TAHSİN BAŞKAVAK-Diğer Yazıları
O iyi insanlar o güzel atlara bindiler, çekip gittiler….
Hayatımızın en güzel hikayesi çekti gitti işte bugün. Aynı zamanı paylaştığımız bin kötü insanın utancının yanında, o yaşarken var olmuş olmak sevinçti, gururdu kimimiz için. Onsuz neler neler eksik kalacaktı varlığımızda.
Çakırcalı’yı o olmasa böyle bilemeyecektik mesela. Son kızanı da göçüp gidecekti Çakırcalı’nın ve bize yalnızca yanlı ve kuru eşkiya haberleri kalacaktı o koca eşkiyadan.
İnce Memed’in haramzadeler karşısında saf, çocuk düşlerini bizim edemeyecektik Sinirlendi mi İnce Memed, gözünün bebeğine gelip yerleşen iğne ucu kadar ışıktan bi haber olup anlayamayacaktık halkına dostun, düşmana ne kadar da amansız olması gerektiğini mesela. İnce Memed mi Çakırcalı, Çakırcalı mı İnce Memed diye kafayı yorup hikaye hazzını büyütemeyecektik.
Cumhuriyetin kuruluşundaki mebus soygununu bilmeyecek, sınıfların nasıl değiştiğini roman tadında anlayamayacaktık. Geleneklerin göreneklerin yok oluşunu, feodalitenin çöküşünü tarih okuyan öğrencinin kuru okumasından ileri götüremeyecektik mesela.
Ormanları öyle binbir renk duyup, eski zaman adetlerine hayran kalmayacaktık. Adana’nın çarşısı kadar köylerin sazdan evlerinin değerini, zamana direnen eski zaman adamlarını, hayalleriyle yaşayan pamuk ırgatını, dağlardan bir dostun gelmesine bel bağlayan mazlumları, jandarma dayağında inleyen köylüyü, zalimlerin kutsalları bile nasıl anlamsızlaştırdığını bu denli anlayamayacaktık.
Sıtmanın köylüyü nasıl kırdığını bilemeyecek, kapitalizmin tarımsal değişimi nasıl dayatıp halkı nasıl perişan ettiğini hikaye hikaye seyredemeyecektik.
Çukurova’nın soyguncusu, Cumhuriyetin astığı astık kestiği kestik Fransız ajanı Kuvvacısı, Gazi Paşa’nın has ve soyguncu adamı milletvekili Arif Saim’i görmeyecek, Arif Saimlerin Ali Saip’ler olarak yaşadığını bilmeyecek, gerçekliği, düşmanımızın nasıl konumlandığını, arkadan vurmakta mahir, kahramanlıkta lafta, halkına karşı düşman olduğunu anlayamayacaktık.
Kaçağa çıkmak nedir bilmeyecektik belki. Kehribar sarısı tütüne heves etmeyecektik.
Alevi dedelerin köylüsünde yarattığı saygıyı, mollaların dindarlık kılıfını, Cumhuriyetin her ikisine de karşıyım derken mollaların din sömürüsüyle halkı soymasına göz yumup, Alevi dedesinin saz çalmasına yasağını duymayacaktık belki de.
Tüm yazın, sahte köylü yüceltmesi ile köylü küçümsemesi arasına sıkışmışken, köylülüğün tüm çelişkilerini, gelgitlerini, bir an düşmanken gerçekten kendi için olduğunu anladığında yar’e yaren halini, sessizliğinin arkasında biriken öcünün kuvvetini anlayamayacaktık belki de.
Ezidi katliamının yankısını hissedemeyecek, döktüğü kandan pişman, kaçan kuvva subayının adasını kendimiz için aramayacaktık. Adada Zabitlerin savaşı yeren toplantısına katılamayacak, Vasili’nin zorunlu göçten kurtulma çabasını, toprağının Lena Ana’ya ne ifade ettiğini, Midilli’nin eskiden nasıl bir yer olduğunu, aynı kutsalı bizde Kaz Dağı, Anadolu’nun kadim halkı Rumlarda da İda Dağı adıyla sevdiğimizi bilemiyecektik mesela. Ölüm korkusuyla pençeleşen bir aşkın sonunu merakla beklemeyecek, aşkın tüm kötülükleri yenebileceğine inanmayacaktık belki de.
Rum mallarının yağmasını, konakların yalnızlığını, Rum ve Ermeni mallarını yağmalayarak oluşan Türk zenginini tanıyamayacaktık.
Yaşar Kemal’in adasına misafir olmadan toprağın ve denizin gücünün, yüzlerce insanı bir ateşin etrafında ortak çalışmayla doyurmaya fazlasıyla yettiğini bu kadar da iyi anlayamayacaktık belki de.
Kötülüğün her zaman kendisine döndüğü aklımıza yazılmayacak, umudumuzda hep bir eksik yön olacaktı belki de.
Belki Sarıkamış sadece münferit ölüm kalacaktı zihnimizde, Enver’in ağaçlarda asılı asker kaçağı ormanından haberimiz olmayacak, yalın ayak 15’liklerin donuşunu gözümüzle görmeyecek, asker kaçağına düşüp yerle bir olmuş köyünde “anaaa” diye feryat eden kılıç artığı askerin gerçekliğini anlamayıp, savaşları yalan destanlardan tanıyacaktık.
Bir insanı öldürmeye azmetmiş kişinin içsel çelişkileri böyle kendini anlatamayacaktı belki de bize; kurdu kuşu cümle kainatı incitmemenin önemini bu denli de kavrayamayacaktık belki de. “Benim kitaplarımı okuyan kişi, insan öldüremez, askere gidemez” demişti Usta, imi timi belirsiz olmadan önce.
Geçmişe dair her şeyin reddi yerine kötüyü anlatıp yermiş, bizi uyarmış, geçmişte kalan güzellikleri esefle anmıştı. En çok da güzel insanları özlemişti. O güzel atlara binip giden o güzel insanları bize de özletmişti.
Şimdi bizim belimiz bükük, dilimiz lak-ü ebkem. Bir aah’ız içimizde sönmüş,
bir iğne ucu kadar ışıkta.
“Adam şaşkınlığından, kederinden ne edeceğini bilemedi. Beli büküldü.
Issız, yıkık, bir örene dönmüş şehri lal-ü ebkem dolaşırken o eski, mutlu
günlerden kalmış yaşlı bir adama rastladı. Adam sırtını bir hanın yıkık
duvarına vermiş, güneşleniyordu. Ak sakalı kir içinde, kızarmış hastalıklı
gözlerine sinekler üşüşmüş.
Kederinden dişleri kenetlenmiş, sakalı ak, sakalı kirli, aydınlık
yüzlü, geniş alınlı duvar dibinde güneşlenen yaşlı adama sordu:
“Bir zamanlar bu şehirde konuksever, sıcak yürekli, dost canlısı iyi
insanlar, ceren gibi, kırmızı mercan gözlü, uzun boyunlu, kalem kulaklı, suna
gibi cins atlar vardı. Onlara ne oldu?”
Yaşlı adamdır ki, azıcık doğruldu, ak sakalı kirli, titredi, yüzü eski
bir ışıkla parıldadı, derin bir aaah dedi, ciğeri söken. Aaaah! Duvara sırtını
iyice verdi.
Neden sonra gözlerini açtı:
“O iyi insanlar,” dedi, “o güzel atlara bindiler çekip gittiler…
Aaaah! Aaaaah! Aaaaaah!”