ÇEVİRİ: Gazeteci Kathrin Hartmann’ın Almanya’da yayınlanan haftalık Freitag gazetesi için kaleme
aldığı bu makaleyi Cengiz Onur çevirdi. Dünyanın yarısını doğa koruması altına almak, ormanları yeniden ağaçlandırmak ve eko-mühürler vermek – tüm bunlar ilk başta iyi bir fikir gibi geliyor. Gazeteci Kathrin Hartmann burada sorunların ne olduğunu yazıyor.
Kendisi, Greenpeace Orta ve Doğu Avrupa için “İhanete uğradı ve satıldı. Sürdürülebilirlik kisvesi altında yeşil yıkama yoluyla doğanın tahribi ” adlı bir analizi hazırlamış ve bu araştırmanın içinde türlerin korunmasına yönelik sahte çözümleri incelemiştir.
Biyoçeşitliliğin kaybı, yaklaşmakta olan iklim çöküşünden hiçbir şekilde daha az bir önceliğe sahip değildir. Bu kriz hakkında çok fazla konuşulmaması, kriz algılama kapasitesinin şimdiden tamamen dolmuş olmasından kaynaklanıyor olabilir – ancak bu krizin sonuçları ne yazık ki bir o kadar ciddidir. Havamız, içme suyumuz, sağlığımız ve gıdalarımızın üretimi, bozulmamış bir doğaya doğrudan bağlıdır. Ancak küresel ekosistemlerin yalnızca yüzde üçü bozulmamış durumdadır. Son 50 yılda memeli hayvanların, kuşların, balıkların, amfibilerin ve sürüngenlerin üçte ikisi yok oldu. Bugün dünyada tanınan ve yaşadığı bilinen sekiz milyon hayvan ve bitki türünden bir milyonu yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Biyoçeşitlilik krizi ve iklim krizi birbirini arttıran bir çarpan etkisine sahiptir. Ve bu iki durumun ortak bir özelliği daha var: Krizleri durdurmak için atılan tüm yollar çatırdayarak çökmüş durumda.
15. Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Konferansı, Çin’in Kunming kentinde şu anda sona erdi. Burada, yaklaşık 200 kadar devlet, muğlak niyet beyanlarından daha fazla bir neticeye ulaşamadı. Gerçi, önümüzdeki baharda, aynı yerde, biyolojik çeşitliliğin korunmasına ilişkin bir çerçeve anlaşması kabul edilecek. Ancak bu, 2015 Paris İklim Anlaşması’ndan daha az bağlayıcı olacaktır. Ve böylece biyolojik çeşitlilikle ilgili uluslararası sözleşme olan Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (CBD – Convention on Biological Diversity), son 28 yılda iddiasını yerine getirmeyi başaramadı. 1993 yılında yürürlüğe giren CBD, 2010 yılına kadar “biyolojik çeşitlilik kaybını önemli ölçüde yavaşlatmak” istemişti, ancak bu hedefe ulaşamadı. 2010 yılında, Japonya’da sözde Aichi-Hedefleri kabul edilmişti. Biyoçeşitliliğin korunmasına yönelik bu 20 hedefin hiçbirine, mutabık kalınan 2020 yılına kadar ulaşılamadı ve hedeflerin yarısından fazlası apaçık ıskalandı. AB’nin 2020 biyoçeşitlilik hedefleri de başarısızlıkla sonuçlandı.
Sertifikalı imha
Bütün bunlar sadece çok az veya hiçbir şey yapılmamasının bir sonucu değildir. Önlemlerin kendisi bir sorun teşkil etmektedir: Doğanın ve iklimin yok olmasına yol açan sistemi korumak için tasarlanmışlardır. Bunlar, örneğin, üretim ve tüketim süreçleri boyunca doğayı tahrip eden hammaddeler için özel sektör sertifikasyon sistemlerini içerir. Artık palmiye yağı, soya, odun, kakao ve kahve gibi ormanlara ve doğaya zarar veren tüm hammaddeler için olduğu kadar doğa ve çiftlik balıkları ve et için de sürdürülebilirlik mühürleri mevcuttur. Özellikle büyük hasara neden olan büyük şirketler, belirli çevre standartlarına gönüllü olarak uymaya teşvik edilebilirlerse, tahribat kontrol altına alınabilir – sertifikasyonun arkasında yatan fikir budur.
30 yıldan fazla bir uygulamadan sonra şu söylenebilir: Bu fikir, başarısızlık ile sonuçlanmıştır. Bu; Greenpeace’in Mart ayında sunduğu “Yıkım: Sertifikalı” çalışmasıyla kanıtlanmıştır. Sürdürülebilir Palm Yağı İçin Yuvarlak Masa, Sorumluluk Bilinci Taşıyan Soya Üzerine Yuvarlak Masa ve Orman Yönetim Konseyi dahil olmak üzere dokuz ana sertifikasyon sistemi STK tarafından incelendi. Bu sistemlerin hiçbiri biyoçeşitlilik kaybını durduramadı ve hatta sadece kısıtlamayı bile başaramadı. Sadece standartlar çok zayıf ve kötü kontrol edildiği için değil – aksine aynı zamanda tek bir girişimci bile bu tarımsal ürünlerin tüketimini azaltmayı hedefine koymamıştı. Bunlar, tam tersine, sadece sertifikalı ürünlere olan talebi artırmayı hedeflemektedirler. Miktarı artan bu hammaddelere her koşulda erişmeye bağımlı olan şirketler bu girişimlerin üyeleridir ve aynı zamanda sorumlu mevkilerde çoğunluğu oluştururlar.
Örneğin, Sürdürülebilir Palm Yağı İçin Yuvarlak Masa 1934 tam üyeye sahiptir. Bunlar arasında 973 tüketici malları ve perakende şirketi, 887 palmiye yağı firması ve 15 banka yer almakta. STK sayısı ise sadece 50 kadardır. Yönetim kurulunda, Wilmar International veya Golden Agri-Resources’tan menajerler oturmaktadır. STK´ları, bu şirketleri, yıllardır yasadışı orman ıslahları, çevresel yıkım, orman yangınları ve insan hakları ihlalleriyle suçlamaktadır. Bu tür girişimlerde zorlayıcı bir tedbir neredeyse hiç yoktur – nede olsa kendinizi cezalandıramazsınız. Bu nedenle Sürdürülebilir Palm Yağı İçin Yuvarlak Masa’nın (RSPO) kurulduğundan bu yana, geçen 17 yıl zarfında, palmiye yağı plantasyonları için yağmur ormanlarının yok edilmesinin sınırlandırılmamış olması şaşırtıcı değil. Tam tersine, Küresel Orman İzleme Örgütü’ne (Global Forest Watch) göre tahribin oranı RSPO’nun kurulmasından bu yana daha da artmıştır ve 2015 yılında tahrip olan 753 000 hektarlık ormanlık arazi, 2004’e nazaran 25% daha fazladır.
Kulağa saçma gelebilir, ancak iklim koruma mekanizmaları da biyoçeşitliliğin kaybını hızlandırabilir. Örneğin sözde negatif emisyonlar. Bunlar, örneğin ağaçlandırma veya jeomühendislik yoluyla CO₂’yi atmosferden çekmeyi öngören teknolojilerdir. Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC – Intergovernmental Panel on Climate Change) 1,5 Derece Raporu, iklim krizine karşı çarelerden biri olarak negatif emisyonları sayıyor. Bu, biyoenerji üretmek için devasa mono kültürler aracılığıyla CO₂ depolamayı içerir. Bitkiler yakıldıktan sonra, sera gazlarının yeraltında depolanması tasarlanmaktadır. IPCC raporundaki dört alternatif yoldan üçü, bu çözümü içerir. Bu son derece tartışmalı bir konu: Paris hedefini tutturmak için, dünyanın ekilebilir topraklarının üçte birinde enerji mahsulleri yetişmeyi öngören bir bakış açısıdır. East Anglia Üniversitesi’nden Phil Williamson, bu teknolojinin yaygın kullanımının, sıcaklığın 2,8 derece artışından daha fazla türün ölmesine neden olacağını öne sürüyor. CO₂’yi dengelemek için ön görülen büyük ağaçlandırma programları da benzer şekilde problemlidir.
Bu alandaki en büyük küresel programlardan biri, 2011 yılında Dünya Doğayı Koruma Birliği (IUCN – International Union for Conservation of Nature), Alman hükümeti ve Global Partnership on Forest and Landscape Restoration (Orman ve Peyzaj Restorasyonu Küresel Ortaklığı) tarafından başlatılan Bonn Challenge girişimidir. Bu girişim, Almanya büyüklüğünde 350 milyon hektarlık bir alanı ağaçlandırmayı teklif ediyor.
2019’da University College London ve Edinburgh Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırma, katılımcı ülkelerin yeniden ağaçlandırmak istediği bozulmuş alanların neredeyse yarısına, endüstriyel mono kültürlerin dikilmesinin hedeflendiğini gösterdi. Örneğin, toprağı aşırı derecede kurutan ve sadece biyolojik çeşitliliğe zarar vermekle kalmayıp aynı zamanda orman yangını riskini de artıran okaliptüs tarlalarıyla.
İnsanın olmadığı ve/fakat yağ üreten ortam
Ancak en yıkıcı plan 30×30 hedefidir. 2030 yılına kadar dünya yüzeyinin yüzde 30’unun koruma altına alınması fikri çok popüler. Hatta büyük doğa koruma örgütleri, biyologlar ve zooloji kuruluşları gezegenin yarısının korunan bir alan haline getirilmesini talep ediyorlar. Özellikle Almanya ve AB, önümüzdeki baharda düzenlenecek Biyolojik Çeşitlilik Konferansında bu hedefin Post-2020-Çerçevesinde sabitlenmesini sağlamak için çalışıyor.
Ancak 200’den fazla yerli ve insan hakları örgütü bu amacı açık bir mektupla protesto etmiştir. Protesto edenler, doğayı koruma adına en az 300 milyon insanın yurdunu ve geçim kaynaklarını kaybedebileceği konusunda uyarılarda bulunuyor. Survival International adlı STK’ya göre, dünyadaki biyolojik olarak en çeşitli bölgelerin yüzde 80’i aynı zamanda yerli toplulukların yurdudur. Kendileri artık sadece madencilik ve plantasyonlardan kaynaklanan arazi gaspı nedeniyle değil, aynı zamanda planlı korunan alanlar nedeniyle de tehlike altındalar.
Milli park mültecisi olmak
Terk edilmiş, kordon altına alınmış milli parkların kurulması, sömürge zamanlarından bu yana dünya çapında en az 130 milyon yerli insanı doğa koruma mültecilerine dönüştürmüştür. Tropikal bölgelerdeki bu tür parkların yüzde 70’inden fazlası yerleşimin olmadığı boş alanlardır. Yerli kökenli olanlar ve ormanlık sahalarda yaşayan küçük çiftçiler başka yörelere “yeniden yerleştirilmiştir” veya kendilerine arazilerini yalnızca sınırlı bir ölçüde, korunan bir alan ilan edildiyse – çoğunlukla kendi rızaları olmadan – geçim kaynağı olarak kullanmalarına izin verilmiştir. WWF, Conservation International, Wildlife Conservation Society veya Birdlife International gibi büyük doğa koruma kuruluşları tarafından desteklenen bu tür doğa koruma kaleleri, günümüzde halen hakim yapılardır.
İngiliz Yağmur Ormanları Vakfı, Helsinki Üniversitesi ile birlikte, Kongo Havzası’ndaki beş Afrika ülkesinde, WWF ve Yaban Hayatı Koruma Cemiyeti’nin kurulmasına dahil olduğu bu tür 34 korunan alanı inceledi. Bunların 26’sında kırsal ve yerli topluluklar kısmen veya tamamen başka yörelere yerleştirilmiştir. Bunların 20’sinde park korucuları ile yerel halk arasında çatışmalar yaşandı. Sadece on iki alanda insanlara danışıldı ve sadece dördünde bu insanlar kararlara dahil edildiler.
Ve: Bu doğa kale korunması sadece insan haklarını ihlal etmekle kalmıyor, aynı zamanda biyolojik çeşitliliği de yok ediyor. “Parkların insanlara ihtiyacı var” adlı çalışmaya göre, çoğu milli parkın durumu, kurulmalarından beri daha kötü bir duruma düşmüştür. Kanada’da yapılan bir çalışma, Avustralya ve Kanada’daki yerli gruplar tarafından yönetilen bölgelerde, nesli tükenmekte olan türler de dahil olmak üzere korunma altında olan milli parklara nazaran daha fazla omurgalı türünün yaşadığını gösteriyor.
Buna ek olarak, “korunan alan” mutlaka doğayı korumak anlamına gelmez: Kongo Havzasında incelenen koruma alanlarının üçte ikisinde madencilik imtiyazları, yüzde 39’unda petrol imtiyazları ve çoğunda da hemen sınırda başlayan orman kesme imtiyazları vardır. Rainforest yazarları: “Birçok koruma uzmanı yerel nüfusu korunan alanlara yönelik en büyük acil tehdit olarak algılama eğilimindeyken, bizim çalışmamız, kendini büyük ölçekli maden çıkarma endüstrileri biçiminde gösteren ve potansiyel olarak çok daha fazla zarar veren çıkarların büyük ölçüde tolere edildiğini ve desteklendiğini gösteriyor” sonucuna ulaşmaktadır.
Bütün bunlar çok uzakta değil, günlük yaşantımızın temelini doğrudan etkiliyor. Avrupa Birliği; palmiye yağı, soya, kauçuk ve sığır eti de dahil olmak üzere tüm tarımsal ve hayvansal ürünlerin yüzde 36’sını küresel orman tahribatının yoğun olduğu bölgelerden ithal ediyor. 30 x 30 – Hedefi; gündelik beslenme tarzımızla doğaya karşı yıkıcı etkide bulunduğumuz bu yağmalamayı sona erdirmeyi değil – aksine sadece dengelemeyi amaçlamaktadır. Aynı zamanda, böylece bu hammaddelerin tedarikinin güvence altına alınması amaçlanmaktadır. Bu; yarının dağıtım ve paylaşım mücadelelerinin bir ön tadımıdır.
Biyoçeşitliliği korumaktaki amaç, güzel kuşları, rengarenk kelebekleri ve güzel kokulu çiçekleri kurtarmak değildir. Burada konu; şehir hayatımızdan tatil yapmak istediğimiz kartpostallardaki tropik bir yeryüzü cennetine gitmek de değildir. 1990’dan bu yana, Almanya’nın neredeyse on katı büyüklüğünde bir alanda ormanlar yok edildi. Okyanusların yüzde 60’ı dengesiz hala geldi. Arazilerin dörtte biri bozulmuş durumda ve kullanılamıyor ya da sadece yetersiz, kötü derecede kullanılabiliyor.
Dünyadaki böceklerin neredeyse yarısı tehlikede veya yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Böcekler, tüm çiçeklerin neredeyse yüzde 90’ını ve önemli mahsullerin dörtte üçünü döllendiriyorlar.
Biyoçeşitliliğin korunmasında temel konu, hammaddeler ve ekonomik gelişmedir, yaşam tarzları ve ekolojik döngülerdir. Konu tamamen var olup olmamakla ilgilidir.
Kathrin Hartmann | Freitag, Sayı: 44 / Yıl: 2021