Mehmet CAN yazdı: Bu modernleşme sarayı ortadan kaldırmadı, sadece sarayın sahiplerini değiştirdi; oysa biz bugün sarayın ortadan kalkacağı, halkın özne olduğu bir modernleşme istiyoruz artık, sarayı değil!
“Şalvarı şaltağ Osmanlı
Eğeri kaltağ Osmanlı
Eken de yoğ, biçen de yoğ
Yiyen de Ortağ Osmanlı”
– Halk deyişi
Osmanlı münevverinin ve cumhuriyet aydınının ortak özelliği şuydu: Devleti kurtarmak. Osmanlı yönetici sınıfı ve diğer Osmanlı içindeki muhalefetin de asıl amaç ve gayesi buydu. Devleti içine düştüğü kaos ve karmaşadan kurtarmak, düzlüğe çıkarmak. Özellikle 17. yüzyılın başlarından itibaren, batı kapitalizminin Osmanlı’ya nüfuz etmesinden sonra, idari ve toplumsal yapıda yönetici sınıfın aleyhine olacak derin çatlaklar oluşmaya başladı. Merkezi devletin dünya kapitalizminin yörüngesine girmesi, bundan etkilenmesi, gerek Osmanlı münevveri gerekse Osmanlı’daki diğer siyasetlerin kendi aralarında cepheleşmelerine, birbirlerine karşı politik bir savaş açmalarına neden oldu. Fakat Osmanlı içindeki farklı siyasetlerin birbirlerine karşı açtığı bu savaş, Batı Avrupa’daki gibi rejimi bir devrim sonucu değiştirme savaşı değildi; bu savaş, devleti kurtarma savaşı idi. Bunun için ise suçlu olan devlet yöneticileri hedef alınırdı. Yani Osmanlı devlet mantığı ve bu mantığın işleyişi sorgulanmazdı. Çünkü devleti yöneten için de, bu yönetim kademesinin periferisinde kalan için de devlet kutsaldı.
Biraz bu devlet mantığının işleyişine bakalım o zaman. Marksistler olaylara ve olgulara bakarken, üretim ilişkileri ve bu üretim ilişkilerinin üretici güçlerle olan karşıtlığından, çekişmesinden, zıtlığından ve çelişkisinden hareket ederek teorilerini formülleştirirler. Marks’ın Asyatik üretim tarzıyla alakalı bir şeydir Osmanlı tarihi. Osmanlı’nın sınıfsal doğası, bir yanıyla çıkışını ve yükselmesini sağlarken, diğer yanıyla çöküşünü beraberinde getirdi. Bunun temelinde merkezi bir iktidar ve bir yönetici sınıf var. Bu yönetici sınıf, tarımdan gelen toplumsal artığın tamamını hortumlayarak kendi yaşamını, kendi lüks yaşamını idame ettiren, başkentteki güçlü, görkemli camileri, sarayları, işte takılar, lüks tüketim eşyaları ve güçlü bir orduyu besliyordu. Yani toplumsal artık buralara gidiyordu. Üretici olmayan alanlara akıyordu halkın yarattığı zenginlikler ve değerler. Asya despotizminin başka bir özelliği ise toprakta özel mülkiyetin olmamasıdır. Batı Avrupa’daki feodal rejimlerden bu karakterinden ötürü ayrılır.
Toprakta özel mülkiyetin olmaması, toprağa dayanarak küçük üreticinin sermaye birikimi yapmasını engelliyordu. Ve bu engel, Batı Avrupa’daki gibi krala kafa tutan bir toprak aristokrasisinin doğumunu da geciktiriyordu. Despotik devletin hayatın her alanında bu kadar belirleyici olması, Osmanlı’daki sınıfsal çelişkilerin ortaya çıkmasının önündeki en büyük engel idi. Bu, Doğu Roma’dan alınan ekonomik bir model idi: Özel mülkiyetin olmaması. Osmanlı şehirleri de, yine burjuvazinin geliştiği Batı Avrupa şehirlerinden çok farklıydı. Üretimden uzak, Osmanlı bürokratik devlet mensuplarının oturduğu, bürokratik işlerin halledildiği yerler idi. Ekonomik bir işlevi yoktu şehirlerin. Oysa Avrupa’da şehirlerde burjuvazi ticaret yapıyordu, bu ticaretten kaynaklı olarak bağımsız bir şekilde özel mülkiyet gelişiyordu. Bu durum sadece Osmanlı’da geçerli değildi. Çin’de, Hindistan’da, Rusya’da da bu durum böyleydi. Örneğin, Çin bu dönemlerde o kadar çok buluş yapmıştır ki, baruttan tutun birçok şey ordadır. Ama bir sınıf, bu yapılanları kendi sınıfının devamı için göremediğinden, bu durumun sonunu getirememiştir.
Çünkü despotik devletten bağımsız gelişen bir sınıf yok! Devlet, bu saydığım topraklarda yaşamı bir bütün olarak kontrol eder durumda. Dolayısıyla bu durumdan dolayı Asya despotizminin, Asyatik üretim tarzının hakim olduğu Osmanlı, Rusya, Çin, Hindistan kendi içinden devrimci bir sınıf çıkarıp yönetici sınıfa karşı bir savaş başlatamadı. Oysa Avrupa’daki feodalizm, kendi içinden yeni bir sınıf çıkardı ve bu sınıf, kendi dünya görüşü çerçevesinde yeni bir savaş başlattı ve yeni bir ekonomik sistem ortaya çıkardı bu savaşın sonucunda. Osmanlı kendi içinden böyle bir sınıf çıkaramadığı için geç kapitalistleşti ve bu geç kapitalistleşme, Osmanlı’nın yarı bir sömürge olmasına yol açtı. Devlet toplum ilişkilerinin bu kadar durağan olması, Osmanlı’daki sınıfsal ayrımların ortaya çıkmasını engellemiş, geciktirmiştir.
Osmanlı despotizminin esprisi dinamik değil durağan bir toplum yaratmasıdır. Bu durağanlık, aşağıdan halkın sürece katılımı sonucu bir modernleşme yaşanmasına engel olmuştur. Saray içinde, tepeden, halkın işin içinde olmadığı bir modernleşme yaşanmasına neden olmuştur.
Çok büyük bir nüfus üzerinde Osmanlı devletinin tek otorite olması, yazının başında da ifade ettiğim gibi bir taraftan yükselişini sağlarken, diğer taraftan dünyadaki koşulların değişmesiyle beraber çöküşünü hızlandırmıştır. Batı Avrupa’da ise devletin, kralın, toplum ve gündelik yaşam üzerinde böyle bir tekliği ve belirleyiciliği söz konusu değildir. Avrupa feodalizminde kral vardır; fakat kral ile beraber lordlar vardır, feodal aristokrasi vardır. Yeri geldiğinde bu lordlar, soylular krala diz çöktürürler, İngiltere’de olduğu gibi. Magna Carta ve benzerleri gibi bir anayasa hazırlarlar. Kral ve soylular uzlaşarak iktidarı paylaşırlar. Ama Asya despotizminde böyle bir şey yoktur. Özellikle bizdeki ulusalcı tarihçiler, tarihi çarpıtarak bizde de Avrupa’daki gibi bir sürecin işlediğini söylerler, bunu ispat için ise 1808’de Alemdar Mustafa Paşa ile sultan arasında imzalanan Sened-i İttifak’ı örnek gösterirler. Magna Carta Antlaşması’na buradan doğru bir gönderme yaparlar. Bir kere şunun altını çizmek gerekir: Bizdeki derebeyi unsurlar, ağalar, beyler vs, bunlar tamamen ajan durumundadırlar. Yani sisteme alternatif bir güç değillerdir. Bu gücün kendisi, Osmanlı’da başarılı olsa bile mevcut devlet yönetiminde farklı bir mekanizma ortaya çıkarmayacaklardır. Eski rejim, sadece kendisini farklı aktörlerle inşa edecektir. Yeniyi ancak yeni bir sınıf ile yapabilirsin, nitekim 1808’de Sened-i İttifak’ı imzalayan Alemdar Mustafa Paşa ve çevresindekiler yeni bir sınıf değildi; devlet iktidarından istediği payı alamayınca muhalifliğe soyunan eski sınıflardı. Asyatik üretim tarzına sahip olan Çin’de büyük köylü ayaklanmaları yaşanmıştır. Bakıyorsunuz yıkıyor sistemi bu ayaklanmalar; ama sonra eski rejimin aynısını oluşturuyorlar. Dolayısıyla yeni rejimi ancak yeni sınıflarla yapabilirsin, eskisiyle değil. Avrupa feodalizminin kendi içinden çıkardığı burjuvazi yeni bir sınıftı. Bu yeni sınıfın önünü açan şey ise bağımsız gelişebilmesinin koşullarının mevcut olması.
Batı Avrupa’da ticaretin gelişmesi ve bu gelişme sonucunda ortaya çıkan genişleme, coğrafi keşifler vs. Batı Avrupa burjuvazisinin büyüyüp Avrupa feodalitesini yıkmasındaki en önemli olgudur. Bu dönemde bağımsız feodalitenin dışında, şehir devletleri kentler kuruluyor Avrupa’da. Bu kentlerin kurulması da ticari genişlemenin bir sonucu. Rönesans’ın birçok aydını, entelektüeli, ressamı, sanatçısı da yine bu kentlerde orta çıkıyor. Bu kesimi finanse eden, burjuvazinin kendisi oluyor. Yoksa para olmadan bir ressamın, sanatçının ve aydının, dönemin politik olarak sancılı Avrupa’sında ayakta durma şansı yok. Bu desteğin nedeni, burjuvazinin kendisine ideolojik bir dayanak ihtiyacı duyması, kendi meşruluğunu bu kesim üzerinden kabul ettirmesi. Nitekim Rönesans’ın bütün bu unsurları ortaya koydukları eserlerde eski sınıfları, kralı, soyluları radikal bir şekilde eleştirmişlerdir. Batı Avrupa’da birbirini tetikleyen gelişmeler yaşanıyor. Osmanlı bu sürecin dışında kalıyor. Yurttaşlık temelinde, vatan savunması bağlamında Batı Avrupa’da zorunlu askerlik doğuyor. Ordu öncelikle kendisini bu bağlamda modernize ediyor.
Evet, teknik gelişmelerin, merkezileşmenin de ordu modernizasyonunda önemli bir payı var ama yurttaşlık temelinde ordunun modernizasyonu, Batı Avrupa ordularının Osmanlı ordusu üzerinde üstünlüğü ele geçirmesindeki en önemli olgu. Batı Avrupa giderek kapitalist ulus devletin zeminini yavaş yavaş döşerken, Osmanlı bu yaşananları sadece askeri bir yenilgi olarak anladı ve askerleri Avrupa’ya eğitime gönderdi. İşte Jön Türkler’den başlayarak , Osmanlı’daki modernleşme bu şekilde başladı. Devlet katındaki farklı düşüncelerin ortaya çıkması da yine bu dönemin eseri. Bu dönemde Osmanlı yönetici sınıfı ikiye bölündü, bir kısmı geleneksel ulema saray, diğer kısmı ise özellikle ordunun başını çektiği asker ve sivil bürokrasi. İlk etapta padişahlarla başlayan bu süreçte, işte II. Mahmut’un adı gavur padişaha çıkmıştır. Daha sonra Osmanlı yönetici sınıfının ikiye bölünmesiyle devam etmiştir. Dolayısıyla modernleşmenin ordudan başlaması, Osmanlı’daki ilk muhalif kesimlerin de ordudan çıkmasına neden oldu. Fakat bu modernleşme, üst yapısal kurumlarla sınırlı kalan bir modernleşme idi. Batı taklitçisi, biçimsel bir modernleşmeydi. Alttaki iktisadi yapıyı, yani üretim ilişkilerini değiştirip dönüştürmeden üst yapıyı değiştirmeye çalışan paradoksal, uyumsuz, zora dayalı bir modernleşmeydi. Jön Türkler, Namık Kemaller, İttihatçılar, Mustafa Kemaller, bütün bu siyasi figürler yaşanan bu modernleşmenin en önemli aktörleriydiler. Dolayısıyla devlet-toplum yabancılaşmasının, devletin özne toplumun nesne olarak kabul görüldüğünün en büyük nedenidir bu modernleşme. Bu modernleşme sarayı ortadan kaldırmadı, sadece sarayın sahiplerini değiştirdi; oysa biz bugün sarayın ortadan kalkacağı, halkın özne olduğu bir modernleşme istiyoruz artık, sarayı değil!