Arif Koşar Evrensel’e yazdı – Esnaf-kurye modeli işçilerin örgütlenmesini istemeyen, sigorta, yıllık izin, kıdem tazminatı, işsizlik fonu ödemesi vb. “masraflardan” kurtulmak isteyen şirketlerin bulduğu kurnazca bir formül.
Peş peşe patlak veren Trendyol, HepsiJet, Sürat Kargo, Scotty, Yemek Sepeti ve Yurtiçi Kargo işçilerinin eylemleri yeni bir tartışmayı gündeme getirdi: Esnaf-kurye modeli.
Aslında, bu modelin İş Kanunu’nun arkasından dolanmak için şirketlerin geliştirdiği yeni istihdam biçimlerinden birisi olduğu herkesin malumu.
Yüzlerce/binlerce işçi çalıştırması gereken, ancak bu işçilerin örgütlenmesini istemeyen, sigorta, yıllık izin, kıdem tazminatı, işsizlik fonu ödemesi vb. “masraflardan” kurtulmak isteyen şirketlerin bulduğu kurnazca bir formül.
Model nasıl işliyor?
Şirketler, işçi istihdam etmek istediğinde sigorta girişini yapıp çalıştırmak yerine, ona hiçbir güvencenin olmadığı bir paket sunuyor. Bu paket oldukça süslü. Yönetmen Ken Loach’ın, “Üzgünüz, Size Ulaşamadık” filminde, şefin, iş başvurusu yapan kurye Ricky’e anlattıkları süslü kısmın özeti:
Şef: Ama yine de işin başında bazı şeyleri netleştirelim. Seni işe almıyoruz. Buna katılmak diyoruz ve bizimle çalışıyorsun. Yani bizim için araç kullanmıyorsun ama hizmet ediyorsun. İşe alım sözleşmesi yok, performans hedefleri yok, sadece teslimat standartlarından sorumlusun. Maaş yok ama ücret var. Anlaşıldı mı?
Ricky: Evet.
Şef: Net mi?
Ricky: Tabi tabi tabi, sorun yok, iyi. Evet, evet.
Şef: Mesai saati yok, müsait olman yeter. Bize katılınca markamızla kendi dağıtım işini kuruyorsun. Kendi kaderini kendin belirliyorsun Ricky.
Esnaf-kurye modelinde, şefin teklifini kabul eden kuryeler öncelikle şirketin yönlendirmesi ile bir şahıs şirketi kuruyor. İşte tam olarak bu noktadan sonra ilişki işçi ile işveren arasında, işçinin İş Kanunu ile en azından bazı haklarının korunduğu bir ilişki olmaktan çıkıyor. Artık yasal açıdan işçi ile işveren yok, anlaşma yapmış, iki eşit şirket var. Bir yanda Türkiye’nin kargo ya da dijital ticaret tekelleri diğer yanda üç aşağı beş yukarı asgari ücret kadar gelir elde eden şahıs şirketi! İş Kanunu devre dışı, şirketlerin ilişkilerini düzenleyen Borçlar Kanunu devrede.
Ana şirket, standart bir sözleşmeyi işçiye, başka bir deyişle şahıs şirketine imzalatıyor. Sözleşme standart. İşçinin pazarlık ya da sözleşmede değişiklik hakkı yok. “Canın isterse” modeli! Ana şirket, tamamen kendisini koruduğu, karşısındakinin itiraz hakkı olmadığı sözleşmeyi binlerce işçiye, esnaf-kurye modeli olarak dayatıyor.
İkincisi, şahıs şirketi kurdurulan işçinin motor ya da 4-5 metreküp hacimli bir ticari araca sahip olması gerekli. Eğer, hali hazırda böyle bir aracı yoksa, ki çoğunun yok, krediyle aracını alıyor.
Şahıs şirketi, araç ve sözleşmesi tamamlanan işçi, işçi olmaktan kaynaklı hiçbir hakkı ve güvencesi, ana şirketin de ana şirket olmaktan kaynaklı hiçbir (işçinin kaza geçirmesi, hatta ölmesi dahil) sorumluluğu olmaksızın görünüşte eşit, özünde ilkel bir bağımlılık ilişkisi kuruluyor.
Mesela, ana şirketin, işçinin sigorta primlerini yatırmak gibi bir zorunluluğu yok. Çünkü işçi, esnaf statüsünde, eski deyimle Bağ-Kur’lu. Kendi primini kendisi yatırmalı ama zaten zar zor geçimini sağlayan kuryelerin büyük bir kısmı bunu yatıramıyor.
Peki, esnaf kurye hasta olduğunda?
“Geçmiş olsun” demekle altından kalkılamayacak büyük bir krize yol açıyor. Birincisi, çoğunun sigortası ödenmediğinden tedavi göremiyor. Faslı bir mülteci işçinin söylediği gibi, “hasta olunca başımıza limonu kesip koyuyoruz” usulünden çözümler aranıyor. İkincisi, hasta olup dağıtım yapamamak, çalışamamak, dağıtım başına ödeme alındığı için bütçeyi alt üst edecek bir gelir kaybı anlamına geliyor. İşçiler çoğu zaman hasta hasta çalışıyor.
Ana şirket, işçiye teslim ettiği paket başına ödeme yapıyor. Ne kadar paket o kadar kazanç anlamına geldiğinden, az çok anlamlı bir ücret almak için uzun süre ve yoğun bir biçimde çalışması gerekiyor.
Bununla birlikte saymakla bitmeyecek giderleri de var. Eğer krediyle aldıysa aracının kredi ödemeleri, her koşulda MTV, kasko, sigorta, benzin, bakım, trafik cezaları, eğer bir kaza olursa tamir giderleri ve masrafları. Ayrıca şahıs şirketi olduğu için vergiler, şirketin düzenli masrafları, muhasebeci gideri vb. cabası. Günlük yemek ve eğer mümkünse sigorta ödemesi de eklendiğinde toplam “ciro”nun %40-60’ı gider olarak geldiği gibi gidiyor.
Son zamlarla birlikte hem akaryakıt hem de sigorta ve vergiler büyük bir artış gösterdi. Zaten, işçilerin ücret artışı talebinin temelinde de yüksek enflasyonla giderlerin altından kalkamaz hale gelmeleri yatıyor.
Gig ekonomisi
Bu tür sözde bağımsız çalışma Türkiye’ye özgü değil ve son dönemde gig ekonomisi kavramı ile tanımlandı. Bu modelde platform şirketleri, görünüşte müşteri ile freelance çalışanı buluşturuyor ve yapılan ödemeden bir pay alıyor. Örneğin Uber’de şoför müşteriyi istediği yere bırakıyor, Deliveroo’da kurye yemek siparişini teslim ediyor, Airbnb’de konut sahibi konaklayacak kişi için evi hazırlıyor vb. Bütün bu işlerde, ana şirket, bir pay alıyor. Ancak bununla kalmıyor; çalışanın verdiği hizmetin niteliğini yakından denetleme, değerlendirme, hatta çalışanı cezalandırma hakkına sahip. İşte ana şirketin hiçbir maddi ya da manevi sorumluluk almadığı ancak neredeyse her şeye yetkili olduğu bu iş modelinde güvencesiz, sigortasız, haksız-hukuksuz çalışanlar gig işçiler olarak tanımlandı.
Bu tür bir çalışma modeli, dünya genelinde güvencesiz çalışmanın her türlü biçimi gayet yaygın olduğundan, belki yepyeni bir icat değil. Ancak, yeni gelişen teknolojik uyarlamalara dayandığı ve platform şirketleri tarafından yaygın bir biçimde uygulandığı için özellikle genç işçilerin ağırlıkta olduğu yeni bir işçi grubu, işgücü piyasasına girmiş oldu.
Türkiye’deki Yemek Sepeti ve diğer kurye uygulamaları tam olarak buna denk düşüyor. Ancak, Türkiye’de esnaf kurye modelinin uygulama alanı sadece platform şirketleri ile sınırlı değil. Kargo şirketleri de yoğun bir biçimde kullanmaya başladı. Zaten dünya genelinde sendikaların temel kaygısı bu istihdam modelinin sadece platform şirketleri ile sınırlı kalmayıp diğer alanlara da yayılma eğilimi göstermesi. Elbette, bu tür aşırı güvencesiz istihdam işçi mücadelelerini de getirdi. Çok sayıda ülkede, bu modelin freelance çalışma olmadığı, tek bir şirkete bağlı olunduğu, ona istikrarlı olarak kâr sağlandığı ve bağımlı çalışma pratiği olduğu iddia edildi. Şirketlerin işçi hakları konusunda sorumluluk almaları gerektiği vurgulandı. Hollanda, İngiltere, İspanya gibi ülkelerde açılan davalarda sözde freelance çalışanların işçi olduğu onaylandı. Ancak, henüz bu tür kazanımlar oldukça sınırlı.
Bu nasıl esnaflık?
Esnaf ya da serbest çalışan ürettiği bir ürün ya da hizmeti piyasaya sunar. Market sahibi, demirci, tesisat ustası, boyacı, terzi, serbest çalışan grafiker, web sitesi geliştirici, editör ya da yazar olabilir. Mesela bir terzi, geçmişte temin edilen kumaş ile müşterinin istediği elbise ya da herhangi bir giysiyi hazırlarken, günümüzde hazır giyim sanayinin gelişmesiyle daha çok giysi tamir işlerine yönelmiştir. İnsanlar pantolonun paçasını düzelttirmek, ceketinin üstüne oturmasını sağlamak, eteğini uzatmak ya da kısaltmak vb. işleri yaptırmak üzere terziye gider. O da genel giderlerini, piyasadaki durumu ve müşteri portföyünü göz önünde bulundurarak yaptığı işlere belirli bir fiyat biçer. Çalışma süresi işin yoğunluğuna bağlı olsa da genellikle terzi tarafından belirlenir. İşiniz çok acilse ondan ricada bulunabilirsiniz, ancak ona dayatamazsınız. İki gün sonra gelin dediğinde, genellikle uymak zorundasınızdır.
İşte bu terzi, dikiş makinesi ile piyasadaki müşterilere hizmet vermek yerine, bir büyük tekstil işletmesi ile anlaşıp onun için bir tekstil ürünü üretmeye başladığında ve tek işi bu olduğunda, muhtemelen parça başı ücret alacaktır ve artık, gerçekte, o bir serbest çalışan değil işçidir. Daha doğru bir deyişle, esnafken piyasada tutunamamış, büyük bir tekstil işletmesinin farklı mekanlardaki işçilerinden birisi haline gelmiştir. Şirket, üretimin kalitesini denetler, zamanla hızını, verimliğini kontrol etmeye başlar. Aynı tekstil şirketi çok sayıda eve, bir kumaşın üzerine düğmelerin dikilmesi gibi bir işi dağıtabilir ve bu işi dağıttığı kadınlar, elbette esnaf değil, şirket için parça başı ücretle çalışan işçilerdir.
Esnaf kuryelerin durumu da böyledir ve piyasaya değil çoğu zaman tek bir şirkete bağlı olarak çalışırlar. Sözleşme ana şirketin çıkarları doğrultusunda belirlenmiştir ve ona uymaktan başka seçenekleri yoktur. Şirket, kurye üzerinde sadece denetim değil aynı zamanda bir kontrol ve baskı mekanizmasını kurmuştur. Bir Yemek Sepeti işçisinin dediği gibi:
“Kuryelerin üzerinde süre baskısı var. Nasıl bir süre baskısı var. 15 dakika. 20 dakika sürdüyse senin üstün seni arıyor. Güzel bir sözle değil, nasıl oldu değil? Tehditvari. Bu şekilde konuşmalar. Hiç sormuyor, ‘yolda sana biri mi çarptı’, ‘yolda kaza mı geçirdin’, ‘niye aksadı’. Şirketin genel davranışı böyle.”
Kuryenin her hareketi ve “performansı” de şirket tarafından gözetiminde. Bazılarında GPS cihazı var ve bunun üzerinden kuryelerin hareketi anlık olarak takip edilebilmektedir. Dolayısıyla sadece tek bir şirkete ücret bağımlılığı değil aynı zamanda doğrudan tek bir şirket tarafından işin denetlenmesi, kontrolü ve gerektiğinde işçinin cezalandırılması söz konusu. Bu biçimsel olarak bile serbest çalışma değil. Serbestliği sadece hukuki bir aldatmacadır ve ana şirketin ekonomik yükün büyük bir kısmından kurtulması ve işçinin sırtına yüklemesi anlamına gelen hileli bir sözleşmedir.
Prekarya mı?
Esnaf kurye modeli ile çalışan kuryeler, kimi çevrelerde, prekaryanın aranan temsilci, hem de mücadeleci bir temsilcisi olarak kutlandı.
Prekaryanın farklı tanımlamaları olsa da en yaygın ve genel kabul görmüş olanı, Guy Standing’in yaptığı tanım. Buna göre, prekarya güvencesiz biçimde istihdam edilen herkestir. Standing için prekarya, tam olarak işçi olmamayı, işçiden başka bir şey olmayı ifade ediyor. Çünkü, Standing’in ilginç tanımına göre, işçi sınıfı güvenceli, istikrarlı, iyi ücrete sahip, geleceğe güvenle bakan emekçi kitlesine referans vermektedir.
Temel gelir kaynağı emek gücü olan işçi sınıfının böyle tam bir güvenceye tarih boyunca sahip olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu. Ancak, Standing’in tanımının en sorunlu yanı, 1970’li yılların “sosyal devlet” koşullarında, yani kapitalizmin tarihinin oldukça küçük bir bölümündeki haklara referans vererek bir fotoğraf çekmesi ve işçi sınıfını bununla tanımlamasıdır. Bugün hakları gasp edilen işçilere, sonra da 1970’lerde çektiği fotoğrafa bakan Standing, bu ikisini benzetemediğinde yeni bir sınıfın ortaya çıktığını ilan etmişti: Prekarya. Dolayısıyla, Standing, işçi sınıfının durmaksızın yeniden oluşumunu ve onun hareket halindeki varlığını, yani tarihselliğini göz ardı edip onu tarih dışı bir obje, hatta bir fotoğraf olarak donuklaştırmakta ve değişen özelliklerini yeni bir sınıfa ithaf etmektedir.
Hem esnaf-kuryeler hem de işçi sınıfının geniş kesimlerinin güvencesizleştiği, yakın zamana kadar sahip olduğu hakları kaybettiği doğrudur. Ancak, böyle diye, onları işçi sınıfından başka bir sınıf, yani prekarya olarak tanımlamak kolaycı bir yaklaşım olacaktır. Prekaryayı tanımladığı düşünülen güvencesizlik, yeni bir sınıfın temel niteliği değil, işçi sınıfının, aslında tarih boyunca pek de yakasını bırakmayan ve bugün giderek daha da geniş bir kesimi kapsayan ve kurtulması gereken bir niteliğidir.
Yeni işçi sınıfı mı?
İşçi sınıfına yeni katılan meslek grupları ya da yeni sektörlerde çalışan işçiler genellikle akademide daha yoğun bir ilgiye mahzar olur. Bir ölçüde normal. Platform şirketler için çalışan “gig işçiler” gerçekten de işçi sınıfının yeni bir bölüğünü temsil ediyor. Yeni ve kuralsız bir alan olduğu için mücadele potansiyelleri yüksek ve dolayısıyla haklarında yazılan binlerce makaleyi hak ediyor.
Bu akademik ilgi daha önce de sırasıyla hizmet işçileri, fast-food işçileri, çağrı merkezi işçileri, teknoloji işçilerine gösterilmiş, her defasında “yeni işçi sınıfı”, eylemleri de “yeni işçi hareketi” olarak selamlanmıştı. Ancak, ne çağrı merkezi işçileri kendilerine bahşedilen bu misyona uygun güçlü bir direniş hattı kurabildi, ne de son yıllarda yükseliş gösteren eylemlerine rağmen fast-food işçileri ya da diğerleri. Elbette bu onların suçu değil. Çok yönlü neoliberal saldırı dalgasını tek bir alandan karşılamak pek de mümkün değildi. Bununla birlikte tek tek alanlarda örgütlenmeden de mümkün değil.
Yüklenen abartılı misyon ve yoğun akademik ilgi bir yana, gerçekten de işçi sınıfına, yukarıda bahsedilenler dahil çeşitli sektör ve mesleklerden emekçilerin yoğun bir biçimde katıldığı açık bir olgu. Yeni işçilerin büyük kısmı “hizmet” sektöründe istihdam ediliyor.
Depo ve dağıtım merkezi işçileriyle birlikte kuryelik de, büyüyen iş alanlarından biri. Bunda temel faktörlerden biri perakende e-ticaret sektörünün hızlı genişlemesi. Türkiye’de son 10 yıl içinde, özellikle pandemiyle birlikte, e-ticaretle sipariş veren kişi sayısı 34 milyona ulaştı. Bu süreçte taşıma ve depo işçilerinin sayısı kat be kat arttı. TÜMTİS’in tahminine göre ülke genelinde kurye sayısı 200 bine yaklaştı. Buna depo ve dağıtım merkezi işçileri de eklendiğinde daha büyük rakamlara ulaşmak mümkün.
Dolayısıyla gerek dağıtımda gerek de hizmet sektörünün çeşitli alanlarındaki işçiler (kahve ve fast-food zincir işçileri, dijital yayıncılık, özel okullar, üniversiteler, çağrı merkezleri, bankalar vb.), yüksek eğitimli ve yakın zamana kadar nispeten ayrıcalıklı olan ancak hızlı bir yoksullaşmaya maruz kalan işçiler (sağlık, hukuk, teknoloji, mühendislik, danışmanlık şirketleri vb.) örgütlenme arayışındalar. Önümüzdeki süreçte, BBC Türkçe ve Dijitürk’te olduğu gibi mücadelelere daha fazla şahit olmamız muhtemel. Nispeten yakın zamanlarda genişleyen bu sektörlerde işçilerin çoğu sendikasız, nispeten yüksek eğitimli, kariyer hayalleri hızla yıkılmış, işsizlikle yüzleşmiş ve giderek yoksullaşmaktalar.
Bu işçilerin bir kısmı, son yarım yüzyılda hızla genişleyen hizmet ve sermayenin değişim alanında (reklam, pazarlama, tanıtım, bu bağlamda iletişim) istihdam edilen ve pek de örgütlü olmayan, Türkiye açısından nispeten “yeni”, daha doğrusu sayıları hızla artmış işçilerdir. Esnaf-kurye modeli ve platform şirketi çalışanları gibi bir kısmı da oldukça “yeni” işçilerdir. Dolayısıyla örgütlenme biçimlerinin nispeten farklı olması, daha esnek ve farklı/yaratıcı biçimler alması mücadelenin doğası gereğidir.
Ancak, bu işçileri, “eski işçi sınıfı”nın karşısında “yeni işçi sınıfı” olarak tanımlamak, böylece işçi sınıfının, deyim yerindeyse “genişleyen yeniden üretimini” bir ölçüde göz ardı etmek anlamına gelebilir. “Yeni”nin kimi özgünlükleri içeren zamansal bir nitelik/sıfat olmaktan çıkarılıp kuramsal bir “yeni” olarak formüle edilmesi, kimi farklılıkları yakalamada bir ölçüde avantaj sağlıyor gibi görünse de, tarih boyunca devam eden ve genişleyen işçileşme sürecinin doğru bir kavramsallaştırılması olmayacaktır.
Bunun yerine, bu kesimlerin, işçi sınıfına dahil olan yeni işçi kitleleri olduğu gerçeğini kavramak ve birleşik bir işçi hareketi ufkuyla sınıf mücadelesinin farklı alanlardaki özgün örgütlenmelerini geliştirmek gerekir. Yukarıdan dayatarak ya da burun kıvırarak değil, mücadele içindeki ortaklaşma eğilimlerini teşvik ederek, talepleri bir politik hat olarak, bir sınıf politikası olarak popülerleştirerek, parlayıp sönen eylemlerin uzun vadede ülke siyasetinde değiştirici bir etki bırakmasının yolu açılabilir.