Esasen yazının başlığını, “Tayyip Erdoğan’ın Ankara Ruleti” koymalıydık ama rulet oyuncusunun, rulet oyununun asıl sahibi olan Putin’e olan sevgisi ve hayranlığı nedeniyle, Rus ruleti demekte bir beis görmedik.
AKP iktidarının hangi noktaya geldiği ve buradan hangi noktaya geçiş yapacağına dair öngörüleri belirtmeden önce sol-sosyalist cenahta yaygın olan bir yaklaşımı düzeltmek gerekli. 2002’den beridir, biraz da ulusalcı-millici güçlerin yoğun çabası ve kimi solumuzun bu cenahtan beslenen ideolojik-politik duruşu nedeniyle, AKP’nin, emperyalist mahfillerde planlanan ve tamamen dış dinamikler üzerinden iktidar yapılan bir parti olduğu, değerlendirmelerin tek ve ana konusu yapıldı. Kuşkusuz, bu yaklaşımda haklılık yapı vardır. Artık herkesin malumu olduğu üzere, uluslararası egemen güçler, Ortadoğu coğrafyasına rol model olsun diye AKP’nin kuruluşuna katkı vermiş, AKP’yi desteklenmiştir. Yalnızca uluslararası egemen güçler değil, Türk devleti ve sermayesi de, 2002 yılında kurulan AKP-Cemaat (AKP-C) iktidarını desteklemiştir.
Ama durum bununla sınırlı değildir. İdeolojik gıdasını Aydınlık ekolünden alan ulusalcı-millici solun ve o damardan beslenen kimi sosyalist çevrenin temel yanılgısı, iç dinamikleri analizlerinin konusu yapmamış/yapmıyor olmasıdır. Bu nedenledir ki, yaşanılan her seçim sonrası şaşkınlıkları artmış, artan şaşkınlıklarıyla halkı aşağılama düzeyleri de düşmüştür. Göbek kaşımaktan, bidon kafaya; oradan bir paket makarnaya kendini satmadan, bu halktan adam olmaza uzanan bir politik düzey düşüklüğü yaşanmıştır.
Sermaye-sınıf-devlet-iktidar vb. olguları analizlerinin temeline koymaktan vazgeçmeyen bir avuç Marksizm sevdalısı dışında kalan sol-demokrat kitlenin genel eğilimi, biraz da liberal-sol cenahın pompalaması nedeniyle, AKP-Cemaat (AKP-C) iktidarının kodlarını çözümlemeye fazlaca ihtiyaç duymama üzerineydi. Bırakalım bu kodların çözümlenmesini, yaşanılan sürecin isminin, “ülke tarihinin gerçek ‘burjuva devrimi’ olarak sunulması, uzun yıllar, AKP-C iktidarına yapılan eleştirileri bile gizler hale gelmişti. Dolayısıyla yerli-yabancı egemenler bloğunun verdiği destekle yetinen, iç dinamikleri dikkate almayan, AKP’nin ideolojik kodlarını deşifre etmeyen, kaba bir dinci tespitiyle yetinen analizlerin vardığı nokta, Erdoğan’ın bir gecede diktatöre dönüştüğüdür ki, bu eksikli bir analizdir.
Reformist mi Restorasyoncu mu?
AKP-C iktidar bloğunun ilk iki döneminde (2002-2007 ve 2007-2010), bu konu liberaller eliyle epeyce tartışıma konusu yapılmıştır. Burjuva medyanın yoğun propaganda faaliyetine liberal-solun “AKP, reformist bir partidir” tezi eşlik edince, bunun böyle olmadığını savunan Marksist solun sesi fazlaca duyulmamıştır. Kuşkusuz, yabana atılamayacak bir parti aklına sahip olan AKP, konjonktürün (bölgesel-yerel) kendisine sunduğu fırsatları kendi yararına iyi kullanmıştır.
İlk dönemini iktidar olmanın şaşkınlığını üzerinden atma ve devleti içeriden tanıma olanağı bularak geçiren AKP-C iktidarı, bu dönemde, özellikle AB’ye üye olma ve Kürt meselesini çözme konusunda bir hayli iştahlı gözükmüştür. 2000-2001 krizinden sonra, uluslararası finans kapitalin Kemal Derviş eliyle uygulamaya koyduğu programa sadık kalarak, özelleştirmeler ve sıcak paraya yüksek faiz verme politikalarıyla yerli ve yabancı finans kapitale yüksek kârlı koşullar sağlamıştır. Bu ve benzeri etkenler nedeniyle, AKP’nin yıldızı içeride ve dışarıda bir hayli parlamıştır. Bu süreçte kuşkusuz, PKK’nin silahlı güçlerini sınır dışına çekmiş olmasının ve neredeyse birinci dönem boyunca savaşın yaşanmamış olmasının büyük payı vardır.
AKP, ikinci döneminde ise, aynı saiklerle sürece yüklenerek iktidar alanını biraz daha genişletmiştir. Özellikle Kürt meselesinde Erdoğan’ın 2005 yılında yapmış olduğu Diyarbakır konuşması, refomist parti tezini güçlendirmiş, Kürt halkı içerisinde de AKP’ye olan teveccühü arttırmış ve iktidarın yelkenini şişirmiştir.
AKP’nin lideri vasıtasıyla geniş muhafazakâr kitleye vaat ettiği özgürlükler aynı zamanda, eski rejim altında baskılandığını düşünen geniş muhafazakâr halk yığınlarını da mutlu etmiştir. Geniş muhafazakâr halk yığınları, yapılan yoğun propagandanın da etkisiyle, bunu, yeni bir dönemin açılışı olarak görmüş ve bütün gücünü AKP’nin arkasına yığmıştır. 3 Kasım 2002 günü, cumhuriyet tarihi boyunca iktidar olamadığını düşünen geniş muhafazakâr yığınlar, ilk kez kendilerini temsil ettiğini düşündüğü bir ekibi iktidara taşımıştır. AKP de, kendi iktidar alanını genişletirken, bir yandan da geniş muhafazakâr kitlenin toplumsal yaşamda kendilerine ayrılan alanın dışına çıkarak, uzun yıllar uzaktan baktığı “beyaz Türkler”in yaşam alanlarında boy göstermesinin olanaklarını (maddi-manevi) arttırmış, bu kitle de ortaya çıkan yeni durumun parasal ve psikolojik etkileriyle AKP’ye desteği artırarak göstermiştir. O kadar öyle ki, yapılan hiçbir karşı propaganda bu kitle üzerinde etkili olmamış, kitlede sorgulayıcı etki yaratmamış, AKP’nin yıldızı bu dönemde tahmin edilenin üstünde parlamıştır.
AKP’nin bu dönemi, aynı zamanda, eski muktedirleri olabildiğince gerilettiği ve alaşağı ederek av haline getirdiği, iktidar alanından dışladığı ve mutlak iktidarını tesis ettiğini düşündüğü, Erdoğan’ın “ustalık” olarak tariflediği dönem oldu. Erdoğan, Gülen cemaatiyle yapmış olduğu işbirliğinin doruk noktasına ulaştığı bu dönemde iktidarına gölge düşürecek olan ne kadar aktör, yapı varsa tasfiye etmiş ve mutlak iktidarını tesis etme konusunda gözlerini kör eden, aklını işlemez kılan bir kibre ve egoya kavuşmuştur.
AKP’nin ilk iki döneminde hızla yükselmesinde ve reformist bir parti gibi algılanmasında yukarıda kabaca sıralanan etkenlerin yanına aslında sol analizlere pek de eklenmeyen bir başka ve oldukça önemli bir etkeni daha eklemeliyiz.
12 Eylül faşist askeri darbesi eliyle restorasyon sürecine giren kurumsal Kemalizm, bu süreci, a- devrimci ve işçi hareketinin hareketin tasfiyesi, b- 24 Ocak 1980 ekonomi kararlarıyla ekonominin neo-liberal politikalarla uluslararası piyasalara eklemleme ve c- “rayından çıkmış” toplumu muhafazakâr bir dincilikle yeniden hizaya sokma programıyla yürütmüştür. Programın yürütmesi Özal’ ve partisi ANAP’a verilmiştir.
Ne var ki, devletin indirdiği ağır darbelere rağmen, sosyalizm mücadelesini düştüğü yerden kaldırmaya çalışan bir avuç inatçı genç devrimcinin ve emekçinin mücadeleyi yeniden yükseltme azmi ve şüphesiz Kürt Özgürlük Mücadelesinin devrimci vuruşları, devletin restore sürecini kesintiye uğratmıştır. 90’lı yıllar boyunca yaşanılan ekonomik krizler ve Kürdistan devriminin durdurulması için harcanan enerji, burjuva siyasasına duyulan güveni halk nezdinde sıfırlamıştır. Türk devleti, tam da bu koşullarda, uluslararası gelişmeleri de hesaba katarak, sistemin hep marjında konumlanmış, sisteme olan inancını yitirmiş, sistemle bağları zayıflamış geniş muhafazakâr yığınlara, kurumsal Kemalizmin restorasyonunda rol vermiştir. Geniş muhafazakâr kitle de, sisteme ve sistem partilerine duyduğu tepkisellikle mevcut siyasi yapıları tasfiye etmiş ve bütün gücünü AKP’nin arkasına yığmıştır.
Başka türlü söylersek, artık eski yapısallığını sürdürmekte zorluk çeken kurumsal Kemalizm, bayrak-flama Kemalizminin aşındığını gördüğü noktada, eklemlemekte başarısız olduğu iki unsuru, muhafazakâr geniş yığınları ve Kürt halkını, kurumsal Kemalizme yeniden eklemleyerek yıpranan yapısını yeniden onarmak istemiştir. Bunda hiç kuşkusuz ABD-İsrail bloğunun Ortadoğu’ya dayattığı yeni statükonun da etkisi vardır. Türk devleti, iç-dış bütün bu gelişmeler ışığında AKP iktidarıyla gürültüsüz bir geçiş yapmıştır. Dolayısıyla AKP, devletin yeni sürecinde misyonuna uygun biçimde davranmış, kullandığı dil ve kimi tarihsel konularda (Kürt meselesi-Kıbrıs meselesi vb.) sergilediği tavırla, özellikle liberal cenahta, reformist bir parti algısı yaratmayı başarmıştır.
Esasen AKP’nin reformist değil, restorasyoncu bir parti olduğu Türk ve Kürt devrimcileri açısından tartışma götürmez bir gerçeklikti. 12 Eylül faşizminin yaptığı anayasayı değiştirmemesi, özelleştirmeler yoluyla kamu kaynaklarının sermayeye peşkeş çekilmesi, çözeceğim dediği hiçbir konuyu aslında çözmemesi, kadına olan yaklaşımı vb. konular devrimciler de kafa netliği yaratıyordu fakat kitleler nezdinde reformist peçesinin yırtılmasında Gezi İsyanı, özellikle Türkiye sahasında önemli bir rol oynamıştır.
Bu yazının içerisinde Gezi İsyanını değerlendirmek isyanın kendisine haksızlık olacaktır. Ancak, küçük bir parantez açarak şunu belirtmek gerekli: Gezi, Türkiye mücadele tarihinde, sosyolojik yapısı farklı olsa da, 15-16 Haziran kalkışması misali önem taşımaktadır. Nasıl ki, 15-16 Haziran kalkışması sosyalist mücadelenin önünü ve ufkunu açtıysa, Gezi de uzunca bir süredir tıkanma yaşayan sosyalist mücadelenin önünü ve ufkunu açma potansiyeli taşımaktadır. Ne ki, sufi olmayı çok seven sosyalistlerimiz Gezi’yi de geçmişin anısı haline getirme konusunda birbirleriyle yarışmaktalar. Oysa ki Gezi’nin açtığı ve hala derinleştirilmeyi bekleyen damar, demokratik yeni yaşamın, demokratik bir sosyalizmin nüvelerini taşımaktadır. Eskiye ait sol çocukluk hastalıklarıyla, “Gezi bize ait, Gezi’yi biz temsil ediyoruz” yaklaşımı Gezi’nin içini boşaltmaktır. Gezi kalkışmasına devrimci tarzda yaklaşmak ve onu tarihin güzel anlarından biriydi yaklaşımdan kurtarmak sosyalizm güçlerinin en değerli işlerinden biridir.
İktidarda Yarılma ve Cemaatin Tasfiyesi
Üçüncü dönem (2010-2014), mutlak iktidarın verdiği özgüvenle yaşanırken, iktidar içi tasfiye süreci de işlemeye başlamıştır. AKP’yi biraz yakından takip edenlerin bilir, bu parti biraz Özal’ın ANAP’ını çağrıştıran koalisyon partisidir. Ana damarını Milli Görüş hareketi oluştursa da, özelikle Gülen Cemaati ve diğer tarikatların, milliyetçilerin ve liberal solcuların da yer aldı bir koalisyon.
Koalisyon, 2010 Anayasa referandumunda en tepe noktasını yaşamış ve sonrasında Erdoğan’ın güçlendikçe büyüyen egosu ve kibri nedeniyle dağılmaya başlamıştır. “Artık liberallere ihtiyacımız kalmadı” diyerek tasfiyeye en kolayından, yani liberallerden başlanmıştır. En ciddi rakip olarak gördüğü Gülen Cemaatinin iktidar alanından tasfiye edilmesini bir plan dahilinde, daha açık ifadelerle söylersek, bir devlet kararıyla (MGK kararı) hayata geçirmiştir.
Tasfiye edileceği bilgisine sahip olan Cemaatin hükümeti zora sokan ilk hamlesi, Çözüm Süreci ekseninde yapılan Oslo görüşmelerini deşifre etmesi olmuştur. 2010 referandumuyla başlayan çatışmasızlık sürecinin 2011 seçimleri sonrası bitmesi ve yoğun bir savaşın tekrar başlamasında güvenlik ve istihbarat bürokrasisini elinde tutan Cemaatin, Erdoğan’ı yenilmez olduğuna inandırması vardır. Anımsanacaktır, o günlerde Cemaatin kalemşörlerinden Emre Uslu “PKK 2012 baharını göremez”, Hüseyin Gülerce ise, “Şimdi görün bakalım nasıl savaşılırmış” türünden yazılar yazmışlar, Kürdistan’ı Sri Lanka’ya çevireceklerini söyleyerek Erdoğan’ı bu konuda ikna etmişlerdir. Gülen Cemaatinin Erdoğan’a onaylattığı plan, üç ayaktan oluşturulmuştu. Öcalan’a tecrit, KCK tutuklamaları ve gerillaya yoğun hava saldırıları… Eline geçirdiği gücün sarhoşluğuyla gerçeklere gözünü kapatan Erdoğan bu planı onaylamış ve ramazan ayı sonrası hücum emrini vermişti. Ama çok geçmeden, aldığı ağır darbelerin altında ezilen Erdoğan, aldatıldığını ve gerçekliğin hiç de masa başında yapılan planlamalar gibi olmadığını görmüş, “sır küpüm” dediği MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı İmralı’ya göndermiş ve yaşadığını yenilginin daha da ağılaşmaması için Kürt Halk Önderi’nden ricacı olmuştur.
Kürt Halk Önderinin inisiyatifiyle durdurulan savaş sonrası yeniden başlatılan görüşme sürecine Cemaatin ikinci müdahalesi, MİT Müsteşarının KCK soruşturmalarına dahil edilerek tutuklanmak istemesidir. Cemaatin karşı saldırıya geçtiğini gören Erdoğan, sıranın kendisine geleceğini düşünerek, elinde tuttuğu meclis grubuna bir gecede yasa yaptırmış ve tehlikeyi bertaraf etmiştir.
Eğitim ayağının Cemaatin şah damarı olduğunu bilen Erdoğan, Hüseyin Çelik’in Milli Eğitim Bakanlığı zamanında tartışmaya açtığı dershanelerin kapatılması meselesini yeniden gündeme getirerek hamle yapmış, ama iktidar alanında elde ettiği gücü kendisini tasfiyeden koruyacak mevzilenmeye çeviren Cemaatin buna cevabı çok ağır olmuştur. 17/25 Aralık 2013 tarihinde ortaya çıkan yolsuzluk tapeleri, iktidar içi savaşın artık aleni ve açıktan yapılacağının da göstergesi oldu. Taktik vuruşlar, yerini cephe savaşına bırakmıştır. Aldığı ağır darbenin etkisini yaralı aslanın önüne gelene saldırması misali her yere saldırarak azaltmaya çalışan Erdoğan, Anayasayı bile işlevsiz bırakacak bir müdahaleyle cemaatin emniyet-adliye ayağına ağır bir darbe indirmiştir. Kuşkusuz cemaatin yolsuzluklar üzerinden başlattığı saldırı, çok önceden planlaması yapılmış, siyasetin içine girdiği üçlü seçim periyoduna denk getirilmiş bir saldırıdır. Ancak operasyonun deşifre olma ihtimali ortaya çıktığı için operasyon erkene alınmıştır. Erkene alınan operasyon, Erdoğan’a durumu lehine çevirme fırsatı da vermiştir. Toplumun yolsuzluklara sert tepki göstereceği ve AKP’nin seçimleri kaybedeceği hesaplanmış ama evdeki hesap çarşıya uymamıştır.
Erdoğan’ın ve partisinin yara aldığı kesindir. Artık lale devrinin doğal sınırlarına gelinmiş, yalnızca partisi AKP değil, Erdoğan ve çevresi de kendi kitlesi içerisinde de sorgulanır hale gelmiştir. Artık partisi de Erdoğan’ı taşıyamaz hale gelmiştir. Gerek parti teşkilatı gerekse hükümet Erdoğan’ın bu tarzının kendisiyle birlikte herkesi uçuruma götüreceğini görmüş ve artık rahatsız olmaktadır. Ne var ki Erdoğan’ın parti tabanında etkinliğinin sürmesi ve elde ettiği medya gücü nedeniyle açıkça cephe almaktan da çekinilmektedir.
ANAP’laşan AKP ya da Dördüncü Dönem
AKP’nin doğal yaşam sınırlarına dayandığı, ANAP’laşmaktan kurtulamayacağı gören gözler için sır değildi. Sosyalist cepheden yapılan bu yönlü erken tahlillerin, mahpusun sesinin boş zindan duvarlarında yankılanması misali, yapana geri dönmesi o günlerde kaçınılmazdı. Lakin, gelinen aşama, AKP içerisinde yaşanılan sürecin, huzursuzluğu aştığı ve yeni ekipleşmelerin yaşandığı herkese göstermekte. Tıpkı ANAP gibi AKP de, kendi içinde parçalanma riskine girmiştir. Partinin “özgül ağırlığı” olan kurucuları, Erdoğan’la sürecin daha fazla götürülemeyeceğinin farkında. Erdoğan, frenini boşalttığı karpuz kamyonunu durdurmak yerine karpuzlarla birlikte uçuruma doğru sürmekte. Bu durum karpuzlarda rahatsızlık yaratmakta ve arabayı durduramayacaklarını gördüklerinden arabadan inmenin yolunu aramaktalar. Bunun işaretleri, basit bir gözlemle bile görülmekte:
Bülent Arınç’ın, “yüzde elli oy alsak da diğer yüzde elli bizden nefret ediyor, böyle bir ülke yönetilemez” demesi; balçıklaşmış havuz medyasında yapılan tasfiyeler ve yeni gazetelerin çıkartılıyor olması; Merkez Bankası polemiğinde Ali Babacan-Beşir Atalay ve Mehmet Şimşek’in MB Başkanını ve politikalarını savunması; MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, Erdoğan’ın istememesine rağmen Davutoğlu-Atalay ikilisi tarafından meclise hatta kabineye taşınacak olması; Arınç’ın ve Atalay’ın başkanlık meselesinin hükümetin gündemine gelmediğini söylemesi; Abdullah Gül’ün “Türk modeli başkanlık diye bir şey olamaz” ve yine Gül’ün, İç Güvenlik Yasasının geri çekilmesi gerektiğine yönelik açıklamaları ve kuşkusuz başlı başına bir analizin konusu olan Kürdistan devriminin ve bölgesel gelişmelerin zorlayıcı basıncı ve daha başka örnekler, AKP’de yaşanan iç savaşın hararetinin artmaya başladığının işaretleri olarak okunmalıdır.
Burada bir girdi yapıp, egemenlerin, yerli ve yabancı sermayenin AKP’den vazgeçtiğini ileri süren tezlerin, en azından şerh düşülerek dikkate alınmaması gerekmekte. Şerh şudur: Yerli ve yabancı finans kapitalin, AKP’ye ve onun liderine dair rahatsızlıkları vardır, ilişkilerini asgari seviyeye çekmişlerdir evet, ama henüz Erdoğan’dan kesin olarak vazgeçmiştir değildir. Çünkü yerine neyi koyacakları konusunda netleşmiş değiller. Alternatifini yaratmadan elindeki aygıttan vazgeçeceklerini düşünmek, en kibar deyimle safdillik olacaktır. Olabilecekleri bilmemiz mümkün değil fakat görebildiğimiz şudur: Tayyip Erdoğan’dan kurtulmak isteyen egemenlerin ilk tercihi, yerine koyacakları alternatif bir parti göremediklerinden, Erdoğansız ve yeniden hizaya çekilmiş bir AKP ile yola devam etmek olacaktır. Bunun olmayacağı koşullarda ikinci tercih, partiden kopacak kurucu kadroların başka bir parti kurması ya da başka bir partiye geçmesiyle, Erdoğan’ı ve çevresini AKP’de yalnız bırakmak. Merkez Parti’nin neden kurulduğu sorusunu bu minvalde yanıtlamak doğru olacaktır.
Kuşkusuz AKP içerisinde yürütülen kavganın bir yanında Erdoğan ve çevresi varsa, diğer tarafında Abdullah Gül ve çevresi vardır. Egemenler, önümüzdeki süreci A. Gül ve ekibiyle yürütmeyi istemektedir çünkü yüksek kârlar elde etmeleri nedeniyle çok başarılı buldukları mevcut ekonomi ekibi Gül’ün çevresidir ve dünya bankasında yetiştirdikleri Gül, onlar açısından çok daha bilinir ve güvenilirdir.
Egemenler, kendi tarihlerinden ders çıkartma konusunda oldukça mahirdir. AKP’nin, ANAP’ın akıbetine uğramaması için, Özalsız ANAP operasyonunda yaptıkları hatayı tekrarlamak istemiyorlar. Değişen dünya ve bölge dengeleri nedeniyle çok daha dikkatli ve özenli davranmaktalar. 90’lı yıllardaki gibi, bir ekonomik kriz çıkartalım, sonra nasılsa toparlarız diyebilecekleri bir süreçten geçmiyoruz. Hem kapitalist anayurtların kendi periferilerinin ekonomik dertleriyle uğraşması hem de bölgesel konjonktür, Türkiye’de bir krizin çıkartılmasına imkan vermiyor. Meseleyi kasmadan, Erdoğan’ın kendi kendisini tüketmesi beklenmekte ve bu bekleme sürecini yeni bir oluşumun yaratılması işlemiyle geçirmekteler.
Dördüncü Dönem: Yolun Sonu
AKP-Cemaat iktidarının yaptığı söylenen ve uzunca bir süre topluma pompalanan “demokratik devrim” de, bütün burjuva devrimlerinde olduğu gibi, iktidar alanını hızla genişletmiş, muktedir olan yeni siyasi elit, bu genişlemenin yarattığı parıltının cazibesine kapılmaktan kendisini alamamıştır. C kısmını çöpe atan AKP iktidarı da, hızlıca yükselebileceği en yüksek noktaya yükselmiş ve fakat 12 yıllık iktidar etme sürecinin sonuçlarını sağlıklı bir muhasebeden geçirmek yerine, toplumun azımsanmayacak bölümünde oluşan derin huzursuzlukla karşı karşıya kalmıştır. Bugün, AKP iktidarının yükseliş döneminden çıktığını ve düşüş dönemine girdiğini anlamak için büyük ölçekli analizler yapmaya bile gerek yok. Basit bir gözlemle bile bunu görmek zor olmayacaktır.
Sonuç olarak, Erdoğan ve AKP’nin dördüncü dönemi, iktidar bloğunun dağıldığı ve dış politikada “değerli yalnızlığa”, içeri de ise baskıcı ve otoriter politikalara yöneldiği bir dönem olarak varlığını sürdürmektedir. Erdoğan, önümüzdeki süreçte yalnızca otoriter politikaları derinleştirmeye değil, aynı zamanda bir iç savaşı da planladığı yapılacak sentetik bir analizle gün yüzüne çıkacaktır:
a- Erdoğan’ın “tek yetkili otorite benim” diyerek, hükümetin bütün yetkilerini anlamsızlaştıran yaklaşımı, ekonomiye yaptığı müdahaleler -yerel ve yabancı finans kapitalin böyle bir niyeti olmasa da-, patlayacak bir ekonomik-siyasal krizin işareti olarak alınmalıdır.
b- Erdoğan’ın parti lideri gibi seçim çalışmaları yapması, partinin kitle bağlarının çözüldüğünü görmesi.
c- Parti mahfillerinde yeni planlamaların ve güç merkezlerinin oluşturulduğunu ve sarayında yalnız bırakılarak siyaseten tasfiye edilmek istendiğinin farkında olması.
d- Bölgesel politikaların iflas etmesi ve içine düştüğü değersiz yalnızlık.
e- Rojova devrimi sürecinde Kürt devrimci hareketinin kazandığı güç ve bu gücün içeride yarattığı çözüm basıncı.
Bu ve benzeri veriler, mayalanmakta olan toplumsal bir krizin habercisi. Haberi aldığı günden beri sarayında uykusuz geceler geçiren Erdoğan’ın bulabildiği tek çıkış yolu, iktidarını savaşarak korumaktır. Erdoğan, yaşadığı daralmayı ve çözümsüzlüğü, savaş dayatarak aşmak istemektedir. Bununla hem tasfiyeden kurtulmak ve liderliğini tesis etmek hem de karşı tasfiyeyi gerçekleştirmek istiyor. İç güvenlik yasasının acilen çıkması için parti grubuna baskı yapması da başlatmak istediği savaş nedeniyledir. Bu yasayı, örneğin çözüm sürecini bitirmek ya da diktatör olmak istemesiyle çıkarttırmak istediği düşünülmemeli. Bu yasa tekil bir nedenle çıkmıyor. Bilakis yaklaşmakta olan iktisadi-siyasal bir bunalım nedeniyle çıkartılıyor. Erdoğan’ın son savaşında ihtiyaç duyması nedeniyle çıkarılıyor. Söylediklerimizi aşırı kötümser bulan ve Erdoğan bunu göze alamaz diyen iyimserlere Marx’ın Louise Bonaparte’ın 18 Burimiere çalışmasındaki, “Burjuva toplumda, ne kadar kahramanlara özgü olmasa da, onu dünyaya getirebilmek için, kahramanlık, özveri, terör, içsavaş ve dış savaşlar gene de zorunlu olmuştur.” sözlerini anımsatmak isteriz.
Ne yazık ki sol-sosyalist hareketimizin bir bölüğü, ulusalcı cephenin ideolojik etkisiyle hala yaklaşan süreci kavramakta eksik davranmakta, AKP ve Tayyip Erdoğan’a karşı acı ve nükteli sövgülerle yetinmektedirler. Olan biteni ABD’nin yol vermesi ve tek bir kişi üzerinden açıklıyorlar. Oysaki böyle yapmakla, o kişiye tarihte eşi benzeri görülmemiş kişisel bir güç tahvil etmiş oluyorlar. Onu küçültmüyorlar, bilakis büyütüyorlar. Keza olanı biteni, ulusalcı tezlere yaslanarak, yalnızca, bölgesel gelişmelerin tarihselliğiyle açıklamaya çalışıyorlar.
Gelişmelerin farkında olan sosyalistlerimiz ise, bütün bu ulusalcı sol tezleri çöpe atarak, olanı biteni içsel dinamiklerle ve sınıf mücadelesinin bu aşamasında, bir kişinin kahraman olarak görülmesini sağlayan koşulları ve o kişinin bu durumu nasıl sürdürdüğünü açıklamanın derdinde olmalıdır. Yaratılan burjuva kahramanın gerektiğinde iç ve dış savaşlara da yelteneceğini bilerek, meleklerin cinsiyeti tartışmalarını Bizans soylularına bırakıp, hazırlıklarını buna göre yapmalıdır. Demokratik mücadelenin HDP zemininde güçlenmesi için çaba sarf edilirken, bir taraftan da özsavunma yeteneklerini geliştirmeliler.
Not: Bu yazı yazıldığı sırada, İmralı heyeti ve hükümet yetkilileri ortak bir açıklama yaptılar. Kürt Halk Önderinin hükümete verdiği 10 maddelik müzakere taslağının okunması sonrası yapılan açıklamalarda, bu taslak üzerinden görüşmelerin yeni bir evreye girdiğinin söylenmesi yukarıda yapılan analizi boşa düşürmemektedir. Analizin boşa düşmesinin yegâne koşulu, ruletin sonuna gelen Erdoğan’ın, tabancayı başından alarak; a-bölgesel politikalarını revize etmesi, b-Uluslararası güçlerle bozulan ilişkilerini düzeltmesi, c-demokratik siyasetin önünü açması ve d-Kürt Özgürlük Hareketinin demokratik çözüm projesini kabul etmesidir. Çünkü mevcut hükümetin sürdürmekte zorluk çektiği çözüm sürecinin temel tıkayıcısı da Erdoğan’dır. İdeolojik formasyonu gereği Türkçü bir dinciliği benimseyen Erdoğan’ın böyle bir yönelime girmesi oldukça zor görünüyor. Demokratik dönüşümlerin boy göstereceği bir ortamın Erdoğan’ın pek de hayrına olmayacağı ortada. Ama bu topraklara barış gelecekse, demokratik dönüşüm bu topraklarda başka rüzgârlar estirecekse, yaptığımız bütün analizin yanlışlanması ve çöpe atılması en çok isteyeceğimiz şeydir…