Bülent TEKİN yazdı – Sierra Leone’nin vahşi Timme halkı seçilmiş krallarını, taç giyme gününden önceki akşam pestilini çıkarana kadar dövme hakkına sahiptir, nitekim halk bu imtiyazı sonuna kadar kullandığı için talihsiz müstakbel hükümdarın tahta çıkmadan öldüğü de olur, o nedenle bu aklın ileri gelenleri, birine kin duyduklarında onu kral seçmeyi alışkanlık haline getirmiştir.
Sigmund Freud’u okuyunca en ilkel kavimden en gelişmiş topluma kadar hükümdarın ya da hüküm edenin ne ambivalan (sevgi ve nefretin aynı anda hissedilmesi) vaka olduğunu anlayabiliriz. Bu yazımda biraz hükümdarın (aslında bu bir kraldır) gücünü ya da güçsüzlüğünü anlatmaya çalışacağım. Hükümdar dün de bugün de bana göre biraz tabudur.
Tabu kadim bir yasaktır. Dışarıdan (bir otorite tarafından) dayatılmıştır ve insanların en güçlü arzularını gemlemeğe yöneliktir. Tabuyu çiğneme arzusu bilinçdışında da yaşamaya devam eder; tabuya itaat eden insanlar, tabulaştırılmış kişilere karşı ambivalan bir tutum içindeler.
Hükümdar tabusunun genel olarak ta ilk dönemlerde oluştuğu söylenebilir. İlkel halkların kabile reislerine, krallarına, rahiplerine karşı davranışları, birbirleriyle çelişmekten ziyade birbirini tamamlıyormuşa benzeyen iki ilkeye dayanır. Kişi hem onlardan korunmak hem de onları korumak zorundadır. Bir örnek olarak kral dokunuşunun şifa verdiği inanışı verilebilir. İngiltere kralları bu gücü (bir tür deri veremi olan) sıraca hastalığını iyileştirmede kullanmıştır. I. Charles’ın 1633 yılında tek hamlede yüz hastalığı iyileştirdiği söylenir. Onun sefih oğlu II. Charles zamanında, sıraca hastalarının kral eliyle tedavisi en parlak dönemini yaşamıştı. Kral dokunsun yeter!
II. Charles’ın hükümdarlığı süresince yüz bin sıraca hastasına dokunduğu söylenir. Şifa bulmak için gelenler o kadar kalabalıktı ki, bir defasında o itiş kalkışta ezilen altı yedi kişi şifaya değil, ölüme kavuşmuştu. III. William bu sihri icrayı reddetmiş, sadece tek bir kez birine dokunmaya tenezzül ederken şu sözleri söylemişti: “Tanrı size sıhhat ve akıl fikir versin.”
Sigmund Freud, Yeni Zelanda’da büyük saygınlığa ve kutsallığa sahip bir kabile reisi yemeğinden arta kalanları yol kenarında bıraktığını anlatır. Oradan geçen bir köle, genç, kuvvetli ve aç bir adamdır. Geride bırakılan artıkları görüp derhal mideye indirdi. Yemeği daha yeni bitirmişti ki, onu dehşet içinde izlemiş olan biri, yediği yemeğin kabile reisinin olduğunu, ona karşı suç işlediğini söyledi. Köle kuvvetli, cesur bir savaşçıydı ama bunu öğrenir öğrenmez yere yığıldı. Korkunç kasılmalarla titremeye başladı ve ertesi gün günbatımına doğru öldü.
Şimdi de tam tersi (bilinçdışı bir düşmanlığın) bir örneği vermek isterim. (Yani tapınmanın yanı sıra bilinçdışında yoğun bir düşmanlık duyulduğunu, ambivalan bir duygusal tutum olduğu.) Freud anlatmaya şöyle devam eder: Batı Afrika’da bir ülke olan Sierra Leone’nin vahşi Timme halkı seçilmiş krallarını, taç giyme gününden önceki akşam pestilini çıkarana kadar dövme hakkına sahiptir, nitekim halk bu imtiyazı sonuna kadar kullandığı için talihsiz müstakbel hükümdarın tahta çıkmadan öldüğü de olur, o nedenle bu aklın ileri gelenleri, birine kin duyduklarında onu kral seçmeyi alışkanlık haline getirmiştir. Fakat bu tür çarpıcı örneklerde bile düşmanlık açıkça itiraf edilmek yerine bir tören kisvesinde büründürülür.
Günümüzde krallar (hükümdarlar) için duyulan duygunun pek değişmediğini düşünüyorum. Bu bazı ülkelerde halkın da adeta modern köle olduğu gerçeği gibi. Kravatlı, beyaz gömlekli, etekli, pantolonlu kadın ve erkek köleler yığını. Sanki halkı bir parça ekmeğe muhtaç eden, öldüren hükümdarlara adeta tapınma devam ediyor. Aç sefil insan yine de mutlu, hükümdarı cennette kendisi cehennemde yaşadığı halde. Ama diğer duygunun halkta olduğu pek görünür değil. Allah var kimse hükümdarını (askeri darbeler ve dış müdahaleler dışında) ölesiye dövmüyor. Eh, bu da iyi!