Özgür Sevgi GÖRAL Gazete Karınca için yazdı: Kamuoyu nezdinde Cizre JİTEM davası olarak bilinen Temizöz ve Diğerleri dosyası, 1990’lı yıllarda devletin paramiliter güçleri tarafından Cizre’de ve Silopi’de katledilen 21 kişinin öldürülmesinin, başta Emekli Jandarma Kıdemli Albay Cemal Temizöz olmak üzere, korucubaşı Kamil Atak’ın da dahil olduğu sanıklar tarafından gerçekleştirildiğini ileri sürüyordu.
Sanıklar Cemal Temizöz, Kamil Atak, Temer Atak, Kukel Atak, Adem Yakin, Fırat Altın (Abdülhakim Güven), Hıdır Altuğ, ve sonradan şikayetçi avukatları tarafından açığa çıkarılarak dosyaya eklenen “Yavuz Hoca” ya da “Yavuz Güneş” kod adıyla bilinen Uzman Çavuş Burhanettin Kıyak da dahil olmak üzere 8 kişiydi. Pek çok JİTEM dosyasında olduğu gibi ordu mensupları, korucular ve itirafçılardan oluşan bir grup söz konusuydu, bu grup Cizre’de ve Silopi’de 1990’lı yıllarda katledilen, zorla kaybedilen ve infaz edilen 21 kişinin öldürülmesinden sorumlu tutuluyordu. Dosyanın ilk iddianamesinde “Suç işlemek amacıyla teşekkül oluşturma ve bu teşekküle üye olma, adam öldürmeye azmettirme ve adam öldürme” suçlarından Cemal Temizöz hakkında 9 kez ağırlaştırılmış müebbet cezası ve korucubaşı Kamil Atak hakkında da 7 kez ağırlaştırılmış müebbet cezası isteniyordu.
Temizöz ve Diğerleri Dosyası 14 Temmuz 2009 tarihinde Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı iddianameyle başlamıştı. Ergenekon ve Balyoz yargılamaları başladıktan sonra, 2009 yılından başlayarak, bu dosyalarda sanık olarak ismi geçen kimi askerler için Kürdistan’da 1990’lı yıllarda işledikleri suçlar nedeniyle açılan bireysel ceza davalarından biri de Temizöz ve Diğerleri dosyası oldu. Temizöz ve Diğerleri dosyasında da diğer tüm dosyalarda olduğu gibi JİTEM yapısı birbiriyle ilişkili olarak ele alınmıyor, askerler, korucular ve itirafçılardan oluşturulan JİTEM yapıları bireysel suç örgütleri gibi görülüyor, işlenen suçların zorla kaybetme örneğinde olduğu gibi adı konulmuyor ve en önemlisi suçun ırkçı ve sömürgeci niteliğinin sürekli üstü örtülüyordu. Yine de 2009 sonrasında, 11 JİTEM dosyasının birer birer açıldığı dönemde, Türkiye’de geçmişle yüzleşme retoriği güçlü bir şekilde dolaşıma giriyordu. Bugün iktidarın ırkçı ve faşizan söylemlerini destekleyen pek çok gazeteci, yazar ve akademisyen, o gün JİTEM dosyaları sayesinde Türkiye’nin geçmişle hesaplaşmaya başladığını ve arkasının da kolaylıkla, çorap söküğü gibi geleceğini ileri sürüyordu. Temizöz ve Diğerleri bu dosyaların arasında en dikkat çekenlerinden biriydi.
İzlediğim duruşmalarda Cemal Temizöz son derece sakindi, savunmasının tamamını Fethullah Gülen çetesinin bir komplosu nedeniyle ve PKK’ye karşı yürüttüğü güçlü mücadelenin bir sonucu olarak yargılandığı çerçevesine oturtuyordu. Sakindi ve devlete konuşan bir devlet görevlisi olarak sükunetle konuşuyordu. Devleti iyi tanıyan ve Kürt hareketinin topyekûn savaş olarak andığı 1990’lı yıllarda Kürdistan’da savaşmış bir asker olarak bugün yargılanıyorsa da yarın durumun değişebileceğini öngörüyor gibiydi, ifadeleri genel olarak dikkatli ve dengeli olmaya çalışıyordu.
Korucubaşı Kamil Atak ise duruşmalarda oldukça hararetli bir tutumla hareket ediyor, son derece teatral savunmalar yapıyordu, öfkeliydi, arada sözü değiştirip PKK komutanlarına isimleriyle seslenerek onlara yönelik uzun ve sert konuşmalar yapıyordu. Kamil Atak ki evi PKK tarafından bombalanmış, bu uğurda ailesinden nice insanı kaybetmiş bir savaşçıydı, nasıl böyle bir yargılama sürecinin konusu olabilirdi? ‘Yaramız derindir’ diye sesleniyordu mahkeme heyetine, ‘biz çok zor koşullarda PKK ile savaştık, karşılığında burada yargılanıyor olmak bizim için çok zordur.’ Başlangıç döneminde Diyarbakır’da devam eden duruşmaları izlemek için Türkiye’nin batısından gelen ve genel olarak oldukça ümitvar olan gazeteci, yazar ve sivil toplum kuruluşu temsilcilerinin aksine kayıp yakınları son derece temkinliydi. Duruşmalardan ne çıkacağını bilmediklerinin altını çiziyorlar, ‘hakimler bizim değil Cemal ve Kamil’in arkadaşıdır’ diyerek hukuka olan mesafelerini ortaya koyuyorlar, çevirmen aracılığıyla verdikleri ifadelerde olayları olabildiğince ayrıntılı anlatmaya çalışıyorlardı. Çoğu yıllardır eşini arayan, onun cenazesini bulmak için mücadele eden, 1990’lı yılların en şedit zamanlarında askeri bölgelere, karakollara, savcılara gitmiş, kaybettikleri eşlerinin ardından çocuklarını bin bir zorlukla büyütmüş Kürt kadınlarıydı.
Kayıp yakınları duruşmalara kolaylıkla katılabilmeleri için dönemin Cizre Belediyesi’nin sağladığı araçlara binerek geliyor, sanıklarla ve onların aileleriyle her duruşmada yüzleşiyor, hukuktan çok fazla bir şey bekledikleri için değil kaybettiklerinin anısına ve davasına sadık oldukları için geldiklerini söylüyorlardı. Gerçekten yarası derin olanlar, eşlerinin, evlatlarının, yakınlarının mezarından bile mahrum edilmiş olanlar teatral tutumlar yerine sakin bir dikkat, serinkanlılık ve mesafeyle, katılmayı biraz da politik ve etik bir görev olarak gördükleri duruşmaları dikkatle izliyor ve ifade veriyorlardı. Tercümanın yetmediği durumlarda müşteki avukatlarından Tahir Elçi çeviriyi devralarak kayıp yakınlarının ifadelerini Türkçeye çeviriyordu.
Uzatmaya gerek yok, Kürt savaşının tekrar başlamasıyla birlikte Temizöz ve Diğerleri’nin de içinde olduğu 11 JİTEM dosyasında arka arkaya beraatler çıkmaya başladı, devlet başta yargıladığı sanıkları sonrasında beraat ettirerek akladı. Böylelikle devlet bu sanıklar için aftan bile daha güçlü bir hukuki sonuç yaratmış oldu, bu dosyalardaki tüm sanıkların suçu işlemediği kesinleşerek aklanmış oldu. İktidar, dosyaları şikayetçilerin daha rahat izlemesi için araç tesis eden bütün belediyelere kayyımlar atayarak el koydu, demokratik yollarla seçilmiş belediyeler gasp edildi. Üstelik, bu dosyalara konu olan yerlerde, Cizre’de, Silopi’de, Nusaybin’de ve Kürdistan’ın daha pek çok yerinde çözüm sürecinin bitmesiyle birlikte başlayan muazzam devlet şiddeti sonucunda binlerce insan daha katledildi.
2015 sonrasının cenazeleri ve ölüleri 1990’lı yılların cenazelerine ve ölülerine eklendi. Dosyaların en önemli avukatlarından biri olan Tahir Elçi katıldığı Tarafsız Bölge programında PKK’yi terör örgütü olarak tanımlamadığını ifade ettikten sonra başlayan linç sürecinin bir sonucu olarak 28 kasım 2015’te Diyarbakır’da, takip ettiği dosyalardaki kontrgerilla tekniklerine çok benzeyen bir şekilde katledildi. Türkiye’de ‘geçmişle yüzleşme’ diye konuşulan şeyin sert, şiddetli ve politikanın, özellikle de Kürt savaşıyla çerçevelenmiş politikanın güzergahlarıyla ne kadar ilişkili olduğunu hep birlikte gördük. 2009 sonrası parça parça açılan JİTEM dosyalarının ve özellikle de Temizöz ve Diğerleri dosyasının serencamı, geçmiş diye konuştuğumuz şeyin olmuş bitmiş bir eski zaman olmadığını aksine esas meselenin bugünde ve şimdide devam eden süreklileştirilmiş devlet şiddetinin izlerini ve etkilerini bugünle ilişkilendirerek hesaplaşmak olduğunu mükemmelen anlatır. Dünyanın her yeri için geçmiş ile bugünün politik ilişkisi geçmişle hesaplaşma diye konuşulan şeyin içeriğini belirler elbette ama Türkiye gibi resmi tarih anlatısının çok katı bir inkarcılıkta direttiği, Kürt meselesinde savaş çizgisinin hegemonyasını bir kez daha tahkim ettiği, özellikle sömürgecilik ve ırkçılığın bütünüyle görmezden gelindiği, devlet eliyle kurulan Ermeni Soykırımı inkarı kompleksinin pek çok bilgi üreten kurumda da saat gibi işlediği bir ülkede geçmişle hesaplaşmak demek aslında çok sert bir kavgaya girmek demek anlamına gelir. Tabi eğer adına layık, gerçek bir hesaplaşma süreci olacaksa.
Bu gerçek hesaplaşma süreci üzerine düşünürken dünyadaki diğer örneklere bakmanın bize önemli ipuçları sunabileceğini düşünüyorum. Kendi adıma Türkiye’yi Fransa örneğiyle birlikte düşünmenin anlamlı bir karşılaştırma olacağına ve Türkiye ile Fransa’ya karşılaştırmalı olarak bakmanın tartışmayı derinleştirecek kimi unsurlar içerdiğine inanıyorum. Fransa Avrupa içinde geçmişle hesaplaşma konusunda kötü bir sicili olduğu kabul edilen ülkelerden. Gerçi sicili iyi olan Almanya gibi ülkelerin de geçmişlerinin kimi kısımlarıyla yüzleşmek konusunda ne kadar isteksiz olduğunu, eğer politik hareketlerin müdahaleleri olmasaydı faşizmle yüzleşme sürecinin ne kadar eksik olacağını ve bu öve öve bitirilmeyen haliyle bile faşizme iş dünyasının, akademinin katılımı gibi alanların nasıl ihmal edildiğini düşünürsek belki bu yazıda söylemek istediğim temel şeylerden birine gelmiş oluruz.
Fransa ile Türkiye’yi geçmişle hesaplaşma çerçevesinden karşılaştırmalı düşünürken amacım bu ülkelerden birini norm ya da olumlu örnek olarak alıp diğerinin niye öyle olamadığını anlamak filan değil. Zira mevcut kapitalist üretim ilişkileri ve ulus devlet formundaki devletler içinde geçmişle hesaplaşma pratikleri olarak anılan tecrübeler her zaman pürüzlü, eksik, pek çok açık kalmış alanla dolu, geçmişi paketleyip bir kutuya koyarak ve bugünle ilişkisini keserek, bazen neredeyse sivil bir dine* dönüşen kozmetik pratiklerle dolu olacaktır. Üstelik, Avrupa’da çok ideal bir geçmişle hesaplaşma süreci olmuşken Türkiye’nin bunu yapamamış bir unutma toplumu olduğunu ileri süren normatif değerlendirmelere başka gerekçelerle de katılmıyorum. Bu konuda yekpare bir Avrupa yok, farklı ülkelerin farklı pratikleri var ve bu pratikler içinde bulunulan politik bağlamla, radikal hareketlerin gücüyle, rejim içi aktörlerin konumlarıyla, solun politik öncelikleriyle ve faşist, sağ popülist hareketlerin gücüyle doğrudan ilişkili.
Peki tüm bu kayıtlara ve şerhlere rağmen neden Fransa ile Türkiye’yi birlikte düşünmenin geçmişle hesaplaşma meselesi bağlamında yine de anlamlı olacağına inanıyorum? Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Fransa’da mevcut çok şiddetli bir siyasi kriz var, bu kriz sağın, aşırı sağın, klasik, yeni (ya da post) faşizmlerin güç kazandığı bir merkezin faşistleşmesi/faşizmin merkezleşmesi süreciyle birlikte iyice keskinleşiyor.** Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Fransa’da da geçmişin nasıl ele alınarak değerlendirileceği mevcut siyasi krizin temel meselelerinden biri, bugünün krizi geçmişin yorumlanma biçimlerine dair kavgayı önemli bir parçası olarak görüyor. Fransa devleti kendi ırkçı, sömürgeci geçmişine gerçekten eleştirel bir gözle bakmak konusunda ayak direyen bir devlet, zira tıpkı Türkiye’nin Kürdistan meselesinde olduğu gibi sömürgecilik ve ırkçılık bitmiş bir geçmiş anlamına gelmiyor.
Nüfusunun bir kısmı göçmen bir kısmı da eski sömürge kökenli ikinci ve üçüncü kuşak Fransızlardan oluşan Fransa için ırkçı ve sömürgeci geçmişinin nasıl değerlendirileceği aynı zamanda bugün nasıl bir ortak yaşam kurulacağına dair politik tartışmayla da sıkı sıkıya ilişkili. Tıpkı Türkiye gibi Fransa’da da ırksallaştırılmış bir kolluk şiddeti, bunun sonucunda katledilen siyah ve Arap yurttaşlarının yüksek sayısı, katleden jandarma ve polis güçlerinin cezasız kalarak terfi ettirilmesi gibi olgular sonucunda ırkçı şiddet bugün de kolluk güçleri ve yargı işbirliğiyle iş görmeye devam ediyor. Ve yine tıpkı Türkiye’deki gibi Fransa’da da pek çok radikal, ırkçılık ve sömürgecilik karşıtı grup geçmişin suçlarının bugünle ilişkisi kurularak tanınması ve mahkum edilmesi için mücadele ediyor, bu gruplar yeni ve köktenci pek çok sözü ve talebi tüm devlet şiddeti biçimlerine rağmen dolaşıma sokuyor. Ve yine Türkiye’deki gibi Fransa’da da devletin farklı fraksiyonları çeşitli zamanlarda kendilerini kimi adımlar atmak zorunda hissediyorlar, attıkların adımların niteliği, kozmetik yaklaşımlar olup olmadığı hararetle tartışılıyor. Ve Fransa’da da, Türkiye’de olduğu gibi, yorgun, gücünü kaybetmiş, içe dönük bir dille konuşan, ama katılığından milim geri adım atmak istemeyen bir güçlü inkar dili ve retoriği kendisini sadece resmi kurumlarda değil akademide, entelektüel çevrelerde, sivil toplum örgütlerinde, tüm köhneliğine ve belki gülünçlüğüne rağmen, yeniden ve yeniden üretiyor. Geçmişin işlenmesi kamusal alanda esasen bu köhne, yorgun ama işlevli katı inkarcı çerçeveyle gerçekleşiyor.
Buna rağmen, Türkiye ve Fransa örneklerinden yola çıkarak karşılaştırma yapmanın anlamlı olacağına inanıyorum derken elbette iki ülkenin harfiyen birbirine benzediğini ya da Fransa’daki tartışmaların Türkiye ile benzeme ya da benzememe bağlamında ele alınması gerektiğini söylemiyorum elbette. Ben daha çok, Fransa’daki geçmişe dair tartışmalardaki kimi noktaların, sadece benzerlikleriyle değil farklarıyla da, illa reçete sunmak için değil daha çok farklı soruları kışkırtmak için anlamlı olabileceğine inanıyorum. Umuyorum Gazete Karınca okurları da böylesi bir karşılaştırmayı anlamlı ve okumaya değer bulurlar. Geçmişin işlenme biçimlerinin ve buna dair yürüyen politik tartışmaların sadece geçmişle değil bugünle ilgili olduğunu görmek için olası bir AKP sonrası restorasyonunun aktörü olma iddiasındaki tüm düzen içi güçlerin son zamanlarda yeni uzlaşının geçmişle ilişkiyi nasıl kuracağına dair yaptıkları açıklamalara bakmak yeterli olacaktır. Son dönemde Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çıkışında bunun en belirgin örneğini gördük. Türkiye’deki somut politik konjonktür bu tartışmanın pek çok sağ varyantını güçlendirecektir. Buna karşı gerçekten radikal, bütünlüklü ve eleştirel bir perspektif oluşturmanın ipuçlarını bulmak için karşılaştırmalı bakışlar mütevazı bir katkı sunabilir diye umut ediyorum. Tam da bu nedenle belirli bir süre Türkiye’deki geçmişle hesaplaşma tartışmalarına katkı sunmak ümidiyle Fransa örneğinden bahsedeceğim.
Haftalık yazılarla Fransa örneğinin kimi tartışma başlıklarını Türkiye ile birlikte düşünmeye çalışacağım. Umarım bu karşılaştırmalı düşünme çabası Gazete Karınca’nın dikkatli, politik, titiz ve ilgili okurlarının da ilgisini çeker, yazdıklarımla bir diyaloga girer ve hep birlikte tartışabiliriz.