Mahir SAYIN yazdı – Sultan Galiyev 28 Ocak 1940 tarihinde Moskova’da Lefortovo Hapishanesi’nde idam edildi. Ölümünün 82. yılında Mahir Sayın “Sultan Galiyev” sorununu değerlendiriyor. Mahir Sayın’ın atıfta bulunduğu üç yazı/belgeyi yazının sonunda EK olarak yayımlıyoruz.
SSCB’de olup bitenleri onun resmi tarihinden öğrenmiş olan bizler gibi komünistlerin hepsinin bildiği “Troçki’nin emperyalistlerin ajanı, Buharin, Kamenev, Zinovyev vd.’nin de emperyalistlerle işbirliği yapan proletarya hainleri olduğu” idi. Bu “net” bilgilere bir de Sultan Galiyev gibi Tatarların ve diğer sömürge halklarının temsilcilerinin “milliyetçi ihanet” içerisinde oldukları eklenirdi. Nasıl ki, devrimin ertesinde Çarlık rejimini geri getirmek için ayaklanan karşı devrime aman verilmediyse bunlara da aman verilmemesi kadar doğal bir tutum düşünmek mümkün değildi!
Sosyalizmi monolitik bir yapı, siyasi tekelin komünist partisinin elinde bulunduğu, kendi kaderini tayin hakkının, kuvvetler ayrılığının, basın, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün, sendika kurma hakkının ve hatta seyahat özgürlüğünün olmadığı, “bunların burjuva anlamındaki gereksiz biçimleri yerine”, özgürlüklerin gerçek anlamlarında başka biçimlerde gerçekleştirildiği bir rejim olarak kabul ettikten sonra, parti çizgisinin dışındaki her tutumu ve davranışı “ihanet ve emperyalistlerin işbirlikçiliği” olarak yorumlamak zor olmamaktaydı. Bu mantığın tam hakimiyet kurduğu 30’lu yıllardan itibaren de “hain” damgası yiyip ölüme gitmekten kurtulabilen çok az eski Bolşevik oldu. Bir kez düşünce ve örgütlenme özgürlüğü ortadan kalktı mı artık, siyasal alanda suç ve suçludan daha çok bir şeye rastlamak mümkün olmaz. Öyle ki, baskı aygıtının en önde gelen elemanları dahi bu suçlular kervanına katılmaktan kendilerini zaman zaman kurtaramazlar.
Ancak Komünist Manifesto’nun ışık tuttuğu ve Paris Komünü’nün hayata geçirdiği biçimiyle çoğulcu demokratik sosyalist bir anlayış benimsendiğinde yapılan her şeyin sorgulanır hale geldiğini görürüz. Bu sorgulama başladığında da varacağımız sonuç kaçınılmaz olarak bu rejimlerde, proletaryanın, kadınların, milliyetlerin kaderlerinin siyasi tekeli elinde bulunduran komünist partisi tarafından tayin edildiği olacaktır. İddia edildiği gibi, “komünist partisinin karar mekanizmaları, aldıkları kararlarda karara muhatap olanların iradelerine tabi olduğundan, genel olarak halkın istemleriyle partinin aldığı kararlar arasında bir çelişki değil tam tersine başka hiçbir temsil sisteminde görülemeyecek kadar bir uyum vardır” demenin pek mümkün olmadığını tarih bize onlarca kez gösterdi.
Bu tam anlamıyla idealist bir yutturmacadır. Fikirlerin örgütlenip maddi bir güç haline gelmesine imkân olmayan, toplumun devlet tarafından denetlenmekte olduğu bir durumda, toplumun özgür iradesinin ortaya çıkması ve karar mekanizmalarını bu iradeye tabi kılmasının imkânı yoktur. Tam tersine her türlü baskı ve ideolojik aygıtla donanmış olan yöneticiler atomize edilmiş bireyleri kolayca denetim altına alır ve kendi iradelerini herkesin iradesi imiş gibi yansıtma imkânını elde ederler.
Siyasi tekeli sosyalizm olarak gösteren gözlüğü çıkarıp çıplak gözle bakmaya başladığımızda göreceğimiz gerçeklik, özgür üreticiler toplumu değil, iradeleri esir alınmış, atomize edilmiş bireyler toplumu ile yüz yüze bulunduğumuzu görürüz. Yaşanan hemen hemen bütün reel sosyalizm deneyleri önümüze bunun örneklerini koymaktadır. Siyasetten biyolojiye-informatiğe kadar uzanan bu örneklerden birini de başka komünistlerin yanında Mir Sultan Galiyev’in uğradığı adaletsizlikler oluşturur. Tüm diğer komünistlerin uğradığı adaletsizliklerin hepsi reel sosyalizm hakkında önemli şeyler anlatır. Galiyev’inki de milliyetler meselesinde söylenenlerin nasıl tam tersinin yapılarak, ulusların kaderlerini kendilerinin özgürce tayin edeceği söylenip, Sovyet Anayasası’na “isteyen cumhuriyet istediği zaman federasyondan ayrılma hakkına sahiptir” maddesini koyduktan sonra bile, ulusların kaderlerinin onların iradesine rağmen nasıl tayin edildiğinin örneğini sergilemesi açısından özgün bir yere sahiptir.
Galiyev sorunu bizim okuduğumuz SBKP tarihinde pek yer almadığı için “Troçki gibi azgın bir hain olduğunu” öğrenmemiz epey geç zamanlara denk geldi. Henüz bizim solumuzun (Aclan Sayılgan, Attila ilhan gibi egzantirik kişilerin dışında) Galiyev’le pek fazla bir ilişkisinin olmadığı bir devirde, daha çok Türk milliyetçi ve faşistlerinin dikkat çekmeleriyle bizim de ilgi alanımıza girdi ve “milliyetçi sapma” içinde olduğunu tespit ederek fazla ilgilenmeden bir kenara koyduk. Nihayetinde, Sovyetler Birliği’nin yapısı içerisinde Volga-Ural devleti gibi parti çizgisine aykırı olmayacak işler savunmuş ve bu nedenle de ta 1923’te partiden ihraç edilmişti! Öğrendiklerimiz arasında, sonradan tasfiye edilenlere pek nasip olmayacak olan bir olay da pek dikkatimizi çekmemişti doğrusu: parti çizgisine ihanetten tutuklanmasına karşın “devrime olan katkıları dolayısıyla” kısa bir süre sonra serbest bırakılmıştı! Diğer tasfiye edilenlerin devrime katkıları olmamış mıydı acaba? Tabii birincisinde bu “imtiyazdan” yararlanan Galiyev’in 1929’da bir kez daha tutuklandığında, bırakalım herhangi bir “imtiyazı” artık izine de rastlamak mümkün olmamıştı. Elbette ilk tutuklanışında serbest kalışının nedeninin bir imtiyaz meselesi değil “tutuklayanların kendilerinin de iddialarına pek inanmadıkları ve özellikle sömürge halklarını inandırmakta ciddi biçimde zorlanacaklarını” bilmelerinin yattığını kestirmek zor değil. Bu dönemin devrimin ateşli günlerinin yarattığı demokrasisi henüz 1930’lardaki tasfiye komplolarının hayata geçirilmesine izin verecek kadar aşınmamış, Sovyet devleti de henüz 30’lu yıllardaki kadar şirazesinden çıkmamıştı.
Baktığınız noktaya göre gördüklerinizin değişmesi gibi sosyalizm konusundaki görüşlerinizdeki değişiklik de tarihsel olayların anlamlarını tepetaklak edebilir. Siyasal tekel kurmanın sosyalizmin şartı olduğunu kabul ettiğiniz bir noktadan bakarken Troçki’nin veya Buharin’in ölümü hakketmiş, emperyalistlerin ajanı birer hain, Stalin’in de Lenin’den sonra gelen en büyük devrimci olduğunu sanırken, hepsinin sosyalizm adına birlikte yarattıkları siyasi tekelciliğin kurbanları olduğunu görebilirsiniz. Galiyev ve onunla birlikte Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı (UKTH) tasfiyeye uğrarken, hayatın zorunluluklarının dayattıklarına teslim olmuş halde “sosyalizm” kurabileceklerini sanan Troçki, Buharin, Kamenev, Zinovyev buna izin vermekle kendileri ve sosyalizm için nasıl bir gelecek hazırlamakta olduklarını anlayabilecek bir sosyalizm perspektifine sahip değillerdi.
Burada yine mevcut Sovyet yönetimini oluşturan önderlerin anlayışlarının birbirlerinden çok da farklı olmadığını görmek gerekiyor. Ayrı bir Tatar-Başkurt Cumhuriyeti kurulmasını savunduğu için bir devrim önderini anayasaya rağmen mahkûm edebiliyorlar. Aslında buna evet diyen önderlerin sonra kendi başlarına gelenlere şaşırmamaları gerekirdi. Ne ekersen onu biçersin. Tasfiye edenlerin hemen hepsinin kaderi, ölmeden ya da öldükten sonra tasfiye edilmek olmuştur. Çünkü onay verdikleri mekanizma böyle bir şeydir: Partiye egemen olan çizgiye karşı çıkan öyle ya da böyle haindir ve bu yapıda ihanetin cezası da idamdır!
Galiyev’e yaklaşım çoğunlukla sübjektiftir. Sovyetçi bakış açısına sahip olup bunu Kürtlere karşı sosyal şovenizmle birleştirmiş olanlar “bir pantürkist, bölücü” olarak ondan nefret ederken bir diğer kısım da Bolşeviklerle sorun yaşamış bir Tatar olması hasebiyle milliyetçilik saplantısından ona yapışır ve ondan sağlam bir Turancı üretirler. Bu ilişkilerin böyle olmasında SSCB’nin onun aleyhinde yaptığı propagandalar kadar, CIA’nın da önemli bir katkısı vardır. Soğuk savaşın başlatıcılarından olan Zgibniev Brezinski’ye akıl hocalığı yapmış olan anti komünist A. Bennigsen’in[1], C.L. Quelquejay ile birlikte yazdığı “Sultan Galiyev-Üçüncü Dünyacı Devrimin Babası” isimli kitabı bu açıdan önemli bir örnek oluşturur. Sosyalist yayınlarından çıkan bu kitap Galiyev üzerine araştırma yaptığını iddia eden birçok kişinin temel referans kitabı olmasıyla CIA’nın beklediği amaçlardan birinin yerine gelmiş olduğunun kanıtı olarak önümüzde durmaktadır.
Galiyev’in uğradığı muamelenin anlamını açıklığa kavuşturabilmek için onun mücadelesine kısaca bir göz atmak gerekiyor.
Galiyev’in hayat öyküsü
Mir Sultan Galiyev (esasının Aliyev olduğu da iddia edilmektedir), 13 Temmuz 1892’de öğretmen Mir Said Haydar (G)aliyev’in 12 çocuğundan biri olarak, Başkurdistan’ın Sterlitamak şehrinin Kırımsakalı kazasının Elimbetova köyünde dünyaya geldi; 1907’de Kazan’da Tatar Pedagoji Enstitüsü’ne girdi ve bitirdikten sonra Tatar köylerinde öğretmenlik, kütüphanecilik ve Ufa, Kazan, Bakü gibi şehirlerde gazetecilik yaptı. Şubat Devrimi öncesinde bir ara Menşeviklerin Bakü’de çıkardıkları gazeteye yazılar yazdı. Aynı dönemde birçok yabancı eseri Tatarcaya çevirirken kendisi de kimi edebi yazılar yazdı.
1 Mayıs 1917’de düzenlenen Bütün Rusya Müslümanları Kongresi‘ne davet edilen Galiyev Kongre’nin Yürütme Komitesi Sekreterliği’ne seçildi. Moskova’da Bolşeviklerle yaptığı görüşmelerin sonucunda Bolşevik saflara geçip Kazan’a gönderildi. Bolşevik Tatar önder Molla Nur Vahidov‘un başkanlığındaki Müslüman Sosyalistler Komitesi’ne (MÜSKOM) katıldı ve Vahidov’un yardımcısı oldu. MÜSKOM programatik olarak “Tatar feodalizmi ve Müslüman gericiliğine karşı mücadele, Müslüman Türk halklarının Rus egemenliğinden kurtarılması ve Ulusal kurtuluş ve sosyalizmin bütün Doğu halklarında zaferinin sağlanması”nı savunmaktaydı.
Menşevik Kerenski Hükümeti’nin Haziran ve Temmuz aylarında Kazan’da yapılmak istenen toplantıları yasaklamasının yarattığı hayal kırıklığını takip eden tarihlerde, yasaklamalara rağmen Rusya Müslümanları 2. Kongresi gecikmeli olarak Temmuz’da yapıldı. Kendi hükümetlerinin yasakları nedeniyle Tatar Menşeviklerin demoralize olması sonucu Tatarların önderliği ağırlıklı olarak Vahidov önderliğindeki MÜSKOM’a geçti ve başarının ardından da Bolşevik Tatarlar arasındaki ilk çelişki Kazan’daki Bolşeviklerin önderi Grassis ile Vahidov ve Galiyev arasında çıktı. Grassis her ikisini de milliyetçi olmakla suçluyordu. Bu, Tatar Bolşevikler arasında sonradan da devam edecek olan ve Galiyev’in tasfiyesine kadar varan çatışmaların temelini de atmış oldu.
Ekim İhtilali’nden iki gün sonra Bolşevikler Kazan’da da Sovyet iktidarını ilan ettiler. Seçilen Devrimci Komiteye (Revkom) Tatar olarak sadece Vahidov alındı. Bir hafta sonra yenilenen seçimlerde ise sayı 14’e düşürülüp Vahidov dışta bırakıldı. Birkaç gün sonra seçilen 11 üyeli halk komiserleri heyetinde (Sovnarkom) Galiyev, Eğitim Halk Komiseri olarak yer alırken Vahidov yine dışta bırakıldı.
Bu çelişkiler orada kalmadı. Galiyev, Ural Sovyetleri 3. Kongresi’nde nüfusunun %65’i Tatar ve Başkurt olmasına karşın yönetimde çoğunluğun Ruslara ait olmasını eleştirdi ve UKTH’ya göre referandum yapılmasını istedi. Talep kabul edildi ama sadece işçi temsilcilerinin oy kullanması kararlaştırılmıştı. Tatar ve Başkurtların çoğunluğunun kırlarda yaşıyor olması nedeniyle çoğunluk yine Ruslarda kaldı. Galiyevin “sömürge halkların proleter halklar olduğu” ve dolayısıyla tümümün oy hakkı olması gerektiği savı “Marksizme uygun olmadığı” gerekçesiyle reddedildi.
Müslüman halkları devrim saflarına kazanmak üzere Ocak 1918’de Stalin’in başkanı olduğu Milliyetler Halk Komiserliği’ne bağlı olarak Vahidov başkanlığında Müslüman Komiserliği kuruldu, örgütlenmesini eyalet ve illerde hızla yaydı ve 8 Mart 1918’de Müslüman Emekçileri Konferansı Moskova’da toplandı. Toplantıda Müslüman halkları Bolşevik Parti’ye kazanmak amacıyla Müslüman Sosyalist Partisi isimli bir örgütün kurulmasının yanında Galiyev’in düşüncelerinin temelinde yatan bir Müslüman Kızıl Ordusu’nun, Kızıl Ordu’ya bağlı olarak kurulmasına da karar verildi. Bundan on gün sonra da Stalin’in başında olduğu Milliyetler Komiserliği Çarlık döneminde değişik parçalara ayrılmış olan Tatar ve Başkurtların Tatar-Başkurt Cumhuriyeti‘nde birleştirilmesi kararını verdi. Başka sembolik taleplerin de içerisinde yer aldığı bu kararların Bolşevikler tarafından da kabul edilmesi, Müslümanlar arasında büyük destek gördü; Menşevik Tatarların çoğu Bolşevik saflara geçerken iki ay içerisinde Müslüman Kızıl Ordu 50’000 kişiyi buldu ve Urallar’da karşı devrimci Kolçak’a karşı savaşan Kızıl Ordu güçlerinin ¾’ünü oluşturur hale geldi.
Kararın Müslümanlar arasında yarattığı desteği Vahidov hızla genişleyen bir örgütlenmeye dönüştürdü ve içlerinde değişik Müslüman milliyetlere mensup Sultan Galiyev-Galimcan İbrahimov (Tataristan), Veli İbrahimov (Kırım), Turar Rıskulov–İsmail Sadvokasov (Kazakistan), Necmettin Samurski (Dağıstan), Neriman Nerimanov (Azerbaycan), Feyzullah Hocayev–Ekmel İkramov (Türkistan) isimli Bolşeviklerin yer aldığı öncü bir grup oluşturdu. Tam bu sırada Mustafa Suphi de Müslüman Komiserliği yönetimine alındı ve Yeni Dünya gazetesini çıkarmaya başladı.
Örgütlemenin genişlemesi sonucu 17-23 Haziran 1918 tarihleri arasında Müslüman Komünistleri Birinci Konferansı Kazan’da toplandı ve kongrede Müslüman Komünistleri Bolşevik Partisi‘nin diye bir partinin Bolşevik Partisi’nden özerk olarak kurulmasına karar verildi. Toplantı kendisini Kongre yerine ikame ederek Galiyev’in de olduğu 11 kişilik bir Merkez Komitesi seçti.
Bu atılan adımdan iki hafta sonra 6 Ağustos 1918 tarihinde, Moskova üzerine bir sefer başlatmış olan Kolçak’ın Beyaz Ordusu Kızıl Ordu’yu püskürterek Kazan’ı ele geçirdi. Vahidov bu çatışma sırasında esir düştü ve kurşuna dizildi. Kızıl Ordu’nun Komutanlığı’na Galiyev getirildi ve 10 Eylül’de kent beyazlardan kurtarıldı. Bu zafer aynı zamanda Moskova’nın da tehditten kurtarılması anlamına geldiğinden Galiyev’e büyük itibar sağladı ve iç savaşın bitiminde de Vahidov’un tüm görevleri Galiyev’e verildi. Galiyev, Bolşevik Partisi içerisindeki güvenilirliğini artırırken tüm Müslüman halkların da en tanınmış önderi olarak görülmeye başladı.
1919’un başlarında, MÜSKOM, 26 kentte örgütlenmiş, birçok dilde 10 ayrı gazete çıkaracak bir güce ulaşmıştı. Bu arada Müslüman Kızıl Ordusu 200’000 savaşçıya ulaşmış ve genel Kızıl Ordu’nun beşte birini oluşturmaktaydı.
Müslümanların özerk örgütlenmesinin bu kadar güçlenmesi Stalin’in karşı tedbirlerinin duvarına çaptı: 19 Ekim 1918’de MÜSKOM’un yerel örgütlerinin Moskova’da bulundukları bölgelerdeki Bolşevik Parti örgütlerine bağlanması kararı çıktı.
Buna karşı Galiyev de 5 Kasım 1918’de 1. Müslüman Komünistleri Kongresi‘ni toplantıya çağırdı ama Kongre’de Stalin ağır bastı ve onun isteği üzerine Kongre, Müslüman Komünist Partisi‘ni lağvetme ve en alt birimine kadar Bolşevik Partisi’ne bağlama kararı aldı.
MÜSKOM lağvedilirken Galiyev de, Tüm Rusya Müslümanları’nın liderliğinden Tatar-Başkurt Komiserliği’ne tenzil edildi. Bu apaçık ulusların kaderlerini tayin hakkının ihlali, özerkliğin ortadan kaldırılmasından başka bir şey değildi.
Bolşevik Partisi’nin Mart 1919’da toplanan 8. Kongresi’nde bu kararlar onaylandı ve ulusal örgütlenmelerin özerkliğine son verildi. Stalin’in başkan ve Galiyev’in de yardımcısı olduğu Müslüman Örgütleri Merkez Bürosu’nun ismi Doğu Halkları Komünist Örgütleri Merkez Bürosu olarak değiştirildi. Özerkliklere son verilmesiyle esasında altı boş hale gelen bu örgütlenme Galiyev’in de gerçekte yetkisizleştirilmesi anlamına gelmekteydi. Açıklanan KGB belgelerine göre (bu belgelerin ne kadar doğru olduğu da tartışmalıdır) özerkliğin ve özerklik savunucusu olanların tasfiyesinin ardından Galiyev, Nisan 1919’da gizli bir örgütlenme başlattı. 25 Temmuz 1929’deki tutuklanmasında verdiği iddia edilen ifadesinde “Turan Sosyalist İşçi Köylü Partisi’ isimli gizli bir parti kurup SSCB’den bağımsız ‘Turan Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni kurmak istedikleri”ni söylediği iddia edilir.
Özerkliklerin ortadan kaldırılmasının ardından da Galiyev, özerklik mücadelesini değişik düzlemlerde yürütmeye çalışır. Henüz demokratik hakların tümünün ortadan kalkmamış olduğu bu dönemde, editörlüğünü yaptığı Milletlerin Hayatı isimli dergide “Sosyal Devrim ve Doğu” makalesinin üçüncü bölümünün yayınlanması engellendi. Makalede, Batı işçi sınıfının artık devrimci olmadığını, devrimin batıya doğru değil doğuya doğru geliştirilmesinin gerekli olduğunu iddia etmesi, kendisi hakkında yapılan “milliyetçi” suçlamalarının yoğunlaşmasına yol açmıştı. Bu iddialarını daha sonra da devam ettirmesi, partideki itibarının iyice yıpranmasına ve örgütleyicisi olduğu Doğu Halkları Kurultayı’na katılımının engellenmesine kadar vardı. Kurultay’dan çıkan kararlarda sanki Galiyev’e yanıt oluşturan ifadeler yer alırken, kurultayın ardından Ekim 1920’de Müslüman Kızıl Ordu da feshedildi.
İyice yetkisizleştirilmiş olmasına rağmen Galiyev sömürge devrimlerine hizmet etmesi amacıyla Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nin (KUTV) kuruluşuna önayak oldu ve üniversitenin öğretim görevlilerinden ve yöneticileri arasında yer aldı. Aslında bu göstermekteydi ki, Bolşevik Partisi genel olarak sömürge devrimlerine uzak durmuyor ama kendi sömürgelerinin kaderini belirleme konusunda farklı davranıyordu.
Galiyev kendisine karşı alınan tavırlardan yılmadan çabasını sürdürüyordu. 1921’de Kırım’ın özerkliğinin tanınması ve Tataristan’da resmi dilin Rusça’nın yanı sıra Tatarca olmasına katkılı olurken 1922’de özerk Cumhuriyetlerin ekonomik olarak da özerk olmasına yönelik görüşünü kabul ettiremedi. Tasfiyesinin asıl gerçekleşeceği olay, Aralık 1922’de toplanan ve Federasyon’un Birliğe dönüştürüldüğü 10. Sovyet Temsilcileri Kurultayı oldu. Bu kongrede, Sovyetler Birliği’nin kurucuları olarak Rusya, Belarus, Ukrayna ve Kafkas Federasyonu ilan edilirken, Tataristan, Türkistan ve Başkurdistan kurucu olarak kabul edilmedi. Bu karar üzerine Galiyev’in Stalin’i ikiyüzlülükle suçlayan ve sömürge halklarının Çarlık devrinden bile geri konumlara itilmekte olduğunu söylemesi, tutuklanmasına yol açacak çok şiddetli tepkilere neden oldu. Stalin onu parti düşmanlığıyla suçladı ve kongreden 20 gün kadar sonra bütün görevlerinden azledildi. Henüz parti üyeliğinden çıkarılmamış olduğu için 25 Nisan 1923’de toplanan 12. Parti Kurultayı’nda Stalin’e karşı olan suçlamalarının dozunu daha da artırdı. Bu ona haliyle pahalıya patladı ve 4 Mayıs 1923 tarihinde tutuklanıp 45 gün boyunca Moskova’daki Lyubertsi Hapishanesi’nin bir hücresinde tutulduktan sonra “Ekim Devrimi sırasındaki hizmetleri göz önünde bulundurularak” serbest bırakıldı. Ancak öylesine bir ambargoyla yüz yüze geldi ki, sadece tren istasyonunda hamallık yaparak geçimini temin edecek durumda kaldı. Bu koşullarda yaşarken 1924’te “Asya ve Avrupa Halklarının Sosyo-Politik Ekonomik ve Kültürel Gelişme Temelleri Üzerine Tezler”] makalesini kaleme aldı. Makale, “gizli partinin programı” gibi elden ele dolaşan bir metin haline geldi.
Onun nispeten çekingen bu muhalefeti artık işlerin iyice değişmeye başladığı 1928’e kadar sürdü ve Aralık ayında ikinci kez tutuklandıktan sonra ortadan kayboldu. Başına nelerin geldiğinin açığa çıkması ancak SBKP(B)’nin 30 Nisan 1990 tarihinde aldığı “iade-i itibar” kararı ile mümkün olabildi. Buna göre Galiyev son olarak 19 Mart 1937’de tutuklanmış, 8 Aralık 1939’da ölüm cezasına çarptırılmış ve 28 Ocak 1940’ta da fiziki tasfiyeler zincirinin bir halkası olarak Moskova’daki Lefortovo Hapishanesi’nde idam mangasının karşısına çıkarılmıştır. Nasıl ki diğer Bolşeviklere sıkılan kurşunlar sosyalizme, işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesine sıkılmış kurşunlar olmuşsa, Galiyev’e sıkılanlar da Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin hakkına sıkılmış oldu.
Turancılık mı, UKTH’nın reddi mi?
Galiyev’e yapılan ilk suçlamalar onun Turancılığa sapmasıydı. Daha sonra düşmanla işbirliği yapma suçlamalarıyla yüz yüze gelip ölüm mangasının önüne çıkarıldı
Diyelim ki Turancılığa saptı ve Sovyetler Birliği’nden ayrılmak istiyordu. Bunun Sovyet Anayasası’na göre bir suç teşkil etmemesi gerekiyor. Zira o Anayasa’nın 13. Maddesi “isteyen cumhuriyetin federasyondan/birlikten ayrılabileceği”ni kabul eder. Dolayısıyla böyle fikirler reddedilebilir ama anayasal bir hak olarak suç haline getirilemez. Anayasa’da yer almamış olsa idi bu sosyalistler açısından bir tutarsızlık teşkil ederdi zira sosyalistler burjuvazi ile mücadele ederken kendilerinin ulusların kaderlerini ayrılma hakkı olarak tanıyacaklarını ilan etmişler ve bunu anlatan kitaplar yazmışlardı. Dolayısıyla Galiyev partinin benimsediği bir fikri savunmaktadır.
Diyelim ki parti bu fikri benimsememektedir. Birlikte kalmayı savunmaktadır ve bu konuda da görüş ayrılığına tahammül edemeyecek kadar demokrasiden yoksundur. Bu durumda olabilecek olan da, bu kişinin partiden ihraç edilmesidir. Ama partiden ihraç edilen bir kişi de siyasal tekel dolayısıyla kendiliğinden, “partiye karşı siyasal faaliyet sürdürmek” dolayısıyla suçlu hale gelecektir. Eğer buysa sosyalizm, işçiler böyle sosyalizmi istemediklerini reel sosyalist ülkeleri yıkarak gösterdiler. Onlara hala aynısını sunmaya kalkışanlar muhtemelen muhataplarının mecnun olduğunu sanmaktadırlar. Çin’deki “Çin’e uygun sosyalizm”i ne kadar istediklerini de zaman bize bir güzel gösterecek. Hele kapitalizmin başka ülkelerde yaşadığı tecrübeleri ÇİN kapitalizmi de bir yaşasın ve sınıf çelişkileri kendilerini ifade edecek kanalları bir açsın…
Halbuki Moğolistan’la kurulan ilişkinin aynısının diğer devletlerle de kurulması mümkündü. Moğollarla hiçbir sıkıntı oluşmadı. Onlar ayrı devlet kurunca milliyetçi olmadılar da diğerleri kurunca mı olacaklardı? Aslında Galiyev konusundaki değerlendirmelerde Kürtlere karşı alınan sosyal şoven anlayışın izlerini bulmamak mümkün değil.
Attila İlhan gibi sosyalizmi millileştirmiş olanlar sosyal şoven bakış açısıyla Galiyev meselesinde müthiş bir potansiyel görürler: “Türkiye’de Türkçüler, Komünistler ve İslamcılar, Galiyev’de mutabakata varırlarsa yandılar hepsi… Yandılar… Bunun telaşı içindeler…” derken, en son olarak TRT limanlarına demir atmış olan sevgili şairimiz sanki heyecandan yerinden zıplayacak gibi oluyor. Devrimcilerin kanını emmek üzere örgütlenmiş olan “ülkücüler” yani faşistler, onlar yokken komünist sürek avı yapan İslamcılar, komünistlerle Galiyev üzerinde anlaşarak bir araya gelecekler! Buna hayal görmek değil kâbus görmekten başka ad koymak mümkün değildir.
İşte bunlar Galiyev’i de böyle bir kabus sanmaktadırlar. A. İlhan’ın bahsettiği acayip birlik egemen ulus içinde gerçekleşecekken, Galiyev’in ezilen ulustan geldiğini akıllarına bile getirmek istememektedirler. Onun anlattıklarını belki Kürtler kendilerine örnek alabilirler ama Türklerin buradan alabilecekleri hiç mi hiç bir örnek yoktur. Ne Türkiye, proletaryası olmayan Tataristan’dır, ne de Türkler Ruslar karşısında sömürge ulus konumundaki Tatarlardır.
Galiyev komünist olmasaydı ve komünistlerle işbirliği yapacak kadar demokrat bir milliyetçi olsaydı özerk/bağımsız bir Tataristan istediği için suçlanabilir miydi? Bugün Kürtler özerk/bağımsız bir Kürdistan istediği için ne kadar suçlanabilirse o kadar suçlanabilirdi. Suçlayanlar da sosyal şovenlerden başkası olmazdı herhalde. Lenin bunu tam böyle söylemişti. Sosyalizmin diğer meselelerindeki oportünizm, milli meselede sosyal şovenizme tekabül eder!
Diğer yandan Galiyev, bir komünist olarak partinin/devletin en üst düzeylerinde görev yapmış, komünist olduğunu her vesileyle ortaya koymuş bir kişi olarak bu noktadan da suçlanamaz. Ancak Çarlık Rusya’sının sömürgelerinin ayrılma hakkını tanımayan sosyal şovenler böyle bir suç bulabilirler. Ama bu suçu ortaya getirmek demek, sosyalizmin de kafasına baltayı indirmek demektir. Enternasyonalist olmayan bir sosyalizm çok hızlı bir biçimde faşizme dönüşebilir. Mussolini bunun en iyi örneğini oluşturur. Aslında bütün İkinci Enternasyonal partileri de bunun örneğini sergilerler ve onun için de 3. Enternasyonal tarafından sosyal faşist diye damgalanmışlardır. Onlar sosyal faşist de, Rusya’nın sömürgelerinin ayrılma hakkını tanımayanlara ne demek gerekiyor?
Denebilir ki, karşı devrim ordularının kendilerine saldırı üssü haline getirmek istedikleri sömürge ve bağımlı ülkelerin o zaman ayrılığını savunma değil, karşı devrimi hep birlikte yenilgiye uğratmak esas meseleydi. Zaten savaştan perişan olmuş bir halde çıkmış bir ülkede yeni kurulmuş ve doğru dürüst ayaklarının üzerine kalkamamış olan Sovyetler ülkesinde merkezi hükümetin bırakalım başkalarının kaderini tayin etmeyi kendi geleceğini koruyup koruyamayacağı tartışma konusu idi. Bu tamamen doğrudur. Ve zaten bu dönemde Sovyet hükümeti Tataristan’da -Volga-Ural- özerk bir cumhuriyet kurulmasını da kabul etmişti. O zaman böyle bir sorun yoktu. Mesele savaş bittikten ve 10. Kongre’de kimi zecri tedbirler alındıktan sonra başladı.
M. Suphi ve arkadaşlarının katli ve Galiyev meselesi
Bu mesele, sosyalistler açısından ayrıca ele alınması gereken başlı başına bir sorun oluşturur. Ancak Galiyev’den bunca söz ettikten sonra bu meseleye işaret etmeden geçmek hiç adaletli bir tutum olmaz.
Sovyetler, Avrupa devriminin gelmemesi sonucu kendisini konsolide etme ve Batılılarla barış içinde ticari ilişkiler geliştirme peşindedir. Bunun için İngilizlerle ilk ticari anlaşmalar imzalanır. Galiyev ise Avrupa devriminin gelmeyeceğine olan ortak inançla sömürge devrimlerinin geliştirilmesinin Sovyet devriminin de kurtuluşu olacağı inancındadır.
Sovyetlerin eski Çarlık topraklarında istikrar sağlama politikasını desteklemek üzere, kendisi bağımsızlık savaşı veren Kemalistler, Kafkas milletlerinin bağımsız devletlerinin (Örneğin, Gürcistan’daki Menşevik Hükümeti) Bolşevikler tarafından bastırılmasına destek sağlarlar. Bunu sosyalizme olan inançları ya da Sovyetlere olan derin dostlukları dolayısıyla değil, henüz kendilerini tanımayan İngiltere gibi büyük devletlere karşı bir destek sağlamak ve onlarla pazarlık gücü elde edebilmek için yapmaktadırlar.
Kemalistlerle Galiyevciler arasında temel bir çelişki vardır ve Sovyetler de bu çelişkinin Kemalistler tarafında durmaktadırlar. Sovyetler ile Ankara Hükümeti arasında böyle bir uyum varken kuşkusuz Galiyev ve onun çizgisinden etkilenmiş olabileceği kesin gibi görünen Mustafa Suphi ve arkadaşlarının dost olarak görülmesi mümkün değildir. İlk TKP programına bakılacak olursa parti çizgisinin Anadolu’da bir federasyon savunuyor olması hasebiyle Galiyevci çizgiden etkilenmiş olmasından pek kuşku duyulamaz. Zira bu dönemin milliyetler meselesiyle ilgili en önemli konusunu federasyon ve ayrı devlet kurma hakkı oluşturur. Ankara Hükümeti desteğini almak zorunda olduğu Kürtlere yerel özerklik tanıyabileceğini ima eden ifadeler ortaya koymuş olsa bile federasyon ya da ayrılma meselesine kesin karşı tutum içerisindedir. M. Suphi ve arkadaşlarının göz göre göre katledilmesi karşısında Ankara-Moskova ilişkilerinin hiç etkilenmemiş olması, Sovyet basınında bu heyetin gidişinden haberdar olunmadığına ilişkin haberlerin çıkması pek sıradan bir durum olarak görünmemektedir.
Sovyetler ise henüz bu dönemde kendisini bir federasyon olarak tanımlayıp, anayasasına federasyon bileşenlerinin istedikleri takdirde ayrılabileceklerini koymuş olmasına rağmen, Kızıl Ordu eski Rusya’nın sömürgelerini (Azerbaycan’da Türk Ordusu’nun da yardımlarıyla) birer birer Sovyetler’e katar ve doğan gerginlikler ortamında, diğer demokrasi sorunlarında ortaya çıkan siyasi tekel durumu gibi, milliyetler meselesinde de bu devletlerin ayrılma hakkı gibi bir meselenin bir daha da gündeme gelmesini bile imkânsız hale getirir.
İç savaşın yarattığı olağanüstü koşullarda uygulanan olağan dışı uygulamalar, olağanüstü halin süreklilik kazanmasıyla birlikte olağan hale gelmeye başlar. Sistemin, böylesine sert gerilimler üzerine bir kez oturduktan sonra hem iç hem de dış koşulların zorlaması altında yeniden bir konsensusa kavuşması artık olanaksızlaşır ve var olan çelişkileri aşmanın yolu olarak da devletin denetleme ve bastırma gücünün sürekli olarak artırılması tek çözüm haline gelir. Bundan sonrasında gelişenlerin artık bütün açık diktatörlüklerde cereyan edenden farkı, egemen zümrenin (sistemde egemen sınıf olarak burjuvazi yoktur ama iktisadi, siyasi ve kültürel tasarruf hakkını tekelci bir biçimde elinde bulunduran devlet ve KP hiyerarşisine göre belirlenmiş olup aşağı doğru etkisi ve yetkisi giderek azalan bir yönetici tabaka vardır.) “şimdilik” kendisini yeniden bir elit olarak üretecek ve bunu evlatlarına miras bırakacak yapının olmamasıdır. Bu bürokrasinin doğal bir karakteridir ama bu durum kendisini yerleştirip sağlamlaştırdıktan sonra sıra bunların sülbünün de bu mirası devralmasına gelir. Bunun K. Kore’deki örneği, krallıklarda olduğu gibi başkanlığın babadan oğula geçmesi haline bile gelmiştir.
Moğolistan Halk Cumhuriyeti ile yaşanan, sömürge haklarıyla da yaşanabilirdi
Galiyev’in sömürgeler devriminin daha önemli olduğu görüşü aslında tarih tarafından doğrulandı. Metropollerin hiç birinde devrim gerçekleşmezken, sömürge ve yeni sömürgelerdeki isyanlar sınıf ve antiemperyalist mücadelenin sancaktarı oldular. Çin Devrimi başlı başına bir olaydı. Güneydoğu Asya’nın yoksul halkları da sınıfsal ve ulusal temellerde dünya kapitalizmine isyan ettiler. Afrika yüz yılların sömürge zincirlerini birer birer kırmaya başladı. Latin Amerika’da Küba Devrimi dünya antiemperyalist mücadelesine yepyeni bir ışık tuttu. Neticeten, ezilenlerin efendilerine karşı isyanının cereyan ettiği alanların hepsi Galiyev’in dediği gibi merkez değil çevre ülkeleri oldu. Bunun doğru ya da yanlış olmayla bir alakası yok. Tersine yine Galiyev’in ifade ettiği gibi zayıf halkanın sömürgelere, bağımlı ülkelere kaymış olması objektif gerçekliğidir. Bu da dünya kapitalist sisteminin yapısal durumuyla ilgili bir gelişmedir. Kapitalist dünya, kendi arasındaki rekabetin boyutu ne olursa olsun, ortaya çıkan sosyalist iktidara karşı metropoller arası dayanışma ile merkezi konsolide ederken, sömürgelerde de yeni ilişki biçimleri geliştirerek elde tutmaya çalışırken bu alanda doğan zaaflardan yararlanan ezilenlerin başarılı devrimler gerçekleştirebilmesinin imkânlarını yarattı. Emperyalizmin bu çabaları, kimi sömürgelerin kurtuluşuyla sonuçlanırken, daha büyük çoğunluğunun yeni bağımlılık ağlarına düşmesine vardı.
Esasında SSCB’de bütünüyle alakasızlıkla karşılanmış değil. Tersine sömürgelerdeki isyanların gelişmesine katkılı olacak birçok ilişkiyi, çelişkili başka ilişkilerle birlikte geliştirdi. Bir yandan SSCB’ye bağlılık içinde olan partiler desteklenirken, diğer yandan da bunların olduğu ülkeler de dahil olmak üzere, “kapitalist olmayan yoldan kalkınacağını” ve “sosyalizmle yakınlaşacağını” beklediği ülkelerin iktidarlarıyla da yakın ilişkiler geliştirdi.[2] Bunun, Türkiye, Suriye, Irak, Mısır gibi ülkelerde acı sonuçları oldu. Komünist işçi partileri bu iktidarların esiri haline gelip sosyal devrimin geliştirilmesinden uzak, kimi durumlarda Saddam gibi faşistleri bile destekleyecek durumlara düştüler. Bu durum, kuşkusuz sosyalizme karşı kuşkulu tavırların gelişmesine ve başka alternatiflere yönelmesine ve emperyalistlerin de bunlar üzerine karşı devrimci hareketleri temellendirme imkânlarını yaratmıştır.
NEP’in hayata geçirilmesiyle özünde Galiyev’in talep ettiklerinin doğrulandığını görürüz ama parti bunu kabullenmek istemez. Hatta NEP ile yapılanlar, şeriat mahkemelerinin bile geri gelmesine izin verilmesine bakılarak, Galiyev’in yapmak istediklerinden çok geride kaldığını göstermektedir. Galiyev’in yapmak istediğinde de NEP’te yapıldığı gibi ordu ve devlet olarak örgütlenmiş partinin ülkeye hakim olmasıdır. Büyük olasılıkla yerel gericilerin serbest hareket etmesine imkân vermeyecek bir rejim baskısı altında ordu ve milis olarak örgütlenmiş halk, Stalin’in sonraki yıllarda yaptığı gibi zorla kolektifleştirme ve baskı ile ilkel birikim sağlanacak ve sanayinin geliştirilmesine çalışılacaktı. Ne kadar başarılı olacağını söylemek zor olsa da en azından Moğol devrimcilerinin yaptığı kadar bir başarıyı elde edebileceğini söylemek mümkün olabilir.
Galiyev’in önerisindeki tek farklılık, Ruslardan bağımsız bir Müslüman halklar topluluğu olarak ayrıca örgütlenmekti. Bu devrim öncesinde, iç savaş yıllarında tekrar tekrar dile getirilen ve Sovyet Anayasası’na da konmuş olan kendi kaderini tayin hakkını özgürce kullanmaktan öteye bir anlama sahip değildi. Daha sonra suçlandığı gibi Turancı şoven bir devlet kurma gibi bir niyetinin olmadığını o iç savaş sırasında partiye karşı gösterdiği sadakatle çoktan ortaya koymuştu. Olacak olan, toplumsal dokusu çok farklı ve yüzyıllardır Çarlık zulmü ve büyük Rus şovenizmi altında yaşamış olan halkların bu sıkıntılardan kurtulmuş olarak Sovyetlerle eşitlik ilişkisi içine girmeleriydi.
Moğollar bu ilişki biçiminin iyi bir örneğini oluşturur. Onlar ayrı bir devlete sahip olmalarına karşın SSCB ile hep dayanışma ilişkisi içinde kalmayı da başarmışlardır. Aynısını Bolşeviklerle Moğollardan daha yakın ilişkiler yaşamış ve RSDİP(B) içinde şekillenmiş olan Galiyev ve arkadaşlarının da gerçekleştirmesi en az Moğollarınki kadar beklenebilirdi.
Tarih onları, üzerlerine atılan suçtan beraat ettirecektir
Galiyev hakkındaki kaynak azlığı milliyetçilerin, faşistlerin ve CIA’nın meseleyi özel bir kullanım konusu olarak ele almış olması onun değerlendirilmesinde ciddi çarpıtmalara neden olmaktadır. Diğer yandan da Galiyev, Türkçülerin kullanmaya çalıştıkları amaçların dışında sol içerisinde de çarptığı sosyal şoven eğilimler nedeniyle de bir itilmeyle yüz yüze gelmek durumundadır. Galiyev meselesine solda devrimci biçimde ilk yaklaşanların Kürtler olması bir tesadüf oluşturmaz. Damdan düşenler birbirlerinin halinden anlarlar. Kürt özgürlük hareketine yapılan suçlamalarla Galiyev’e yapılan suçlamaların benzerliği şaşırtıcı bir düzeydedir.
Galiyev’in sınıf söyleminin zayıf kaldığı aşikârdır. Zira o gözünü sömürge devrimlerine dikmiştir ve buralarda da o devirde işçi sınıfı öylesine zayıftır ki, (ya da Moğolistan gibi örneklerinde olduğu gibi hiç yoktur) bu durumda onun toplumsal dönüşüme öncülük etmesinden de söz edilemez. Bunun sonucu olarak sınıfın zayıf kaldığı sömürgelerdeki devrimciler devrime itici güç olarak başka bir şeyler bulma ihtiyacını duymuşlardır. Marks’ın “köylülüğün bir çuval patates” gibi olduğunu söylemesi köylülükle devrimci hareket gerçekleştirmek isteyen bütün devrimciler tarafından fark edilmiş ve bu çuvalı da onlar askeri olarak örgütlemekte bulmuşlardır. Bunu belki de ilk gören Galiyev olmuştur.
Kuşkusuz halkı askeri bir örgütlenme içerisine soktuktan sonra da Komünist Manifesto’nun bahsettiği “özgür üreticiler toplumu” ya da işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesinden söz edebilmek olanaklı olmaktan çıkar. Geriye elde kalır, partinin, askeri, siyasi, iktisadi ve kültürel olarak ideolojik öncülük sürdürmesi. Sömürge boyunduruğundan, emperyalizmden kurtulmada bu yaklaşım hemen bütün sömürgelerde işe yaramış ve birçoğunda emperyalist esaret boyunduruğunun kırılmasını getirmiştir. Ne var ki, o boyunduruğun kırılmasının özgür insanı yarattığını söylemenin yaşanan deneylere bakılınca hiçbir yerde mümkün olmadığını görme talihsizliğiyle yüz yüze olduğumuzu fark ediyoruz. Günümüz dünyasında gerekli olan da, artık tarihin gerisinde kalması gereken insanlığın kurtuluş çabalarının bir parçasını oluşturan bu deneyimlerin tekrarlanması değil, onların yarattığı derslerin verdiği ışıkla yeni bir yol açmaktır. Galiyev’i de özgürlüğe ulaşamayacak olan yolda ölümüne özgürlük için yol almaya çalışan devrimciler kervanına ekleyip saygıyla anmaya devam etmek gerekir. Bu saygıdır ki, bize özgürlüğe gerçekten çıkabilecek olan bir yolun yoktan var edilemeyeceğini, ancak ve ancak yaşanmış olan deneyimlerin eseri olacağını anlatır. Bütün devrimlerin uğradıkları restorasyonlar bir tesadüf değil, doğan her canlının var olmaya devam edebilmek için eskiler arasında kendisine bir yer açma mücadelesinde uğradığı yenilgileri anlatır. Ama yine de her zaman yeni, ilk denemede, belki ikinci deneme vb. değil ama nihayetinde yeryüzünde hak ettiği yeri almayı başarır.
EK 1
V. I. Lenin – Moğolistan Halk Cumhuriyeti heyeti ile konuşma*
5 Kasım 1921
Basım: İlk olarak 1934 yılında Moğol Halkın Devrimci Partisi Dokuzuncu Kongresi (28 Eylül-5 Ekim 1934) Ulan-Bator, Modern Moğolistan Yayınevi kitabında basılmıştır.
Kitabın metninden basılmıştır.
Kaynak: Lenin Collected Works, İkinci Basım, Progress Publishers, 1971, Moskova, Cilt 42, sayfalar 360b-361a.
Çeviren: Yuri Sdobnikov
Transkripsiyonİşaretleme: D. Walters
Kamusal Alan: Lenin İnternet Arşivi (2003). Bu çalışmayı özgürce kopyalayabilir, dağıtabilir, görüntüleyebilir, yanı sıra türev ve ticari işlerde kullanabilirsiniz. Lütfen kaynağınız olarak “Marksistler İnternet Arşivi”ni belirtin.
İngilizceden çeviri: Mahir Sayın
- Moğol heyetinin 1. sorusu: “Lenin yoldaş, ülkemizde bir Halkın Devrimci Partisi’nin kurulması hakkında ne düşünüyorsunuz ve bizim için en önemli olan nedir?”
Lenin yoldaş, heyetimize ülkemizin uluslararası durumunu özetledi ve MHC’nin coğrafi konumu nedeniyle, savaş durumunda emperyalist güçlerin ülkemizi ele geçirmeye ve onu askeri operasyonlar için başka bir ülkeye sıçrama noktası olarak kullanmaya çalışacaklarına dikkat çekti…
Lenin, “ülkenizdeki her çalışan için tek doğru yol, Sovyet Rusya’nın işçileri ve köylüleriyle ittifak halinde devlet ve ekonomik bağımsızlık için savaşmaktır. Bu mücadele tek başına sürdürülemez, bu nedenle Moğol Aratlarının bir partisini kurmak bu mücadelelerindeki başarının güvencesidir” dedi.
- Moğol heyetinin ikinci sorusu: “Ulusal kurtuluş mücadelesi galip gelecek mi?”
Yoldaş Lenin’in yanıtı:
“Ben otuz yıldır devrimci hareketin içindeyim ve herhangi bir halkın kendilerini dış ve iç efendilerinden kurtarmasının ne kadar zor olduğunu deneyimle biliyorum. Moğolistan sığır yetiştiren bir ülke olmasına ve nüfusunun büyük bir kısmı göçebe çobanlar olmasına rağmen, devriminde büyük ilerleme kaydetmiştir ve hepsinden önemlisi, bu başarıları, yabancı unsurlardan arınmış bir kitle partisi olma amacındaki Halkın Devrimci Partisi’ni kurarak gerçekleştirmiştir.”
- Moğol heyetinin üçüncü sorusu: “Halkın Devrimci Partisi Komünist Parti’ye dönüştürülmez mi?”
Yoldaş Lenin’in yanıtı:
“Bir partinin bir başka partiye ‘dönüştürülemeyecek’ olmasından dolayı bunu tavsiye edemem.”
Lenin yoldaş, Komünist Partisinin özünün proletaryanın partisi olmak olduğunu açıkladı ve şöyle dedi:
“Çoban unsurların, Halkın Devrimci Partisi’nin nihayetinde Komünist Partisine ‘dönüştürülmesine’ yardımcı olabilecek proleter bir kitle haline gelmesinden[3] önce, devrimciler, devletin, ekonomik ve kültürel faaliyetlerin geliştirilmesi konusunda çok çalışmak zorunda kalacaklar. Sadece tabela değişikliği zararlı ve tehlikelidir.”
Yoldaş Lenin, kapitalist olmayan bir gelişme yolunu takip etmenin MHC için mümkün ve gerekli olduğu fikrini ayrıntılı olarak açıkladı. Bunun ana koşulunu, Halkın Devrimci Partisi ve Hükümetin çok sıkı çalışmasının oluşturduğunu, böylece bu çaba ve parti ile yetkililerin artan etkisinin kooperatiflerin sayısını, yeni ekonomik faaliyet biçimlerini artırıp, ulusal kültürün gelişmesi ile sonuçlanacağını ve Aratları ülkenin ekonomik ve kültürel kalkınmasının çıkarı doğrultusunda parti ve hükümetin arkasında seferber edeceğini anlattı. Moğolistan halkının kapitalist olmayan yeni ekonomik sistemi, yalnızca, Parti’nin ve hükümetin çabalarıyla yaratılan yeni ekonomik yaşam tarzının adacıklarında şekillenebilirdi.
Notlar
* Moğol Halk Cumhuriyeti heyeti 2 Kasım 1921’de Moskova’ya geldi. Üyeleri şunlardı: Heyet başkanı, Maliye Bakanı ve Moğol Halk Devrimci Partisi Merkez Komitesi Başkanı Danzan, Halkın Devrimci Ordusu Başkomutanı ve Savaş Bakanı Sukhe-Bator, Dışişleri Bakan Yardımcısı B. Tserendorzh, dini çevrelerin temsilcisi Djon-Van-Shirnin-Dandin, heyetin resmi olmayan üyesi Batukhan, danışman ve baş tercüman. Müzakerelerin amacı, RSFSC Hükümeti ile Moğolistan Halk Hükümeti arasında bir anlaşma yapmaktı. Anlaşma Taslağı, 3 Kasım 1921’de Halk Komiserleri Dar Konseyi tarafından değerlendirildi ve onaylandı (bkz. Toplu Eserler, Cilt 53, Beşinci Rusça Baskı, s. 324). 5 Kasım 1921’de R.S.F.S.R. ve MHC temsilcileri arasında bir anlaşma imzalandı. Her iki taraf da diğer tarafa düşman grupların kendi topraklarında kalmasına veya oluşmasına izin vermemek için taahhütte bulundu ve diplomatik ve konsolosluk temsilcilerinin atanması, devlet sınırlarının belirlenmesi ve gümrük için düzenlemeler yaptı. Sovyet Hükümeti, Moğolistan’daki RSFSC hükümetine ait telgraf tesislerini MHC Hükümetine devretti.
Lenin’in heyet ile görüşmesi Kremlin’de gerçekleşti. Konuşmanın bir raporu ilk olarak 28 Eylül – 5 Ekim 1934 tarihleri arasında düzenlenen M.P.R.P.’nin 9. Kongresi’nin tutanaklarında yayınlandı. B. Shumyatsky ve B. Tserendorzh’un anılarında yeniden yayınlandı. Tserendorzh anılarında şunları yazdı: “Lenin, delegasyon üyeleriyle uzun süre konuştu. Anlattıklarımıza dikkatle kulak verdi, Moğolistan halkının yaşamının tüm yönlerine canlı bir ilgi gösterdi ve bazı yararlı tavsiyelerde bulundu. Özellikle Moğol halkının eğitim ve kültür seviyesinin yükseltilmesi gerektiğine dikkat çekerken, aynı zamanda halkın tüm ihtiyaçlarını karşılamak için ülke ekonomisinin en üst düzeyde geliştirilmesi gerektiğini vurguladı.”
EK 2
CIA’nın akıl hocalarından Alexandre Bennigsen hakkında bilgi (Vikipedia’dan tercüme)
Bennigsen 1913’te St Petersburg’da doğdu. Ailesi (Bolşevik Devrimi’nden sonra babası Komünistlere karşı savaştı ç.n.)1919’da Rusya’dan Estonya’ya gitti ve 1924’te de Paris’e yerleşti; Benningsen burada Ecole des Langues Orientales’te okudu. Ecole des Hautes Etudes’de (en Sciences Sociales) ders verdi ve Arap Olmayan İslam Tarihi kürsüsü başkanı oldu. Bennigsen ayrıca Chicago Üniversitesi ve Wisconsin-Madison Üniversitesi de dahil olmak üzere çeşitli Amerikan üniversitelerinde de ders verdi. Bennigsen, Sovyetler Birliği Müslümanları’nın, Birlik içinde farklı bir kimliği koruyarak Sovyetleşmeye etkin bir şekilde direndiğine inanıyordu. Ayrıca, çoğu Sovyet Müslümanı’nın gerçek İslami dini uygulamalar hakkında çok az şey bilmesine rağmen, güçlü bir kültürel bilgiyi koruduklarını öne sürerek İslam’a siyasi bir rol atfetti. İkinci görüş, Sovyet sosyal mühendisliğinin Rus imparatorluğunun tarihsel olarak Müslüman halk arasında İslam duygusunu büyük ölçüde ortadan kaldırdığına inanan sosyal bilimciler arasında geçerliydi. Bennigsen, Sovyetler Birliği parçalanmaya başladığında ve özellikle sonrasında öngörülü görünüyordu. Olaylar, 1920’lerden beri çok daha geniş olan İslam dünyasından kopmuş olmalarına rağmen, İslami uygulama hakkında sağlam bir bilgi olmasa da, Sovyet Müslümanları’nın İslami kimliklerini korudukları inancını destekledi. Bennigsen, bir soğuk savaş stratejisti olarak, ABD’nin bölgedeki örtülü faaliyetlerini etkiledi.[1] Bugün İslam, eski Sovyet Cumhuriyetleri’nde ve aynı zamanda özellikle Rusya’da güçlü bir siyasi güçtür.
Polonya doğumlu Amerikalı diplomat Zbigniew Brzezinski, Paul B. Henze[4] liderliğinde CIA, Pentagon ve Dışişleri Bakanlığı‘ndan insanları bir araya getiren departmanlar arası bir örgüt olarak Milliyetler Çalışma Grubu‘nu kurduğunda Bennigsen onu etkilemekteydi. Grup, Bennigsen’in Orta Asya’da İslamcılığın teşvik edilmesinin Sovyet yetkililerine karşı bir Müslüman ayaklanmasına yol açma potansiyeline sahip olduğu görüşünü savunmaktaydı.[2]
1988’de Paris’te ölen Bennigsen, genellikle eski Sovyetler Birliği’nde ve sonrasında oluşan devletlerde vatandaşlık meseleleri üzerine çalışan öğrencilerden oluşan bir okulun “babası” olarak kabul edilir. Bunlar arasında, Bennigsen’in birlikte birçok kitap ve makale yazdığı S. Enders Wimbush ve Chantal Lemercier-Quelquejay ile Window on Eurasia’nın kurucusu ve editörü Paul A. Goble vardır. Kızı Marie Bennigsen-Broxup da Orta Asya konusunda tanınmış bir bilim insanıydı.
EK 3
Uğur Mumcu, CIA’in Henze’si hakkında ne yazmıştı?
Taner Korkmaz
1983’te Uğur Mumcu’ya “Ruzi Nazar’ı tanımıyorum” diye ısrarla yalan söyleyen Paul Henze “Komünizmle Mücadele” konseptinin “İdeolojik Dinozoru” olarak tanımlanıyordu!
Özbek asıllı Ruzi Nazar ise “Komünizmle Mücadele” döneminin Türkiye ayağında önde gelen bir başka isimdi.
CIA ajanları Paul Henze ile Ruzi Nazar, Ankara’daki ABD Büyükelçiliği’nde birlikte çalışmaya başladıklarında (1959) Yirmi Yedi Mayıs Darbesi’ne bir yıl vardı…
Henze-Nazar ikilisinin Türkiye’de görev yapmaya başladığı tarihten dört yıl sonra (1963’te); Fetullah Gülen, “Komünizmle Mücadele Derneği”nin Türkiye’deki ikinci şubesini Erzurum’da açmıştır.
Ruzi Nazar ile Paul Henze bir CIA projesi olan “Radio Free Europe” için de birlikte görev yapmışlardır.
Bu ikili, Ankara’dan sonra Bonn’daki ABD elçiliğinde de buluşmuşlardı…
Papa Suikastı’nı araştıran Iona Andronov, “On The Wolf’s Track” adlı kitabında (Sofia Press, 1983) suikastın perde arkasında P.Henze ile R.Nazar’ın da yer aldığını öne sürmüştür!
***
Dünkü yazımızda sözünü ettiğimiz Mumcu-Henze görüşmesi hakkında; Uğur Mumcu aynen şunları yazmıştı:
“Henze, Amerikan haberler merkezinde görevli bir bayan aracılığıyla 1983 yılı Ocak ayının son günlerinde Ankara’da bir yemek vereceğini, bu yemekte bulunmamı istedi. Özür dileyerek gelemeyeceğimi söyledim. Bunun üzerine Henze, Cumhuriyet gazetesi diplomatik muhabiri Sedat Ergin aracılığıyla görüşme isteğini yineledi. Çoğu yabancı gazeteci ile evimde görüşmekteydim. Henze’nin de evime gelmesini istedim. Geldi, görüştük…
Bana ‘Niçin Papa Suikastı’nı KGB’nin düzenlediğine inanmıyorsunuz?’ diye sordu. Elimizde bu konuda kanıt olmadığını söyledim…
Görüşmemizde Sedat Ergin ve bir gazeteci arkadaşım daha bulundu. Paris’teki Gamma ajansının muhabiri olan Ali Nun, Henze ile benim fotoğraflarımızı çekti. Henze ise Tercüman gazetesinde (19 Ekim 1983) bu görüşmenin benim ‘isteğim ve davetim üzerine’ olduğunu söyleyecek kadar sorumsuzluk içindedir… Tanıkları yaşayan bu basit olayı bile değiştirerek sunan Henze’nin yaptığı yorumlarda ne gibi yöntemler kullanacağını okurların değerlendirmesine bırakıyorum.”
(Uğur Mumcu’nun “Papa, Mafya, Ağca” adlı kitabının 308. sayfasındaki dipnot; um:ag Vakfı Yayınları)
***
Sedat Ergin, günümüzde Hürriyet gazetesi yazarıdır. Yakın zamana kadar Hürriyet’in genel yayın yönetmeniydi. Bu görevi esnasında ABD’nin Ankara Büyükelçisi’nden pek bir farkı yoktu!
Paul Henze (1924-2011) ise CIA’deki görevine RadioFree Europe’un politik danışmanı olarak başlamıştı…
Bir de Radio Free Asia var; onu da CIA inşa etmiştir.
Moon Tarikatı’nın Radio Free Asia bağlantıları da CIA şemsiyesi altındadır! CIA’in himayesinde kurulan tarikat, 1954’te Kuzey Kore’den Güney Kore’ye kaçan Sun Myong Moon’un liderliğinde “derin kulvarda” koşturulmuştur!
ABD’de 1982 yılında yayın hayatına giren Washington Times gazetesi, Moon Tarikatı’na aittir.
Moon’un Türkiye’deki ilk temsilcisi olan Kasım Gülek, Washington Times’ın ikinci el matbaasını Zaman’ın sahibi Alaeddin Kaya’ya ışınlamıştı!
Washington Times’ta geçmiş yıllarda editörlük yapmış bir gazeteci olan Arnaud de Borchgrave, 1981’deki Papa Suikastı’nın arka planını perdelemek için vaktiyle Reader’s Digest dergisinde yazılar kaleme almış isimlerden birisidir.
O dergide Papa Suikastı’nı Sovyetler ile Bulgaristan’ın üzerine yıkmaya çalışan yazıları yayınlatan da CIA’in kaşar ajanı Paul Henze idi! Henze’nin Ankara’da görev yaptığı yıllardaki en yakın dostu Kasım Gülek’tir.
1950 ile 1959 yılları arasında CHP’nin Genel Sekreteri olan Gülek, Fetullah Gülen’in 1975’te masonluğa girmesini sağlayan kişidir.
***
Casusluktan ve FETÖ’ye yardımdan tutuklanan Enver Altaylı, Ruzi Nazar’ın talebesiydi. Uzun yıllar evvel, Uğur Mumcu’nun yazılarında her ikisinin de çok bahsi geçmiştir!
Ruzi Nazar’ın kızı Zülfiye Nazar’ın kaleminden çıkan “Akıl Oyunları” kitabı ise sonradan “A Beautiful Mind” adı ile filme dönüştü…
(Babası Ruzi, kızı Zülfiye için “Amerikalılar kolaylıkla telaffuz etsinler diye adını Sylvia’ya çevirdik” demiştir!)
Türkiye’de de ilgi gören bu film; öğrencilik yıllarından itibaren paranoid şizofreni olan meşhur matematikçi John Nash’in hayatını anlatıyordu.
Mister Nash’in Türkiye’ye ilk gelişini Ali Rıza Bozkurt organize etmiştir!
“Müthiş Türk” diye tanımlanan Ali Rıza Bozkurt mu; “sırtını Amerikan makamlarına yaslamış” bir işadamıdır.
Tuncay Özkan Kanaltürk’ü kurduğu dönemde; Ali Rıza Bey, onun hemen yanı başında idi…
Ali Rıza Bozkurt, özellikle 1998-2003 yılları arasında Fetullah Gülen Locaefendi ile elemanlarının baş tacı yaptığı bir isimdi!
[1] Yazar hakkında “CIA’nın akıl hocalarından Alexandre Bennigsen” başlıklı ekte bilgi bulunmaktadır.
[2] Bu konuda da kendilerine Lenin’i dayanak yapıyorlardı. Lenin’in Moğol devrimcilerine tavsiye ettiği “kapitalist olmayan yoldan kalkınma”yı bu ülkelerde uyguladıklarını iddia ediyorlardı. Yapılanların Lenin’in anlattıklarıyla hiçbir alakası yoktu. Yapılanlar bu ülkelerdeki kapitalizmin temellerinin güçlenmesinden başka bir işe yaramıyordu. Emperyalizme bağımlılıklarını azalttığı iddiası ise tam tersine ya bağımlılığın çapının büyümesine katkılı oluyordu ya da SSCB’ye olan bağımlılığı artıyordu. Bu yardımların da katkısıyla gelişen proletaryanın ezilmesine ise kulak astıkları yoktu.
[3] Demek ki, Lenin kendini komünist ilan etmenin komünist parti oluşturmaya, yani ideolojik öncülükle devrimin yürütülemeyeceğine inanıyor. “Sadece tabela değişikliği zararlı ve tehlikelidir.” derken de işçilerin olmadığı bir partinin komünist partisi olarak ilan edilmesinin “zararlı ve tehlikeli” olduğunu ilan etmiş oluyor. Bu uyarıyı ciddiye almamak, herhangi bir lafmış gibi üstünden atlamak Lenin’in ifade ettiği zararlara ve tehlikelere de neden olmuştur. Ama denebilir ki, proletaryanın olduğu partilerde zararlı ve tehlikeli işler yapılmadı mı? Proletaryanın varlığı komünist partisi için gerekli şarttır. Olmazsa olmazdır ama hiçbir şekilde yeterli değildir. Onun için de partinin ideolojik duruşu hayati önem taşır. (M.S)
[4] 1959’dan beri Türkiye’de değişik zamanlarda faaliyet gösteren, CIA istasyon şefliği yapan ve kontrgerilla örgütlenmesine katkılı olan bir CIA görevlisidir. Kendisinin faaliyetleri konusunda kamuoyunu etraflıca ilk bilgilendiren Uğur Mumcu olmuştur. Ekte P. Henze ve işbirliği içinde olduğu diğerleri hakkında bilgi içeren gazeteci Tamer Korkmaz’a ait bir makale bulunmaktadır.