Bülent Tekin yazdı – Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin dağılmasıyla 1991’de sona erdiği sanılan Soğuk Savaş’ı yeniden gündeme getirdi. Francis Fukuyama’nın ileri sürdüğü “Tarihin Sonu” da gerçekleşmedi.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin dağılmasıyla 1991’de sona erdiği sanılan Soğuk Savaş’ı yeniden gündeme getirdi. Francis Fukuyama’nın ileri sürdüğü “Tarihin Sonu” da gerçekleşmedi. Hatta Samuel Huntington’ın öne sürdüğü, kültürel ve uygarlık alanda yeni çatışma potansiyelleri Batı değerlerinin dünyanın diğer bölgelerinde benimseneceğine dair beklentiyi de bozdu. Çünkü ülkeler arasındaki çatışmaların ve ülkelerin kendi bünyelerinde yaşanan çatışmaların giderek kültürel ağırlık kazandığını savunmaktaydı.
Batı değerleri yani çoğulculuk, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı tam demokrasi yaygın bir duruma gelmedi. Böylesi bir hakikat Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle çok açık şekilde görünür oldu. Bu iki Amerikalının tezlerinin gerçekleşmemesi öğrenci ve hocası olarak birlikte değerlendirilince oldukça ilginç oldu.
Tarihin Sonu kavramı Fukuyama’nın Hegel’in tarih anlayışına dayandırdığı düşüncelerini içeren bir tezdir. Aslında bu kavram, Medeniyetlerin Çatışması ve Yeni Dünya Düzeni kavramlarıyla da iç içedir.
Hegel ve Marx, insan toplumlarının, kölelik, tarımsal ve kendine yeterlilik üzerine kurulu ilkel kabile toplumundan başlayarak teokrasinin, monarşinin ve feodal aristokrasinin çeşitli biçimlerinden geçerek modern liberal demokrasiye ve teknik ilerleme tarafından belirlenen kapitalizme kadar bağlantılı bir gelişme gösterdiğini kabul etmişlerdi.
Hegel ve Marx bu gelişmenin sonsuza dek sürmeyeceğine inanıyorlardı. Daha çok, insanlık en derin özlemlerine uygun düşen bir toplum biçimine ulaştığında gelişmenin sona ereceğini kabul ediyorlardı. Bu sonlar Hegel için liberal devlet, Marx içinse komünist toplumdu. Bununla kastettikleri; büyük sorunlar nihai olarak çözülmüş olacağı için temel ilke ve kurumların gelişmesinde daha fazla ilerleme olmayacağı görüşüdür.
Fukuyama, tarihi yapanın ideolojiler olduğu düşünüldüğünde liberalizmin karşısında olan faşizm ve komünizmin tarih içinde yok olmaları sonucu, sadece liberalizmin kalması ve bununda bir ideolojik karşılaşma olamayacağını düşündüğünden ‘‘Tarihin Sonu’’ demiştir. Bu sonda; liberalizm ekonomik, demokrasi ise politik açıdan yönetim için en uygundur şeklinde belirtilmiştir. Tarihin bütün gelişmesi boyunca insan hep kabul görme peşinde koşmuş ve tarihin önceki evrelerinde itici güç bu olmuştur. Şimdi, modern dünyada insan kabul görmeyi nihai olarak bulmuş ve tam bir tatmine ulaşmıştır. Ancak bu boyuta ulaşmasında Medeniyetler Çatışması etken olacaktır. Bu duruma göre Liberal Demokrasi, Tarihin Sonu olmaktadır. Bu açıdan İnsanlık tarihi ideolojilerin birbirini takip etmesinin bir nevi çatışmasıdır. Bu çatışma sona ermiş, yani dünya liberal demokrasinin üstünlüğünü kabul etmiştir.
Bu bağlamda Fukuyama’ya göre insan doğasına en uygun yaşam biçimi ve toplumsal düzen liberalizmin hüküm sürdüğü düzendir. Tarih boyunca bu düşünceyi ve buna bağlı kurulmuş ya da kurulabilecek düzeni ortadan kaldırmayı amaçlayan güçler ile liberal düzeni daha da geliştirmeyi amaçlayan güçler arasında çatışmalar olmuştur. Fukuyama’ya göre monarşik yapılar, imparatorluklar, dini merkezler hep liberal düşünceyi ve onu savunanları alt etmeyi amaçlamış, ancak zaman içinde liberalizm hep üstün gelmiştir. Komünist ve faşist rejimler de geçmişte ortaya çıkmış liberalizm’in diğer anti-tezleridir. (1)
ABD’li siyaset bilimci Samuel Huntington 1991 yılında demokrasi dalgalarını üç döneme ayırmıştı. Bu teoriye göre üç demokrasi dalgasına karşılık dünyada iki de ters dalga yaşanmıştı. İlk dalga 1828-1926 yılları arasında Atlantik ve Avrupa’da etkili olmuş, sonra çekilme dönemine girmişti. Bu dönemde 29 demokratik ülke ortaya çıkmıştı. (İlk dalga özellikle oy hakkının yaygınlaşması, temsili meclislerin oluşması, sorumlu hükümet sistemlerin yerleşmesi gibi gelişmelerle, 20. yüzyılın başlarından itibaren İngiltere, ABD, Fransa, Almanya gibi ülkelerde kendisini göstermiştir. Ancak bu süreçte İngiltere, ABD gibi ülkelerde dahi henüz kadınlar ve siyahlar oy hakkından mahrumdular. Esasen bugünkü demokratik değerler açısından kabul edilemez olan bu durum, demokratikleşmeyi anlatması bağlamında o günün şartlarında Huntington tarafından anlamlı ve yeterli görülmüştür.)
Birinci ters dalga 1922-1942 yılları arasındadır: Mussolini’nin iktidara gelmesi ile başlayan dönemdi. (Birinci ileri dalga, 1920’li yıllarda Avrupa’da faşist diktatörlüklerin kurulmasıyla son bulmuştur. 1922’de Mussolini İtalya’da ve arkasından Hitler Almanya’da demokrasiyi yıkmıştır.)
İkinci demokrasi dalgası 1943-1962 yılları arasında yükselmiş, demokratik ülke sayısı 36 olmuştu. (İkinci demokratikleşme dalgasının ise II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıktığını ifade eden Hugtington’a göre, demokrasiyi savunan müttefiklerin savaşı kazanması ikinci dalganın oluşmasında etkili olmuştur. Bu dalganın sonucunda ise, Türkiye de dâhil olmak üzere Asya, Avrupa, Afrika ve Güney Amerika’da 22 bağımsız devlette baskıcı yönetimlerden demokrasiye geçilmiştir.)
İkinci ters dalga 1958-1975 yılları arasındaydı ve demokratik ülke sayısı 30’a düşmüştü. Askeri yönetimlerin iktidara oturduğu ülkeler arasında Portekiz, Yunanistan ve Türkiye de vardı. (İkinci dalga da, 1960’lı yıllarda Latin Amerika ve bazı Asya ülkelerinde ters dalgaya dönüşmüş ve demokrasiler yerine diktatörlükler kurulmuştur.)
Son dalga 25 Nisan 1974’te Lizbon’da bir radyo istasyonunda çalan Grandola Vila Morena adlı şarkıyla başlıyordu. Kadife Devrim olarak bilinen şiddetsiz bir askeri darbe ile Portekiz’de yükselişe geçen yeni demokrasi dalgası, Soğuk Savaş’ın (1949-1989) bitiminin ardından iyice coşmuştu. [Üçüncü dalga ise 1974’te Yunanistan ve Portekiz’de diktatörlüklerden demokrasiye geçilmesiyle birlikte başlamış ve 80li yılların sonuna kadar dünyanın birçok ülkesine yayılmıştır. Otuzdan fazla ülkenin demokrasiye geçiş yaptığı üçüncü dalgada, dış siyasetlerinde önemli değişiklikler yapan Avrupa Topluluğu (AT), ABD ve SSCB ile kendi doğasına tamamen ters bir şekilde otoriterliğe karşı çıkmaya başlayan Katolik Kilisesi’nin büyük etkisi olmuştur.]
Huntington’a göre küreselleşmenin hikâyesi ile Üçüncü Dalga’nın hikâyesi birlikte yazılacaktı. Küresel süreç, demokrasinin önüne çekilen bütün setleri yıkıp geçerken ekonomik piyasaları da serbestleştirerek, hukuk kurallarını evrenselleştirecek ve insan topluluklarını özgürleştirecekti. Ama beklendiği gibi olmadı. (Hungtington, 1974’te demokrasiye geçişlerle başlayan üçüncü demokratikleşme dalgasının henüz ters bir dalgayla karşılaşmadığını, aksine Sovyet Bloğu’nun çökmesiyle birlikte 1990’lardan itibaren daha güçlü hale geldiğini ifade ederek ters bir dalganın olup olmayacağı ile ilgili bir bilgi vermemektedir.) (2)
Rusya Ukrayna savaşı ile yeni bir dünya resmen başlamış oldu. Ukrayna savaşı öncesi kendini lağvetmeyen NATO genişlemesine hızla devam ediyordu. Bu bir bakıma potansiyel bir savaş ya da “yeni bir soğuk savaş” durumu idi. Artık 1991 öncesine-sosyalizm ideali olmadan-dönüldü. Çin’in bu aşamada safına seçmesi ya da izleyeceği politika önem kazanır. Tarihin sonu gelmedi. Artık Batı’nın karşısında Rusya, emperyalizmin karşısında emperyalizm ve kapitalizm karşısında kapitalizm var.
Yararlanılan Makaleler:
(1)Gamze Kacar, https://tuicakademi.org
(2)Füsun Kavrakoğlu, https://kavrakoglu.com