Ayşegül SANDIKCIOĞLU yazdı: “Açıkçası pedagoji alanına dair okuma yaptıkça yolda gördüğüm her çocuğu pamuklara sarmalayıp kendimizi de olabildiğince büyük terapi odalarına almayı istiyorum.”
Son zamanlarda bir ebeveyn olarak çocuğumla olan ilişkilerimi gözden geçirebilmek, hem onu hem de onunla beraber sürekli öğrenerek değişen ve yenilenen kendimi anlayabilmek adına okumalarımın arasına koymayı ihmal etmemeye çalıştığım alana geri döndüm. Pedagoji kitaplarına. İlk zamanlarda bu okumaların yukarıda da söylediğim gibi çocuğumla olan ilişkilerimi, onunla beraber kendimi gözden geçirmemi sağlayacağını düşünürken, açıkçası özellikle son zamanlarda çevremi, içinde yaşadığım toplumu, hatta içinde bulunduğum demokratik kitle örgütlerini, STK’ları ya da sol ve sosyalist çevreleri sorgulamama neden olduğunu söyleyebilirim. Hatta hepimiz adına duyduğum derin bir kaygı ve üzüntüyle birlikte…
Meğer toplumsal olarak yaşadığımız derin ayrışmalar, ondan da derin iletişimsizlik ‘yeteneğimiz’, asla dinleyemiyor oluşumuz, empati yoksunluğumuz, demokrasi kültürü yoksulluğumuz… Tüm ama tüm bunların kökeninde daha çocukluğumuzda maruz kalmaya başladığımız itaati kutsayan şiddet kültürü ve birçoğumuzun içine çekildiği o akıllara zarar disiplin kültürünün izleri var. Açıkçası pedagoji alanına dair okuma yaptıkça yolda gördüğüm her çocuğu pamuklara sarmalayıp kendimizi de olabildiğince büyük terapi odalarına almayı istiyorum.
Partiler, dernekler, sendikalar ve hatta adına dayanışma dediğimiz kolektifler içerisinde kurduğumuz o gizli bile olmayan, göze sokula sokula kurulan iktidarlar… Bunlar hep bir demokrasi sorunu evet. Ama daha da başta birey olma sorunu. Birey olma ihtimali daha çocukken zedelenen koskoca bir jenerasyonlar toplamının sonucu tüm yaşadıklarımız. İnanın işimiz çok zor.
Dramsız disiplin de varmış oysa ki!
Dr.Daniel J. Siegel ve Dr. Tina Payne Bryson’un yazdığı Dramsız Disiplin kitabından bahsetmek istiyorum biraz. Bütün Beyin Yaklaşımı isimli bir yaklaşımı savunan yazarlar, kitap boyunca beynin değişen, değiştirilebilen ve derinlikli bir yapısı olduğuna vurgu yapıyorlar. Temelde savundukları şey; çocuklarımıza bir şeyi öğretirken ya da onlar üzerinde bir disiplin oluşturmaya çalışırken sevgi, empati ve şiddetsiz iletişim kurmanın önemi. Yani aslında çocuklarımızla bir yetişkin olarak ‘çatışmayı’ değil onlarla doğru iletişim kurarak yönlendirme yapılması gerektiğini savunuyorlar. Aksi takdirde yalnızca savunmaya geçen alt beyin fonksiyonlarının çalışacağını ve bunun da dürtüsel olarak yalnızca çatışma, kaos ve kendini koruma refleksi doğuracağını vurguluyorlar.
Tüm bunları deneyimler ve örneklerle açıklamaya devam eden yazarlar, örneklerden birinde küçük bir çocuğun istediği bir şeyi elde edemediğinde bir anda bağırabildiği kadar bağırdığını ve eline geçen her şeyi bir yerlere fırlatmaya başladığından bahsediyor. Örnek, ebeveynlerin tutumu ve olası senaryolarla kurulmaya devam ediyor. Örneği okurken gözümün önünde yalnızca bir çocuğun olur olmaz bir yerde bağırıp çağırmasının yanında yaşadığım ülkedeki toplum ve bu toplumun bir parçası olan bizler canlanmaya başladı. Onu sevmiyor diye kadınları öldüren erkekler, sırf kendisi gibi düşünmüyor diye kendine muhalif olan herkesi cezalandıran iktidarlar, 80 öncesi benim teorim senin teorini döver diyerek birbirini öldüren sosyalistler ve bugün hala yüz yüze iletişim ve tartışma olanaklarını alabildiğince başarısızca yürüten yine bizler… Tüm bu kaosların yanında istediğini elde edemediği için kaos yaratan çocuk için hangi disiplin yöntemini seçmeliyiz?
Bitmeyen ergenlikten kurtulmanın bir yolu var mı?
Toplumca ‘Bitmeyen ergenlik’ gibi bir sorunumuzun olduğu konusunda sık sık farklı yazarlardan bu minvalde veryansınlar okuyorum. Ve çok da katılıyorum. Bu duruma katılmamın birçok nedeni olmakla birlikte bu yazının konusu gereği özellikle birbirimizle doğru iletişim kurmadaki sorunlarımız odağında kalmaya çalışıyorum. Bu konuya dair az önce bahsettiğim Dramsız Disiplin kitabından bana çok önemli gelen bazı alanlardan alıntı yapmak istiyorum. Bütün Beyin Yaklaşımı’na göre beynin değişen, değiştirilebilen ve derinlikli bir sistem olduğunu açıklayan ve çocuk eğitimi konusunda bunu asla gözden kaçırmamak gerektiğinden bahseden yazarlar, hepimizin anlayabileceği şekilde fizyolojik açıdan alt ve üst beynin yapısını ve fonksiyonlarını açıklayarak işe başlıyor:
“Bir çocuğun beyni yapım aşamasındaki bir ev gibidir. Beynin alt katı, “sürüngen beyin” ve “eski memeli beyin” denilen beyin sapından ve limbik bölgeden oluşur. Kafatasınızda burun kökünüzden boynunuzun üst kısmına kadar yer alır ve beyin sapı doğumdan itibaren oldukça etkindir. Bu alt beynin daha ilkel olduğunu düşünürüz çünkü en temel zihinsel ve sinirsel işlevlerimizden sorumludur: güçlü duygular, küçüklerimizi korumak gibi içgüdüler, nefes almak, uyku ve uyanıklık döngüleri ile sindirimi düzenleyen temel işlevler. Alt beyin yürüme çağındaki bir çocuğun bir oyuncağı atmasına ya da ona engel olan birini ısırmasına neden olur. Tepkiselliğimizin kaynağı olabilir ve sloganı “Hazır ol! Nişan Al! Ateş!” tir.
Çocuktaki sorgulamadan kendini koruma refleksinin, ihtiyaçlarını tatmin etme dürtüsünün altında yatan gerçeğin aslında alt beyinden kaynaklandığını görüyoruz. Ancak büyüdükçe yeteneklerimizin bununla sınırlı olmadığını ve beyin gibi muazzam bir yapıya sahip olduğumuzu bize gösteren farklı bir gerçeklikle daha karşılaşırız. Yazarlar bu gerçekliği ise ‘Üst beyin’ olarak bize açıklıyor:
“Alt beyin tüm ilkel işlevleriyle canlıdır ve en küçük çocuklarda bile iyi işler. Daha çok yönlü ve karmaşık düşünceden sorumlu üst beyinse doğumda gelişmemiştir, bebeklik ve çocukluk döneminde büyümeye başlar. Üst beyin, serebral korteksten oluşur ki bu, doğrudan alnınızın arkasında yer alır ve beynin en dış tabakasıdır. Tüm bu gelişmemiş işlevleriyle alt beynin aksine üst beyin dengeli, anlamlı hayatlar yaşayıp sağlıklı ilişkiler kurmamızı sağlayan bir dizi düşünsel, duygusal ve ilişkisel beceriden sorumludur. .. Yirmili yaşların ortalarına gelene kadar bir insanın üst beyninin tamamen şekillenmeyeceğini söylemek üzücü.”
Sağ temporal parietal korteks, başkasının zihninde ne olduğunu anlamamızı sağlamada özel bir rol oynar. Bir durumu ya da sorunu başkasının gözünden gördüğümüz zaman sağ temporal parietal korteks aktif hale gelerek alnın hemen arkasında bulunan prefrontal korteksteki bölgelerle birlikte çalışır ve esas olarak başkasıyla empati kurmamıza izin verir. Çocuklarımızın içgörü, empati ve ahlaki düşünceye sahip olmalarını sağlarken onların akıl gözünü de geliştirebiliriz. Empati tabii ki manevi ve ilişkisel hayatlarımızı önemli ve temel biçimde etkiler.
Kısacası üst beynin işlevleri; iyi karar verme, duyguları ve bedeni kontrol etme, esneklik, kendini anlama, ahlak ve empati olarak ortaya çıkıyor.
Empati mi, o da ne?
Çocuklarla iletişim üzerine kurulan bu kitabı okurken gerçekten sık sık hissettiğim duygu şuydu: Jenerasyon olarak çok büyük bir kısmımız yalnızca alt beynimizle ayakta kaldığımız bir çocukluk ve ergenlikten geliyoruz. ‘Hedef Al! Nişan! Ateş!”. Bizim ebeveynlerimiz de aynı şekilde ve onların ebeveynleri de. Üstelik özellikle Türkiye gibi toplumlarda demokrasi kültürünün zayıflığı – itaat kültürünün gücü nedeniyle tüm bunlar ‘Sevgi’ ile karıştırılmış halde. Fiziksel şiddetin en zayıf olduğu ailelerde bile uçan terlikler ya da 5 kardeş diye sözüm ona espriye dökülen tokat, adeta kültürel bir gerçek. Hatta sofrada yeri kadından da sonra gelen çocuklar. Hal böyle olunca yazarların çocuklarımız için bize gösterdikleri sevgi ve iletişimli disiplin yani ‘Dramsız Disiplin’ anlatısına jenerasyon olarak gerçekten çok ihtiyacımız var. Ve inanın buna yoğunlaşmak yalnızca çocuklarımızla olan iletişimimizi etkilemeyecek. Bu aslında biz yetişkinlerin dünyasında da çok ihtiyaç duyduğumuz bir konu. Çünkü hala birbirimizle evde, işyerinde, sokakta, siyasette, partilerde, sendikada ya da dayanışma örgütlenmelerinde adeta alt beyin fonksiyonlarımızla ilişki kuruyor ve tartışıyoruz. İçinde bulunduğumuz ülkede kendimizi gittikçe daha fazla savunma mekanizmasına çekerek ‘Hedef Al! Nişan! Ateş!’ pozisyonunda tutuyoruz. Sürekli saldırı altında hissediyoruz. Bu çoğunlukla doğru olabilir. Fakat bunun yaşamak istediğimiz gerçeklik olması ve ilişkilerimizi bu minvalde kurmaya gönüllü olmamızı büyük bir problem olarak tanımlamalıyız.
Manüpilatif olanın iktidarı
Konuşamıyoruz farkında mısınız? Aslında daha da önemlisi, belki de çok konuşuyoruz. Biz aslında temel olarak dinleyemiyoruz. Dinlediklerimizi anlamak ya da empati geliştirmek için değil yeniden bir taktik ya da strateji kurmak için dinliyoruz. ‘Sen bir sus, bak ben şimdi buna nasıl cevap vereceğim!’ diyen bakışlar, mimikler ve vücut dili ile dinliyoruz. Sonuç; kimsenin birbirini dinlemediği yerde ortaya çıkan nur topu gibi bir kaos. Sonuç; istediğimiz şeyi nedenleri ve sonuçları ile ifade edememek. Sonuç; istediğimiz şeyi istememek, dayatmak. Sonuç; ‘karşı taraf’ daha manüpilatif çıkarsa istediğimiz ve belki de çok ihtiyacımız olan o şeyi talep bile edememek. Sonuç; kazık kadar insanların alt beyin çatışmaları, savunma mekanizmaları, saldırı taktik ve stratejileri… Oysa ki aynı bireyler çocukları birbirlerini dinlemediklerinde, empati kuramadıklarında ya da kavga ettiklerinde ne de rahat söyleyebiliyor: “Arkadaşınla böyle konuşamazsın!”, “İstediğin şeyi bu şekilde elde edemezsin!”.
Katıldığım o kadar çok toplantıda bunları yaşıyor ve söylemek istiyorum ki…
İzolasyonlu ilişkiler
Sürekli alt beyinlerimizle ilişkilendiğimiz ve buna maruz kaldığımızı düşündüğümüz sosyal çevrelere sahipken, çocuklarımızdansa üst beyinleri ile hareket etmelerini bekliyoruz. Onlardan empati istiyoruz. Hem de iletişimsizliği daha da körükleyen taktiklerle. Eskiler belki bir terlikle bir şaplakla meseleyi çözerken, yeni nesil ‘git bakalım odana ve bu yaptığını düşün’ diyerek izolasyonu ve iletişimsizliği bir disiplin aracı olarak görüyorlar. Çocuk odasına gidiyor, sözüm ona düşünüyor. Varabileceği tek yer, bir daha bilgisayarsız, telefonsuz, tabletsiz ve şefkatsiz kalmamak için salona gidip özür dilemek. Bayılıyoruz sevgisiz, temassız, anlamaya dönüklükten uzak disiplinlere. Ve yetişkinler dünyasında da aynısına devam ediyoruz. Birisi sevmediğin bir şey mi yaptı, whatsaptan engelle. Toplantıda çok mu saçma şeyler söyledi; mahalle baskısı kur, hatta gruptan soyutla. Herkes korksun yarın ben de izole edilir miyim, sosyal ortamım olan bu gruptan dışlanır mıyım diye. Çünkü her ne kadar işle ya da siyasetle ilgili olursa olsun, olduğumuz her grup bir nevi içinde kendimizi güvende hissettiğimiz bir alan. Akvaryumdaki bir balığın akvaryumun dışına atılmaktan korkması gibi. Zira denizi ya da okyanusu bilmeyen bir akvaryum balığı için ‘Zaten burası oldukça dardı’ diyebilmek son derece zor bir durum. Bunu ancak akvaryumun dışına gittiğinde görebilecek, tabi akvaryumdan atılıp denize düşebilecek kadar şanslıysa.
Demokrasi İçin Pedagoji
Sonuç olarak bence çocuğunuz olsun ya da olmasın, kendinizden başlayarak ilişkilerinizi ve sonunda da toplumu yeniden şekillendirmek gibi bir derdiniz varsa lütfen pedagoji kitapları okuyun. Çocukluğunuzu, kendinizi ve toplumu yeniden değerlendirin. Neden bu ülkede bu derece bir demokrasi talep etme yoksulluğu var sorumun cevabını bu alanda buldum diyebilirim özetle. Çünkü demokrasi isteyebilmek için sağlıklı ‘bireyler’ olmak gerekiyor. Sağlıklı bireyler olabilmek içinse en azından kendi mikro alanlarımız ve örgütlenmelerimizden başlayan bir empati ve iletişim sağlayan, derinleştirilmiş bir üst beyne ihtiyacımız var.
Bu yüzden de sağlıklı birey, sağlıklı mikro ilişkiler, sağlıklı örgütlenmeler ve sağlıklı bir demokratik bilinç için başlığı hatırlatarak bitirmek istiyorum: Partiler, sendikalar, dernekler ve her türden dayanışma örgütleri… Çocukluğumuza dönelim mi?
Bu yazıya ilham olan tavsiye kitap: Dramsız Disiplin – Dr.Daniel J. Siegel, Dr. Tina Payne Bryson, Pegasus Yayınları, 2018