanya’da, Thüringen bölgesinde, kayın ormanları içinde inşa edilmiş olduğundan Buchenwald (‘Kayın Ormanı’) adı verilen kampta küçük çocukların yaşadığı iki olayı, 1943 yılında Fransa’da Gerard Sorel adıyla katıldığı direniş savaşında Gestapo ( Gizli Devlet Polisi) tarafından yakalandıktan sonra Buchenwald’a getirilen Jorge Semprun’un kaleme aldığı otobiyografik romanı “Büyük Yolculuk”tan öğreniyoruz. Her iki olay da savaşın sonlarına doğru Polonya’dan Buchenwald’a trenle yapılan tutsak sevkiyatında yaşanmıştır ve bunlardan ilki şöyledir:
“Bir gün, birbirine yapışmış ceset yığınları arasında üç Yahudi çocuk bulduk. En büyükleri beş yaşındaydı. Lagerschutz’tan (Alman kamp nöbetçileri) Alman arkadaşlar, çocukları SS’lerin burnunun dibinden el çabukluğuyla aşırdılar. Kampta yaşadı çocuklar. Üçü de donarak birbirine yapışmış ceset yığınları arasında bulduğumuz bu üç Yahudi öksüz de, sağ salim kurtuldu.” (s.102.)
Semprun, Buchenwald’da tanık olduğu ikinci olayla ilgili “ Yahudi çocukların öyküsünü, savaşın son kışında kampın girişinde ölen Yahudi çocukların şimdiye dek anlatılmamış öyküsünü yazma zamanı geldi belki de” diyor. Geçekten de vaktiyle unutmaya karar verdiği bu trajik olayı Buchenwald kampından kurtulduktan tam on altı yıl sonra Madrid’de kaleme aldığı “Büyük Yolculuk”ta anlatmak zorunluluğunu duyar. On beş kadar Yahudi çocuk yazar gibi geceyarısı değil, öğleden sonra “o kül rengi ışıkta gel[irler]” kampa. Trenden inen küçük çocuklar bir süre sonra SS canilerince bir sürek avıyla öldürülürler. Sekizle on yaş arasındaki bu çocuklardan son ikisinin ölümü, bu vahşetin tanığı Semprun’un anlatımıyla şöyle‒ Nazi vahşetinin yanı sıra küçük kurbanların arasındaki dayanışma da dikkat çekiyor:
“Biri büyük öteki küçük iki çocuk kaldı sonunda. Çılgınca koşarken kasketleri başlarından uçmuştu. Külrengi yüzlerinin neredeyse tümünü kaplayan kocaman gözleri buz parçaları gibi parıldıyordu. Küçük olan çok yorulmuştu. Uluyarak ardından gelen SS’ler ve kan kokusundan çılgına dönen köpekler yetişmek üzereydiler. Bunun üzerine büyük çocuk yavaşladı, sendeleyen küçüğün elinden tuttu. Elele birkaç adım daha attılar. Büyüğün sağ eli küçüğün sol elini sıkıca kavramıştı. SS’ler yetişip ikisini de coplamaya başladıkları zaman yere birlikte yıkıldılar. Elleri sanki bir daha birbirlerinden hiç ayrılmayacaklarmış gibi, öylece kenetli kaldı. SS’ler Hitler kartallarının boş bakışları altında yatan çocukların kafalarına birer kurşun sıktıktan sonra, hâlâ homurdanıp duran köpeklerini toplayıp aynı yoldan geri döndüler.” (s.166.)
Yehuda Bacon da 1942 yılında ailesiyle birlikte Theresienstadt’a zorla getirilir‒ailesi hayatta kalamaz. Mart 1946’da uzun ve serüven dolu bir yolculuktan sonra Filistin’e varır. Yehuda ölüm kampına dair şunları anlatıyor:
“14 yaşımda Theresienstadt’tan Auschwitz’e geldim; başlangıçta aile kampına. Burada sadece altı ay kalınacağı ve ardından gaz odasının geleceği herkes için açıktı. Ancak bu süreden sonra erkekler kampına nakledilen 89 çocukla ben seçildim. Tekerli bir arabaya atlar yerine biz çocukları koştular; kışın gaza maruz kalan ve yakılan mahkûmların küllerinin krematoryumdan çıkarılıp taşınması ve başka şeylerin taşınması için arabayı biz çekiyorduk. Bu bana orada olan her şeyi görmemi sağladı. Krematoryum ve gaz odaları dâhil her yere giriyorduk. Diğerleri için bu imkânsızdı. Merak ettiğim için her şeye çok yakından baktım ve savaştan sonra da gördüklerimi not ettim. Her şeyi bilme isteği duyuyordum ve özel komandolardan bana ayrıntılı olarak açıklamalarını istiyordum. Bana her şeyi sanki bir müzedeymişiz gibi gösterdiler. Kışın çok soğuk olduğunda ısınmak için gaz odalarına da girmemize izin verilirdi. Her yeri inceleyerek gördüm. Altın dişler olan sandığı, asansörün nasıl çalıştığını… Tıpkı meraklı bir çocuk gibi.
İçgüdülerimiz avlanan bir hayvanın içgüdüleriydi, çünkü herhangi bir yanlış hareket ölüm demekti. Bu yüzden her zaman tamamen uyanık ve çok hünerli olmamız gerekiyordu. Günden güne hayatta kalabilmek için bir felsefe geliştirmek zorundaydık. Her zaman durumumun daha da kötü olabileceğini biliyordum. Kampa yapılan sevkiyatı her gün görmenin anlamıydı. Çok kısa bir süre içinde Macaristan’dan yaklaşık 400.000 kişi geldi ve bunların neredeyse tamamı tasfiye edildi. Veya Theresienstadt’tan sevkiyat olduğunda, gelen arkadaşlarımın gaza gidişlerini görüyordum.[…] Ama krematoryumdan çıkan duman hakkında da şaka yapıyorduk. ‘Bu şimdi beyaz duman, yani bunlar sıska insanlar.’ Ya da yaşlı bir adam bizi azarladığında ona arsızca karşılık verirdik: ‘Hey yaşlı adam, ne diye sinirleniyorsun. Zaten bir ayağın krematoryumda.’ Bu bizim zararsız günlük dilimiz, çocukların konuşma şekliydi. Ayrıca diğer çocuklara yardım etmeye veya tavsiye vermeye çalışıyorduk. Litzmannstadt’tan nakliye aracı geldiğinde çorbayı başka çocuklara ayırdı ve elektrikli çitin üzerinden diğer çocuklara verdik. Bu hayati tehlikeydi. Meşhur bir SS adamı vardı ama çocuklara karşı dostça davranıyordu. İdamların yapıldığı alanda infaz takımında bizimle top oynuyordu. Belki bir an için SS adamlarında bir parça insani duygu uyandırıyorduk.”
***
Toplama kampları içinde Aşağı Saksonya’daki Bergen-Belsen kampının özel bir yeri vardır. Geçtiğimiz yıl bu kampta düzenlenen çocuk mahkûmlarla ilgili serginin küratörlüğünü de yapan tarihçi Diana Gring kendisiyle yapılan bir görüşmede bu kampın kuruluşu hakkında şu ilginç bilgileri veriyor:
“Bergen-Belsen sözde bir takas/değiştirme kampı olarak kurulmuştu. Yahudi aileleri çocuklarıyla birlikte bu kampta rehine olarak tutuldular ve bunlar yurt dışında tutuklanmış Almanlarla veya para karşılığında takas edildiler. Örneğin büyük bir grup, İsviçre’ye “satıldı” ve böylece kurtarılabildi. Filistin, İspanya ve Türkiye ile de mübadeleler yapıldı. Bergen-Belsen’deki çocukların görece fazla olmasının ikinci bir nedeni, İkinci Dünya Savaşının sonuna doğru diğer kamplardan yer açmak amacıyla buraya yapılan nakiller ve bu bağlamda düzenlenen ve “ölüm yürüyüşü” denilen toplu yürüyüşlerle yapılan nakillerdir. O sırada Naziler birçok kampta suç izlerini yok etmek için temizlik yapmıştı. Örneğin Ravensbrück’ten birçok çocuklu kadın, aynı zamanda hamile kadınlar da buraya getirilmişti. Savaşın bitiminden önceki son aylarda Bergen-Belsen’de yaklaşık 200 çocuk doğdu. Bergen-Belsen kampının var olduğu iki yılda 120.000 mahkûmun yaklaşık 3.500’ü 15 yaşın altındaki çocuklardı.”
Helmut Ortner, alt başlığı ‘Hitler Diktatörlüğünde Failler ve Kurbanlar’ olan Acımasızca Alman adlı kitabında Arnold Strippel’in, Kuzey’deki birçok toplama kampında görev yapmış Nasyonal Sosyalist caninin dosyasını ele alırken toplama kamplarındaki küçük çocukların sözde bilim insanları tarafından nasıl kobay olarak kullanılmış olduğunu da anlatır:
“Savaşın bitimine birkaç gün kala, 1945’in 20 Nisan’ını 21’ine bağlayan gece, 20 Yahudi çocuğu vahşice öldürüldü. En küçükleri daha beş, en büyüğü ise on iki yaşındaydı. Çocukların üzerinde SS doktorları tıbbi deneylerde bulunmuşlardı: Çocuklara tüberküloz mikrobu enjekte edilmiş, lenf bezleri ameliyatla alınmıştı. Acımasız doktorlar çocukları yaşayan bir varlık değil deneysel bir malzeme olarak görmüşlerdi. Müttefik kuvvetleri Hamburg’a yaklaştıkça, bütün izlerin yok edilmesi gerekiyordu. Böylece çocukların bakıcısı olarak görevlendirilmiş ve tabii olayın sırdaşı konumundaki 28 yetişkin mahkûm da Strippel’in yetkisi altındaki bir toplama kampında öldürülmüşlerdi. Akabinde failler kanlı üniformalarını çıkartıp, kayıplara karıştılar. Tabii Strippel de…”
Çocuk mahkûm sayısının görece yüksek olduğu Bergen-Belsen kampında da toplam kaç çocuğun öldürüldüğü kesin olarak bilinmiyor. Bergen-Belsen’e İngiliz birlikleri gelmeden hemen önce kampın tamamı yakılmıştır. O dönemden kalma çok az belgede “çocuklu anne” veya “ 8 aylık hamile kadın” ibaresi bulunmaktadır. Tarihçi Gring’e göre sadece Bergen-Belsen kampında yaklaşık 600 çocuk öldürülmüştür. Kamp Nisan 1945’te kurtarıldığında en küçük sakini bir günlük bebektir.
‘Bergen-Belsen Toplama Kampında Çocuklar’ adıyla 3 Nisan’da açılan sergi, 26 Haziran’a kadar ziyaret edilebilecek. Sergiyi düzenleyenler kampta kalan çocukların çoğunluğunun Yahudi, diğerlerinin Sinti-Roma (Roman) grubuna ait veya siyasi nedenlerle anneleriyle birlikte kampta tutulan çocuklar olduğunu belirtiyorlar. Birçok çocuk açlık, salgın hastalık ve şiddetten ölmüş. Sergide o dönemden kalan muhtelif objeler sergilenmekte. Örneğin Bergen-Belsen’e tek başına gelen on bir yaşındaki bir kız çocuğunun eline kampta bulunan bir kadın mahkûmun gizlice tutuşturduğu bir çift eldiven sergileniyor. Ona sıcaklık veren tek şey bu bir çift eldiven olmuş‒ onun için önemli bir yardım ve dayanışma işareti. Alman işgali altındaki Hollanda’da Yahudilerin sınır dışı edilmeleri başladığında üç yaşındaki bir kız çocuğu da Yahudi olmayan bir ailenin yanına verip koruma altına alınır. Ancak bu çocuk daha sonra ihbar edilince tutuklanıp tek başına bir hapishaneye götürülür. Daha sonra da Westerbork’tan Bergen-Belsen’e, oradan da sonunda kurtarılacağı Theresienstadt toplama kampına. Tamamen şans eseri ve yetimlerle ilgilenen insanlar olduğu için hayatta kalabilen bu kız çocuğunun kamplarda yanından hiç ayırmadığı bez bebeğinin bir benzeri de sergide gösterilmektedir. Bu sergi, toplama kampının en küçük kurbanlarının hikâyelerini belgeleriyle birlikte ilk defa gözler önüne sermiş oluyor.
***
Auschwitz gibi zaten bir imha kampı olarak tasarlanmış toplamda yedi büyük kamp dışındaki kampların çoğu, Semprun’un ifadesiyle, “fabrikaları, revir, mutfakları ve ambarlarıyla bir kentten farksız” düşünülüp inşa edilmiş çalışma kamplarıydı. Washington’daki ‘Birleşik Devletler Holokost Anıt Müzesi’nde 400 proje çalışanından oluşan bir ekibin 13 yıl süren araştırması sonucunda çoğunluğu Almanya’da olmak üzere tüm Avrupa’daki toplam kamp sayısının 42 500 olduğu saptanmıştır. Bunların 980’i toplama kampı; çok sayıda şubeleri de dâhil olmak üzere 30 000’i çalışma kampı; 1150’si Yahudi gettosu ve 1 000’i savaş esiri kampıdır. Yalnızca Berlin’de Yahudilerin evlerinden sürüldükten sonra barındırıldığı ve daha sonra çalışma ve toplama kamplarına nakledilmek üzere hapsedildiği 3 000 zorunlu çalışma kampı ve sözde “Yahudi evi” belirlenmiştir. Proje yöneticisi Martin Dean’in sözleriyle bu muazzam sayı, bir gerçeğe açıkça işaret ediyor: “Gerçekten Almanya’da zorunlu çalışma kamplarına veya toplama kamplarına rastlamadan hiçbir yere gidilemezdi. Her yerdeydiler.”
Nazi savaş aygıtının bir parçası olarak en küçük ayrıntısına kadar planlanmış olan bu kamplar, devasa bir organizasyondu ‒ sadece esir kamplarındaki Sovyet savaş esirinin sayısı 3.3 milyon ve Avrupa’nın dört bir yanına yayılmış olan çalışma kamplarında zorla çalıştırılan işçilerin sayısı ise zaman zaman on iki milyondur. Kamplarda Nazi diktatörlüğünde ari ırka mensup olmayanlarla ari ırka mensup olduğu halde Nasyonal Sosyalizm dışında bir siyasal ideolojiye veya kanaate sahip olan tutsaklar, ölmeyecekleri kadar beslenmelerine izin verilerek zorla çalıştırılıyorlardı. Özellikle imha kamplarında çoğunlukla da kitlesel bifçimde öldürülen tutsaklar başta Yahudiler ve Yahudi olmayıp politik veya toplumsal bakımdan suçlu görülenlerdi: Engelliler, Romanlar, komünistler, eşcinseller… Nasıl okullar, cezaevleri, akıl hastaneleri “demokratik” kapitalist toplumların olağan kurumlarıysa bu kamplar da, aslında “bin yıl” süreceğine inanılan Üçüncü Reich’ta, Nazi devletine paralel yapılandırılmış bir SS devleti ve toplumunun vazgeçilmez kurumları olarak tasarlanmıştı. 1942 yılı Ocak ayında üst düzey Nazi yöneticilerinin, Berlin yakınındaki Wannsee’de (Wann Gölü) toplanarak Yahudi sorununda aslında sistematik bir imha olan “Nihai Çözüm” (Endlösung) kararı almaları üzerine artık kampların çoğu giderek çalışma kampı niteliğinden çıkarak fırın ve gaz odalarıyla endüstriyel olarak fasılasız işletilen tam bir toplu imha/yok etme kampına dönüşür. Artık toplama kamplarında ölüm, Paul Celan’ın ‘Ölüm Fügü’nde dediği gibi, “Almanya’dan gelen bir ustadır.”
***
Bertolt Brecht 1935 yılında kaleme aldığı “Hakikati Yazmanın Beş Güçlüğü” başlıklı yazısında faşizmin zorbalığının kapitalizmle olan bağlantısını kuramayanlar, yani kapitalizme karşı olmaksızın faşizme karşı olanlar için bu bağlantıyı alegorik bir anlatımla açıklar:
“Kapitalizme karşı çıkmadan faşizme karşı çıkan, barbarlığın yarattığı barbarlıktan yakınan kişiler, danadan kendilerine düşen payı büyük bir iştahla tıkınan, ama danacıkların kesilmesine karşı çıkan insanları andırıyorlar. Durum şu: Danayı büyük bir zevkle yiyorlar, kan görmeye dayanamıyorlar. Kasap, eti önlerine getirmeden önce ellerindeki kanı yıkayıp temizlerse, keyiflerine diyecek yok. Barbarlığın nedeni olan mülkiyet ilişkilerine karşı değil onlar, yalnızca barbarlığa karşılar. Barbarlığa karşı yükseltiyorlar seslerini; üstelik de bunu aynı mülkiyet ilişkilerinin geçerli olduğu ülkelerde yapıyorlar; ama o ülkelerdeki kasaplar, eti vermeden önce yıkayıp temizliyorlar ellerindeki kanı.”
Brecht, yazısının bu bölümünü bu tür kamplara yol açan sistemle mücadelenin esas alınması gerektiğine işaret ederek bitirir.
Faşist ideolojinin temel unsurlarından hiçbiri Hitler’in veya Mussolini’nin özgün “icadı” değildi; tersine onun ideolojik cephaneliğinde bulunan ne varsa hepsinin kökleri, ondan çok daha önceye etnik-milliyetçilik, ırkçılık, militarizm, anti-semitizm, anti-feminizm, anti-hümanizm, otoriterlik, anti-komünizm veya anti-marksizm, ölümün (şehitlik) ve şiddetin yüceltilmesine dayanıyordu. Faşist ideolojinin bu geleneksel dağarcığına günümüzde bir de Mülteci düşmanlığı eklenmiştir. Faşist Mülteci düşmanlığı, savaş, açlık, iklim vb. sorunlarla bağlantılı göç hareketleri sonucunda gelen ‒ günümüzün Yahudileri olan ‒ mültecilerin ( Henüz birkaç yıl önce Almanya’da Kuzey Ren Westfalya eyaletinde Schwerte şehri eski belediye başkanının, şehrin payına düşen 21 mülteciyi Buchenwald kampına yerleştirmeyi planlamış olması, bu ‘Yahudi-Mülteci ikamesi’nin ne kadar etkili ve yaygın olduğunu göstermektedir.), aşağılayıcı bir yeniden adlandırılması, yabancılaştırılması, düşmanlaştırılarak birçok sorunun nedeniymiş gibi gösterilmesinden, bunların tekrar geldikleri ülkelere gönderilmesine ve hatta yeri geldiğinde, birçok kentte olduğu gibi, nihai olarak ortadan kaldırılmasına kadar varan görüş ve tutumları kapsar.
Yaklaşık 21. 000 tutsağın özgürlüğüne kavuştuğu 11 Nisan 1945 tarihli silahlı isyandan hemen sonra Buchenwald Uluslararası Kamp Komitesi, “Barış, Özgürlük, Sosyalizm için Buchenwald Manifestosu” adıyla bir bildiri yayınlar. Komite, acı tecrübelere dayanarak, faşizm ve militarizm “tamamen yok edilmediği sürece” dünyada “barış” olamayacağı görüşündedir. Bildiride “tüm savaşların bu en korkuncunun nihai nedeninin kapitalist ekonominin yağmacı doğasında” yattığı vurgulanmaktadır. Anti-faşist kamp direnişin siyasal mirası, bu bildiride açıkça gösterildiği gibi, bugün de hâlâ son derece günceldir. Anti-faşist mücadelenin nihai olarak başarıya ulaşması için faşizmin ekonomik ve toplumsal kaynağını, Brecht’in işaret ettiği gibi faşizm olmadan da yeterince kötü olan kapitalizmi ortadan kaldırmayı hedefleyen örgütlü, kararlı ve sürekli bir siyasal mücadelenin yanı sıra faşist ideolojiye karşı da tutarlı, ödünsüz ve çok yönlü bir ideolojik savaş zorunludur.
*Yazının birinci bölümü: Toplama kamplarındaki çocuklar – I
Kaynakça
Apitz, Bruno (2021) Kurtlar Arasında Çıplak, çev. Alaattin Bilgi, Yordam Edebiyat, (1. Basım).
Kitabı Mukaddes, Kitabı Mukaddes Şirketi, 1974.
Ortner, Helmut (2019) Acımasızca Alman, çev. Emrah Cilasun, Tekin Yayınevi, (1. Baskı).
Semprun, Jorge (1985) Büyük Yolculuk, çev. Nedim Gürsel, Can Yayınları, (2. Basım).
Wiesel, Elie ( 2015) Gece, çev. Dila Balça Öğün, Koridor Yayıncılık, (1.Baskı).
https//taz. de; 31 Mart 2022, ‘Die Historikerin Diana Gring spricht über Kinder im KZ Bergen-Belsen.’
https: www.deutschlandfunk.de