Galatasaray Üniversitesi yangını bundan tam iki yıl önceydi. Bu yangın herkesi bir başka etkiledi. Üniversite ile bir bağı olmamış, sadece uzaktan görmüş, türlü vesilelerle duymuş ya da hiç ilgisi olmaksızın yalnızca televizyondan alevler içindeki halini izlemiş insanların bile içini yakan bir olay yaşadık. Kimileri tarihi binaya, geri gelmeyecek tavan süslemelerine acıdı. Kimileri İlber Ortaylı’nın bir eşi daha olmayan kitaplarına kıyamadı. Ortaokul yıllarını tarihi binanın yatakhane olarak kullanılan üst katında geçirenler çocukluk anılarını kaybetmenin sızısını duydu. Yirmi yıl içinde yolu bir şekilde bu üniversiteden geçmiş olanlar ise bir yakınlarını kaybetmişçesine kederlendiler, yangının ertesi günü soluğu cenaze evine dönmüş olan üniversite kampüsünde aldılar.
Geçen iki yılın ardından, şu anda oturup düşündüğümde sadece bir bina değil, üniversitenin tamamı yanmış gibi geliyor bana. Yanan binayı yok olurken seyretmek çok ağırdı. Ama yangın olup bittikten sonraki yıkımı izlemek zorunda kalmak ya da buna maruz kalmak çok daha fenaydı. Bir yangının ne çok şeye mal olabileceğini görmek çok kötüydü. Kimsenin burnu bile kanamadı diye sevinirken, böyle bir olaydan sağ çıkmanın ne anlama geldiğini yeniden düşünmek gerek galiba. Geçen zamanın sonunda bazı şeyleri kesin olarak anladık: herkesin yangını kesinlikle başka. Bir diğer şey de kötü yönetimin yangından da beter olabildiği.. İki yıl önce olan biteni ve bana hissettirdiklerini unutmamak için aklımda kalanları bir hikaye gibi yazmıştım. Yazdıklarımı okuyunca canım daha da sıkıldı. Ne çok sevdiğimiz bir şeyi kaybetmişiz meğerse. Düşündükçe daha çok kızıyorum yas tutmamıza izin verilmemesine! Sonra o binanın bir ceset gibi gözümüzün önünde çürümeye bırakılmasına!
Yangını duyduğumda fakülteden bir arkadaşımla Taksim Meydanındaydım. Beşiktaş’a kadar taksi ile gidip, yolu kapattıkları için inmek zorunda kalmış, sonrasında koşmuştuk okula kadar. Sanki bir an önce gidersek alevleri durdurabilecek, yayılmasını engelleyebilecektik. Sonra okula vardık. Orada başkalarının da olduğunu gördük. Hep birlikte küçük bir yangının alevlerle büyüyerek binayı yok etmesini şaşkınlık ve çaresizlik içinde izledik. Olayı duyup o gece oraya akın edenlerle birlikte, itfaiyenin çektiği şeritlerin arkasına dizildik, okulun gözlerimizin önünde yanışına şahit olduk. Sessizlik, bağırış-çağırış, gözyaşları birbirinin içine geçti. Hangi anda hangi birinin hakim olduğunu anlamak mümkün değildi. Durduk, sarıldık, ağladık, bağırdık, üşüdük, birbirimize sığındık ama gidemedik. Gitmek, yenilgiyi kabul etmek gibiydi, neredeyse “terk etmek” gibiydi, sanki alçaklıktı. Yapabileceğimiz hiçbir şey olmadığını bildiğimiz halde gidemedik. Bizim için sadece çalıştığımız ya da öğrenci olduğumuz bir yer değildi orası. En çok “yaşadığımız” yerdi. Bazen en gereksiz ayrıntılarıyla hayatlarımızı paylaştığımız yerdi. Neşelendiğimiz, öfkelendiğimiz, kendimizi gereğinden fazla önemsediğimiz, bazen de kendimizden fazla önemsediğimiz bir yerdi. Öğrendiğimiz, öğrettiğimiz, geleceğini ya da geleceğimizde olmasını tasarladığımız, acılarımızı gömdüğümüz, güzelliklerini seyrettiğimiz, birlikte az ya da çok mühim mücadeleler verdiğimiz bir yerdi. Anılarımızı güvenle sakladığımız yerdi.
Yangının ertesi günü üzüntü, şaşkınlık ve dayanışmanın birbirine karıştığı uzun saatlerin ardından rica minnet bir toplantı yapmıştık Rektörle. Neden bilmem, çıkıp bizi teskin etmesini, bir önceki gece televizyonda söylediklerinden daha anlamlı sözler sarf etmesini bekledik. Ortak bir acının izin verdiği şefkatle belki başka türlü bir buluşma olur diye umduk. Çocuksu bir umutla “birlikten güç doğurma” hevesine kaptırdık kendimizi. Gerçi dayanışma hali her daim biraz çocuksu bir umudu içerir ama galiba saçma olan bunu hep birlikte kotarabileceğimizi düşünmekti. Öyle tuhaf bir haldeydik ki, el ele tutuşup sevgi çemberi yapalım dese, buna bile hazırdık sanırım. Üniversite Rektörü tek başına kürsüye çıktığında, bir mühendis olarak matematiksel bir dille anlattı ne durumda olduğumuzu. Yüzdelerden dem vurdu. Sınav dönemi olduğu için okunmayan kağıtların ya da notu açıklanmayan sınavların yüzde iki civarında olduğunu söyledi. Bu sayıya erişmek için bir önceki geceden beri çalışıyor olduğunu tahmin edip, onun için derin bir üzüntü duyduk. Restorasyon konusunda yeni edindiği bilgileri, Galatasaray camiasının bizi bu felaketten kurtaracağını anlattı, gururla ve güvenle. “Otel olmayacağız, üniversite olarak kalacağız, dokuz ayda restorasyon yapılacak, bu süre içerisinde kendi yağımızla kavrulacağız” dedi, bütün soru işaretlerini ortadan kaldırdığını düşünerek…
Günler geçtikçe üzüntümüz derinleşti. Bütün kolektif çalışma girişimlerimiz reddedilerek adeta sürecin dışına itildik. Çalışma alanları yanan binada bulunanlar için bir yeniden yerleşim planı asla yapılmadı. Gerçekten de bizler kendi yağımızda kavrulmak durumunda kaldık. Tuhaf bir yağma süreci yaşandı. Masalar, sandalyeler kapanın elinde kaldı. Yaşadığımız travmaya bir de barınabilme, çalışabilme ve daha genel bir ifadeyle “bu koşullar altında hayatını sürdürebilme” mücadelesi eklendi. Aradan geçen iki yılda yanan binanın restorasyonuyla ilgili üniversite bileşenleri olarak bizlere doğru düzgün hiçbir bilgilendirme yapılmadı. Gelişmeleri internetteki haber sitelerinden takip eder olduk.
Henüz otel olmadık belki ama pek çok yönüyle bir üniversite olmaya devam edebilmek bakımından ciddi zorluklarla karşı karşıya kaldık.
Sanki ömrümün yarısının geçtiği evi yakmışlar, yıkmışlar da onunla birlikte bir devir de kapanmış gibi hissediyorum. Neticede gerçekten de ömrümün tam olarak yarısının geçtiği bir yerden söz ediyoruz. Ama insanı asıl yoran, ömrünün o devri kapanmış olmasına rağmen o kapı hala açıkmış, orada aynen duruyormuş gibi yapmaya çalışmak. Kopanı ya da kırılanı, parçaları yapıştırarak yeniden bir araya getirdiğinde iflah olmaz ya. Olmuyor işte. Yerden tam kalkamamışken yeni bağlar kurup hayatından memnun olmaya çalışmak da hiç kolay olmuyor.
Nihayetinde yangın çok acayip bir şeymiş. Herhalde ancak yaşayanlar anlar. İnsanın ruhundan parçalar da o dumana karışıp gidebiliyormuş. Hele ki bir üniversite ise yanan, kaybedilenleri anlamak belki de yıllar sürebiliyor, yas çok uzun erimli olabiliyormuş.
(Dr. Gülşah Kurt, Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi)