Sevil KURDOĞLU yazdı – SSCB’nin, Nazi Almanya’sıyla işbirliği içinde Polonya’yı işgal ettiği tarih olan 17 Eylül 1939’dan, NKVD’nin* başındaki Lavrentiy Beria’nın Stalin’e yazdığı ve ‘’savaş esirlerinin’’ öldürülmesi için onay istediği, Stalin’in de öldüğü gün olan 5 Mart gününde yazılmış, meşum mektubun tarihi olan 5 Mart 1940’a kadar aradan sadece beş buçuk ay geçmiş. Beş buçuk ayda böylesine büyük bir katliamı örgütleyen bir işgal gücünün günlük hayatta insanlar üzerinde nasıl bir baskı kurabileceğini ve neler yapmış olabileceğini tahmin etmek zor değil. Çünkü SSCB’nin amacı Doğu Polonya’da topyekün şiddetle dayalı bir ilhak rejimi kurmaktı.
İkinci Dünya Savaşı’na günler kala, 23 Ağustos 1939’da Sovyetler Birliği ile Nazi Almanya’sı arasında ünlü Saldırmazlık Paktı imzalandı. Almanya’nın savaş çıkaracağı biliniyordu. 30 Mart 1938’de Fransa ve Britanya ile yaptığı Münih Paktı ile Çekoslovakya’daki etnik Almanların yaşadığı, Almanca konuşulan Sudetenland üzerinde hak iddia etmesine ve ilhak etmesine göz yumulan Hitler, Mart 1939’da da Çekoslovakya’nın geri kalanına girmiş ve bir kısmını daha işgal etmişti. Böylece Britanya ve Fransa ile 1938’de imzaladığı anlaşmayı da çiğnemişti.
Hitler’in Doğu’ya doğru daha kapsamlı bir saldırıya geçeceğine dair ipuçları kuvvetliydi: ırkçı Nazi ideolojisi Almanya’nın doğusundaki toprakları Alman ırkının yaşama alanı (Lebensraum) olarak gördüğü gibi, komünizmi de ortadan kaldırılması, yok edilmesi gereken bir ideoloji-sistem olarak görüyordu.
Ancak Hitler önce Batı’ya yürümek, Fransa’yı işgal etmek ve bunu yaparken de Doğu’da arkasını sağlama almak istiyordu. Hitler’in eninde sonunda Sovyetler Birliği’ne saldıracağı hakkındaki kuvvetli kanıtların varlığı nedeniyle, Stalin uzun zamandır Britanya ve Fransa ile bir karşılıklı güvenlik anlaşması yapmak için çabalamış ama bu gerçekleşmemişti. Onun en önemli hedefi muhtemel bir savaşı olabildiğince geciktirmek, zaman kazanmaktı. Politika değişikliğine karar vererek Almanya ile anlaşmaya varmanın yolları arandı. Önce, Britanya ve Fransa ile bir anlaşmanın peşinde koşan Dışişleri Bakanı Litvinov’u uzaklaştırarak yerine 1986’da ölene kadar hem Politbüro üyesi hem de Dışişleri Bakanı olan Vyaçeslav Molotov’u atadı.
Molotov kısa bir süre sonra Nazi Dışişleri Bakanı Ribbentrop ile görüşmelere başladı. 23 Ağustos 1939’da Moskova’da Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı imzalandı. Pakt’ın maddeleri açık ve anlaması kolaydı: iki ülke birbirlerine saldırmayacaktı; Pakt’ın üyelerinden birine karşı saldırgan bir tavır alan üçüncü bir partiyi Pakt’ın diğer üyesi desteklemeyecekti: yani, örneğin, Avusturya’lı veya Çekoslovakya’lılar Nazi’leri ülkelerinden atmaya kalkarsa SSCB onlara yardım etmeyecek/onlardan yana tavır almayacaktı; ortak çıkarları hakkındaki konularda görüşmeye devam edeceklerdi. Antlaşma 10 yıl sürecek, taraflardan biri 10 yılın bitiminden 1 yıl önce Antlaşma’yı bitireceğini belirtmezse otomatik olarak 5 yıl daha uzayacaktı. Bunlar Pakt’ın bilinen-herkese açık maddeleriydi. Ek olarak imzalanan Gizli Protokoller ise Doğu Avrupa’yı Alman ve Sovyet nüfuz alanlarına bölüyordu.
Polonya’nın doğusu (Narew, Vistula ve San nehirlerinin doğusu) SSCB’nin, Batı’sı ise Almanya’nın nüfuz alanı altında olacaktı. Litvanya, Latviya ve Estonya ile Finlandiya Sovyet nüfuz alanına ait olacaklardı. Protokol daha da ileri giderek Besarabya’yı Romanya’dan koparmayı karara bağladı. 28 Eylül 1939’da imzalanan ek bir protokol Litvanya’nın sınırlarını tayin etti ve Besarabya’yı Sovyet nüfuz alanına dahil etti. 10 Ocak 1941’de -yani hem Almanya hem SSCB Polonya’yı Doğu’dan ve Batı’dan işgal edip ikiye böldükten 16 ay sonra- imzalanan üçüncü bir ek protokolle ise Almanya, Litvanya’nın ‘’hak’’ iddia ettiği kısmını ‘’iki ülkenin aralarında anlaştıkları miktarda para karşılığında’’ SSCB’ye bırakıyordu. (Bu aslında ibret verici bir durumdur, çünkü Hitler Fransa’yı işgal etmiş ve güçlerini 6 ay sonra girişeceği SSCB’yi işgal harekatı için hazırlamaktadır.)
SSCB Gizli Protokol’lerde kendine düşenleri garanti altına almak için Finlandiya’ya saldırdı ve Karelya kıstağını ele geçirdi. Litvanya, Letonya ve Estonya ise ‘’Sovyet Cumhuriyetleri’’ olarak örgütlendiler ve SSCB tarafından ilhak edildiler, ta 1991’de bağımsız oluncaya kadar da öyle kaldılar. SSCB 1989’a kadar gizli protokollerin varlığını inkar etti.
Saldırmazlık Paktı’nın imzalanmasından 9 gün sonra Nazi Almanya’sı Polonya Cumhuriyeti’nin batısını işgal etti. Sovyet Kızıl Ordu’su ise 17 Eylül’de doğu sınırından Polonya’ya girdi ve işgal ettiği toprakları Belarus ve Ukrayna Sovyet Cumhuriyetleri’nin parçası haline getirdi, böylece Polonya’nın iki ülke arasında ilhakı fiilen gerçekleşmiş oldu.
İşgalden sonra geniş bir tutuklama kampanyasına girişildi. Sovyet Rusya’nın kontrolü altına giren Polonya’dan kaçmayan, kaçamayan, kaçacak vakti bulamayan Polonya ordusu subaylarının büyük bir kısmı, çok sayıda yedek subay, polis memuru, istihbarat servisi memurları, üniversite hocaları, hakimler, yazarlar, sanatçılar, bazı büyük toprak sahipleri ve fabrika sahipleri de, sayıları 22.000’i bulan Polonya’lı tutsak-savaş esiri arasındaydılar. Bu insanlara dair, muhtemel bir direniş-ayaklanma hareketinin başına geçebilecek, bunun gerektirdiği fikri ve pratik becerilere sahip oldukları kadar, saygınlık ve güven uyandırıcılıkları oldukları iddiaları yanlış sayılmaz. Nitekim aydınlar, çoğu yaşlı sayılabilecek üniversite hocaları, yargıçlar günlük yaşamlarının ortasından -ya evlerinden ya da kürsülerinden alınıp götürülmüşlerdir, tabii bir daha geri dönmemek üzere.
Sadece ‘’geri dönmemek üzere’’ değil, hiçbirisi bir daha hiçbir yakınını görmedi ve yakınları da akibetlerinden yıllar sonra haberdar oldular. Rusya ise ancak 1991’de suçunu kabul etti. Andrezj Wajda’nın kendisiyle yapılan röportajda annesinin babasını nasıl ‘’umutsuzca ve çaresizce aradığını’’ söylediğini hatırlayalım. Kafalarının arkasından tek kurşunla öldürüldükleri o ana kadar, neden alındıklarına, suçlarının ne olduğuna, haklarında ne gibi bir işlem yapılacağına, tabi oldukları kurallara dair hiçbir bilgileri yoktu.
SSCB’nin, Nazi Almanya’sıyla işbirliği içinde Polonya’yı işgal ettiği tarih olan 17 Eylül 1939’dan, İçişleri Bakanı* Lavrentiy Beria’nın Stalin’e yazdığı ve ‘’savaş esirlerinin’’ öldürülmesi için onay istediği meşum mektubun tarihi olan -aynı zamanda Stalin’in 1953’te öldüğü gün- 5 Mart 1940’a kadar beş buçuk ay geçmiş. Beş buçuk ayda böylesine büyük bir katliamı örgütleyen bir işgal gücünün günlük hayatta insanlara neler yapmış olabileceğini tahmin etmek zor değil.
Komünizmin azılı bir düşmanı olan, kısa bir zaman önce Avusturya’yı ve Çekoslovakya’nın büyük bir kısmını ilhak etmiş, Almanya’nın doğusunu Alman ırkının yaşama alanı olarak görüp savaş hazırlıkları yapan bir rejimle hem saldırmazlık paktı imzalamak hem de gizli protokollerle Doğu Avrupa’yı paylaşmak anti-demokratik, halklara dost olmayan, saldırgan ve ilhakçı bir güç olmakla mümkündür. Burada insanın aklına ister istemez Rus Devrimi’nin daha ilk günlerinde hem Çar hükümetlerinin hem de Geçici Hükümet’in emperyalistlerle yaptıkları gizli antlaşmaları ifşa eden devrimci hükümet geliyor. Başında Troçki’nin bulunduğu Dışişleri Halk Komiserliği’nin açıklaması şöyle diyordu: ‘’Gizli diplomasi, çoğunluğu kendi çıkarlarının hizmetine koşmak için aldatmak zorunda olan mülk sahibi azınlığın elinde gerekli bir silahtır. Dünya çapındaki ilhak planlarıyla, yağmacı ittifakları ve karanlık entrikalarıyla gizli diplomasi sistemini en yüksek dereceye kadar geliştirdi… Gizli diplomasinin lağvedilmesi onurlu, halkçı ve gerçek demokratik politikanın ilk ihtiyacıdır.’’ (23 Kasım 1917, 221 sayılı İzvestiia’dan)
Ama Katyn katliamının asıl korkunç olan yanı şiddetin aleni ve pervasızlığı, hukuksuzluğu/kuralsızlığı, acımasızlık boyutu, kapsamı ve buna eşlik eden yalancılık, sahtekarlık derecesidir. 22.000 kişinin bu her bakımdan korkunç olan ölümlerine ek olarak, on yıllar boyunca yalan ve sahtekarlıkla saklanmış olması ve hiçbir sorumluluk alınmamış olmasıdır, ta ki rejim yıkılıncaya kadar. Saldırmazlık Paktı, imzalanmasından 20 ay sonra, Haziran 1941’de, Hitler 3,8 milyonluk bir orduyla Rusya’ya saldırınca bir kağıt parçası haline gelmiştir. Nazi orduları daha önce Sovyet işgali altında olan Doğu Polonya’da kendi terör rejimlerini kurup yerleşince, 1940 yılının bahar aylarında katledilen Polonya’lı savaş esirlerine ait kitle mezarlarını keşfetmişler ve bunu hem Sovyet rejimine karşı hem Müttefikleri bölmek için kullanmaya çalışmışlardır. Ancak, SSCB hükümeti bunun bir ‘’Nazi yalanı’’ olduğunu, katliamı yapanların Nazi’ler olduğu yalanını ısrarla tekrarlamıştır. ABD ve Britanya ise çok kritik bir savaşta, çok önemli bir müttefiki kaybetmemek için Nazi iddialarının üstüne gitmedikleri gibi, gidenleri de susturmuşlardır.
Daha korkunç olanı ise, Kızıl Ordu’nun Nazi’leri önüne katıp Berlin’e yürürken, Eylül-Ekim 1943’te Smolensk’i geri aldıklarında giriştikleri üstünü örtme operasyonudur. Mezarları açıp ölmüş Polonya’lıların ceplerine öldükleri tarihten sonra ‘’yazılmış’’ gibi mektuplar koymaya, failleri bulmak için uydurma araştırma komisyonları kurmaya kadar bir dizi sahtekarlığa başvurmuş olmalarıdır.
Şüphesiz Smolensk’teki ormanlarda Polonya’lı savaş esirlerinin başına gelenlerin prelüdü Sovyet Rusya’da 1929’da NEP’e son verilmesi ve zorla kollektifleştirmeye geçilmesi ile başlayan kitlevi açlık, terör ve 1934-39 arasındaki düzmece mahkemelerde mahkum edilip, yok edilenlerin arkasından kurulan politik-ekonomik bütün bir sosyal hayatın, hatta özel hayatın, her alanını kontrol eden şiddet rejiminin kurulmasıdır. Şiddetle yoğrularak şoka uğramış bir toplum, hiçbir söz hakkı, itiraz hakkı olmayan toplumlar bir iç çöküş yaşıyorlar. Hele de nesiller boyunca hiç ara vermeden devam eden bir topyekün baskı ve şiddet rejimi insanların demokratik tepki gösterme hassasiyetlerini-potansiyellerini, cesaretlerini dumura uğratmakta, geriye demokrasinin kurulabilmesi açısından büyük engelleri aşmak zorunda olan, şaşkın toplumlar kalmaktadır. Böylesi toplumlarda demokrasi, sosyal-ekonomik eşitlik mücadeleleri vermek üzere yola çıkanlar çok büyük handikaplarla olduğu kadar çok büyük sorumluluklarla da karşı karşıyadırlar.
Tabi, ‘sovyet cumhuriyeti’, ‘kızıl ordu’ ve benzeri terimleri bu yazının bağlamında kullanmak zorunda kalmak da sosyalistler açısından, hikayenin alışılması çok zor olan başka bir yanı.
* NKVD: İçişleri Halk Komiserliği’nin baş harflerinden oluşmuş kısaltılmış halidir.