“Yazı, uzun olmasının sakıncalarını asgariye indirebilmek için, üç ayrı bölüm halinde yayımlanacak.
İlk bölümde Türkiye ve Ortadoğu siyasetinin analizi, ikinci bölümde seçim taktiğinin değerlendirilmesi,
üçüncü bölümde geçmiş seçim deneyimleri ele alınıyor.”
2015 Genel Seçimleri yaklaşırken HDP’nin seçim taktiğinin ne olması gerektiği tartışılıyor[1]. HDP MYK’sı parti olarak seçimlere girme kararı aldı. Bu yazı, HDP çatısı altında seçimlere girme taktiğinin mutlaklaştırılmasının sakıncalarına işaret etme amacını taşıyor.
Önce kendi yaklaşımımızı ortaya koyalım:
HDP çatısı altında parti olarak seçimlere girme kararı vermeli, zaman geçirmeksizin seçim kampanyasına başlamalı, yüzde on barajını aşmayı olanaklı kılacak ittifakların gerçekleştirilmesi için bütün olanaklar seferber edilmelidir.
Seçimlere kısa bir süre kala durumu değerlendirerek, barajı aşmak mümkün görünmüyorsa, seçim taktiğini değiştirerek seçimlere bağımsız adaylarla girmeliyiz[2].
Post-modern ideoloji komploculuğa da roket hızı kazandırmış durumda. Öcalan’ın AKP ile anlaştığı, Kürtlerin bir kısım haklarının verilmesi karşılığında, HDP olarak seçime girilip, baraj altında kalınarak Erdoğan’a başkanlık yolunun açılacağı iddia ediliyor.
Aklını komplo teorisine kiraya verdin mi gerçeği görmek mümkün olmuyor. AKP Rojava’yı yerle bir etmek için elinden geleni yapıyor. Bu yönde IŞİD’i askeri ve lojistik olarak destekliyor. 6-8 Ekim’de onlarca Kürt kurşunlanarak öldürülüyor. Cizre’de çocukların kafatası parçalanıyor. Bu örnekler, şu son birkaç ay içinde yaşanan gelişmeler bile Kürt Özgürlük Hareketi’nin AKP’ye güvenmesi için hiçbir nedenin olmadığını ortaya koyuyor. Öcalan ve Kandil, 2002 yılından beri AKP’nin izlediği politikadan örnekler vererek, o kadar açık biçimler içerisinde AKP’ye güvenmediklerini söylüyorlar ki, buna inanmamak için insanın şoven olması gerekiyor. Bu komplocu iddia, hasletleri kendinde, sahtekarlığı Kürt’te gören bir tür ırkçılıktır. Sanki Rojava’da bombalanan Kürt değil, sanki sokakta kurşunlanan Kürt değil… Bu iddiayı ciddiye almak bile gerekmez…
Tipik olan durum parlamenter alanın değerlendirilmesidir[3]. A-tipik olan ise parlamenter alanın terk edilmesi. Bu nedenle, barajı aşma olanağının ortaya çıkmaması durumunda, HDP çatısı altında parti olarak seçime girmekte ısrar etmek, sağlam argümanlarla bunu temellendirmeyi gerektirir. Kimi nüanslar olsa da, “Her şart altında HDP tezi” üç iddiayla desteklenmektedir.
Birinci ve en önemlisi, Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nde alınan yüzde 9,8 oyun ardından “bağımsız” adaylarla seçime girmenin geri bir taktik olduğu iddiasıdır.
İkincisi, Kürt Hareketi’nin Ortadoğu’da ve özellikle Rojava’da elde ettiği başarıların sağladığı olanaklara dikkat çekerek, emek, barış ve demokrasi güçlerinin yükseliş trendine girdiğini, bu olanakların verdiği ivmeyle barajın aşılabileceği iddiasıdır.
Üçüncüsü, yüzde on barajını aşma riskinin olduğunu, ancak bu riski göze alarak HDP çatısı altında parti olarak seçime girme kararlılığının seçmenler üzerinde yarattığı etki ile oyları arttıracağı iddiasıdır.
Biz üç iddianın da anlamlı olduğu kanısındayız. Bu nedenle HDP çatısı altında parti olarak seçime girme kararı alınmasını ve bu doğrultuda ilerlenmesini doğru buluyoruz.
Ancak tartışma bundan sonra başlamaktadır. Zira seçim taktiğini mutlaklaştıran arkadaşlarımız, baraj aşılmadığı, parlamentoya girilemediği takdirde,
–bir, nasıl bir Türkiye ile yüz yüze kalacağımız,
-iki, bizim ne yapacağımız
meseleleriyle bağlantı içinde sorunu ortaya koymuyorlar. Diğer yandan, bu iki unsur ancak, yakın gelecekteki muhtemel Ortadoğu senaryosu ile birlikte ele alındığında anlamlı sonuçlar üretebilir. Belki böyle bir tartışmanın konsantrasyonu bozma riski olduğu düşünülmektedir. Bu gerçeğin bir yanına işaret etse de, tartışma yürütmeye engel değildir.
Parlamenter alanın dışına düştüğümüzde nasıl bir Türkiye ve Ortadoğu ile yüz yüze geleceğimizin tartışılması bizce gerekli. Çünkü ancak böylelikle, seçimlere kısa bir süre kala seçim taktiğini gözden geçirmek olanaklı olabilir.
Kamuoyu yoklamaları AKP’nin yüzde 40 bandında tutunacağını gösteriyor. AKP İktidarı sürecektir. O halde, AKP’nin seçim sonrası muhtemel yönelimi ne olabilir?
Sinsice sürdürülmekte olsa da, Gezi Ayaklanması ve ardından 17-25 Aralık operasyonlarıyla birlikte başında Tayyip Erdoğan’ın olduğu AKP İktidarı saflaştırma siyasetini derinleştirmeye karar vermiştir.
Başka çaresi yok Erdoğan’ın. Her bir elinde pimi çekilmiş birer bomba duruyor. Mandallar gevşedi mi ellerinde patlayacak. Bombalardan birinin menşei yolsuzluk, diğerinin menşei savaş suçu.
Yolsuzluk davalarına takipsizlik kararı verilmesinin, Yüce Divan’da yargılanma talebinin Meclis tarafından reddedilmesinin önemi yok. AKP iktidardan indiği gün AKP kurmay heyetinin Yüce Divan’a çıkma olasılığı çok yüksektir. Şu günlerde Can Dündar’ın yaptığı bir röportaj dizisi bunu pek güzel kanıtlıyor.
El Kaide uzantıları ve IŞİD’e Türkiye’nin askeri ve lojistik desteğini kanıtlayan deliller dünya medyasında. Charlie Hebdo katliamı vesilesiyle yeni veriler ortaya çıktı. AKP iktidardan indiği gün, AKP kurmay heyeti muhtemelen kendini Lahey’de yargılanır bulacak.
Saflaştırma siyasetini derinleştirmenin, oy tabanını kemikleştirmeye çalışmanın nedeni bu. Erdoğan ipler gevşedi mi, AKP’nin çözülüş sürecine gireceğini, oy konsolidasyonunun zaafa uğrayacağını, bir sonraki seçimleri kaybetmekle yüz yüze kalacağını görüyor. Bu gerçek AKP’nin Türkiye’nin sorunlarını çözme yeteneğini bütünüyle yitirdiğini, baskıyı arttırmaktan başka bir çaresi olmadığını gösteriyor[4]. Arka arkaya çıkarılan yasaların, polis ve yargıyı hallaç pamuğu gibi atmanın nedeni bu. Türkiye’nin son birkaç yıl içinde hızla otoriterleşmesinin nedeni bu. Yine de kendilerini güven içinde hissetmiyorlar. Başkanlık rejimiyle işi sağlama almak istiyorlar. Gezi Ayaklanması ve 17-25 Aralık operasyonlarıyla ideolojik hegemonyası darbe yiyen AKP İktidarı, başkanlık rejimini kendisi için bir kurtuluş yolu olarak görüyor.
Sosyalist hareketimizin çoğunluğu devlet tahliline gerekli özeni göstermez. 1923’den beri faşist bir diktatörlüğün olduğunu ileri sürenler, 12 Eylül Cuntası’nda ılımlı ve şahin kanatlar keşfedenler, açık diktatörlük olduğundan kuşku duyulmayacak olan faşizmin gizlisi de olabileceğini iddia edenler ve burjuva demokrasisi içinde yaşadığımızı iddia edenlere kadar geniş bir yelpaze karşımızda durmaktadır. Sosyalist hareketimizin tarihi bir bakıma devlet tahlilleri mezarlığıdır. Bu zaafa, benimsenen sosyalizm anlayışı kaynaklık etse de, bu yazının sınırları bu sorunu etraflıca ele almayı olanaksız kılıyor. Sadece şunu belirtmekle yetinelim: Devlet sorununun analizine yeterli özeni göstermemek, yanlış taktik ve stratejileri de peşi sıra getirir. Seçim taktiği vesilesiyle bir kez daha gördüğümüz de budur. AKP İktidarı’nın gittikçe otoriterleştiği, AKP’nin başkanlık rejimi peşinde koştuğu söyleniyor ama iş seçim taktiğinin belirlenmesine gelince bu öğeler analizde önemleri ölçüsünde ele alınmıyor.
Parlamenter rejimden başkanlık rejimine geçiş, üstünkörü analizlerle geçiştirilebilecek, “biçimin ne önemi var, sonuçta burjuva devlet değil mi” denebilecek bir gelişme değildir. Kuşkusuz kimse, meseleyi böyle ele aldığını kabul etmeyecek. Ancak gördüğümüz bu. Seçim taktiği tartışılırken de bunu görüyoruz. Sanki bir burjuva partisi gidiyor yerine bir başka burjuva partisi geliyor basitliğinde ele alınıyor mesele.
Başkanlık rejimi devletin merkezileşme seviyesini arttırır. “Zaten öyle değil mi?” denileceğini biliyoruz. Evet ama başkanlık rejimi bunu sıçramalı olarak gerçekleştirir. Parlamenter sistemin merkezileşmenin önüne çıkardığı fren mekanizmaları adım adım işlevini yitirir. Parlamenter sistemden dar anlamda burjuva partileri arasında cereyan eden itişmeyi anlamak doğru değil. Anayasa, yasalar, yönetmenlikler, askeri, siyasi ve idari mekanizma ve toplumsal örgütlenmelerle (odalar, sendikalar, dernekler, vb…) oluşturulmuş bir bütün parlamenter sistem. Üzerinde durduğu saç ayağı kuvvetler ayrılığı[5]. Başkanlık sistemi bütün bu düzeylerin yeniden dizayn edilmesi demektir. Üstelik de bir kişinin özel yetkilendirildiği koşullar altında. Bu faktör merkezileşmenin zamana ters orantılı olarak artması anlamına gelir. Türkiye göz açıp kapayıncaya kadar bambaşka bir ülke olur.
Türkiye ABD değildir. ABD’deki başkanlık sistemi ile Erdoğan’ın hedeflediği başkanlık sistemi arasında en ufak bir ilişki yoktur. ABD’de başkanın karşısında çok önemli fren mekanizmaları vardır. ABD bir özerk devletler federasyonudur.
Türkiye ile ABD karşılaştırıldığında, sistemlerin kurgusu arasında merkeziliği ve ademi merkeziliği birleştiren yapıda önemli farklılıklar vardır. Demokratik devrimin gerçekleştirilmiş olduğu ve demokrasi geleneklerinin içselleşmiş olduğu ABD ile böyle demokrasi geleneğini hiç tanımamış, tersine Osmanlı’nın mutlak merkeziyetçi geleneğini Cumhuriyet’e tevarüs ettirmiş bir gelenekten gelen Türkiye’de başkanlık sistemi aynı biçimde işlerlik kazanmaz. Türkiye’de başkanlık sistemi altında padişahlık gibi işleyeceğinden kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Mustafa Kemal dönemine bakarak bunun nasıl bir rejim oluşturacağı daha kolay anlaşılır. Erdoğan’ın tesis etmek istediği Putin’in başında olduğu türden bir başkanlık sistemidir.
Sosyalistler merkezileşme karşısında yetkinin yerele verilmesini savunurlar. Bunun bugünden mücadelesini verirler, taleplerini buna göre şekillendirirler. Bu nedenle başkanlık rejimine yol açma olasılığı olan bir seçim taktiğini benimseyemezler. Bu kendi boğazlarını kendilerinin sıkmasından başka bir anlama gelmez.
AKP’nin durumu öküze öykünen kurbağaya benziyor. Davutoğlu’nun hayal dünyasını Erdoğan da paylaşmakta, uluslararası kapitalist hiyerarşide bir üst basamağa sıçrama hesapları yapmaktadır. Bu hesabın tutması mümkün değil. Emperyalizmin bir iç olgu olduğu, sermaye ihracı yapma olanağına sahip olmayan bir ülke böyle bir hamle yapamaz. Tersine sermaye ithal etmek zorunluluğu içinde bulunan bağımlı bir ülke büyüdükçe bu bağımlılığı da büyütmekte ve kendi bağımsız hareket etme imkanlarını gittikçe daha fazla kaybetmektedir. Bu global dünyada uluslararası sermayenin iç içe girmesi olgusundan farklı bir bağımlılık durumudur. Mevcut bağımlılık koşulları ve çok düşük tasarruf oranları çerçevesinde Türkiye alt ligde kalmaya devam edecektir.
Sanki Batı Türkiye’nin durumunun farkında değilmiş gibi Erdoğan, Davos’dan beri artan ölçüde Batı’ya mahkum olmadıkları imajı vermeye çalışıyor. Çin’den füze almaya yeltenmek, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılmak istendiğini ilan etmek bu tutumun göstergeleri. Lakin Çin’den Türkiye’ye, Türkiye’den Çin’e heyetler mekik dokuduğu halde bir türlü füze alınmıyor. Belli ki füze işi ABD-AB karşısında pazarlığı yüksekte tutmak için gündemde tutuluyor. AB’ye üye olmanın gereklerini bir türlü yerine getiremeyen Türkiye’yi kimse Şanghay İşbirliği Örgütü’ne almaz. Zaten Türkiye’ye doğru dürüst bir gözlemcilik statüsü bile verilmiyor. Bu da pazarlığı yüksekte tutmak için yapılmış bir çıkış.
Türkiye’nin ABD-AB ekseninden koparak başka bir yörüngeye girebilmesi, ABD-AB ile olan askeri, ekonomik bağlantılar nedeniyle neredeyse imkansız. Dünyada bir kamptan başka bir kampa sıçramak isteyen ülkelerin sonu da pek hayırlı olmuyor. Saddam ABD’nin has dostu iken, petrolü Euro ile satmaya karar vererek yeni bir yörüngeye girmek istemiş, sonu bilindiği gibi olmuştur. Türkiye’nin Irak gibi petrol geliri de yok. Tümüyle batı teknolojisi ve sermaye ithaline dayalı bir ekonomisi olan Türkiye, Arap sermayesinin akmaya devam edeceği varsayımı ile başka bir kampa girebileceği yanılsamasına sürüklendi. Ne var ki, tümü ABD kanalında akan Arap sermayesinin kara para dışındaki kesiminin Türkiye’ye gelmesi de, “herkesle sorun sahibi olma noktasına sürüklenmiş olan Türkiye” için artık neredeyse olanaksız hale gelmiştir. Erdoğan ve hempaları böyle bir yola ancak çaresiz kaldıklarında sürüklenebilirler. Kuşkusuz bu noktaya gelindiğinde başkanlık rejimi yoluyla tesis edilecek bir diktatörlük rejimi bu çılgınlığın manivelası olabilir.
Erdoğan arka arkaya hamleler yaparak ABD-AB ile pazarlıkta elini güçlendirmeye çalışıyor. Acayip bir seremoni ile Abbas’la buluşması, 24 Nisan’da Çanakkale’de uluslararası bir toplantı tertiplediğini açıklaması, Charlie Hebdo seçkisini yayımlayacağı için Cumhuriyet Gazetesi’nin basıldığı matbaalara gece yarısı baskınları düzenlemek bunun göstergeleri. AKP iktidarı bu tür hamleler yapmaya devam edecek, ipleri mümkün olduğu kadar gerecektir. Bu siyasetin nedeni Rojava’nın ezilmesi iznini alabilmektir.
Unutmayalım, IŞİD’i Ortadoğu’nun başına bela eden ABD’dir. İşin taşeronluğunu da Katar, Türkiye ve Suudi Arabistan’a vermiştir. İşler sarpa sarınca Türkiye’yi uyarmış olmalarına rağmen, Türkiye Esad’ın kısa zamanda düşeceği beklentisiyle Rojava belasından kurtulmak için burnunun doğrultusuna gitmeyi tercih etmiştir. IŞİD’in Musul’u ele geçirmesiyle tehlikenin büyüklüğünün farkına varan ABD, bombalama yoluyla öyle bir askeri strateji uygulamıştır ki, IŞİD’i bile isteye Şengal ve Rojava’ya doğru sürmüştür. Lakin evdeki hesap çarşıya uymamış, Kürt Hareketi’nin Şengal ve Kobani’deki askeri başarısı YPG ile ilişki kurmasını zorunlu kılmıştır.
ABD, şartları oluştuğunda bu yükten kurtulmak isteyecektir. Türkiye de ABD’yi buna zorlamaktadır. ABD’nin Türkiye-Kürt Hareketi ikileminde tercihini Türkiye’den yana kullanacağını varsaymak gerekmektedir. Bugünün konjonktürünü esas almak, kalıcı olacağını sanmak doğru değildir. Şartları oluştuğunda ABD ile AKP yine can ciğer kuzu sarması olacak, Rojava’yı ezmeye yeltenmekte en küçük bir tereddüt göstermeyecek[6], Kürt Özgürlük Hareketi’nin artan prestijini yerle bir etmek için kapitalist dünya medyasını hizmetine koşmakta da hiçbir zorluk çekmeyecektir. KDP’nin Rojava’nın ezilmesi için fırsat kolladığı da bir başka gerçektir.
AKP belasını ordunun defetmesi için sabah akşam dua eden az değil. Böylelerine sosyalistler arasında da rastlanıyor. Bu def biçiminin işçi sınıfına, ezilenlere, sosyalistlere hiçbir hayrı olmayacağı bir yana, kısa vadede böyle bir olasılık var mı?
Türkiye ‘60’ın Türkiye’si değil. Genç subaylar başlarına bir dört yıldızlı bulsunlar da devlet yönetimine el koysunlar… O günler geride kaldı. TSK NATO ordusudur ve ABD hapşırdığında zatürre olur. 12 Mart ve 12 Eylül bunu kanıtlamıştır. İki darbenin de izni Washington’dan verilmiştir. Başka türlüsü olamaz.
TSK AKP’nin ısrarına rağmen savaş tezkeresinde mırın kırın etmiş, bunun faturası önce başa geçen çuval, sonra da memleketin generallerinin neredeyse yarısının kendisini kodeste bulması olmuştur. ABD izin vermeden TSK darbe yapamaz. Sadece harp oyunları ile onun tatbikatını yapmakla yetinir. Hava şimdi döndü. AKP Ordu’ya kumpas kurulduğunu söylüyor. Devasa bir koro da peşi sıra giderek bize ordunun sütten çıkma ak kaşık olduğunu anlatma işine girişti ama darbenin tatbikatını yapmanın darbe hazırlığı olduğundan kuşku duyanın aklıyla zoru var demektir. Tatbikatı darbe hazırlığından saymazsanız, darbenin olmasını da önleyemezsiniz. Olur ve kendinizi içeride bulursunuz. Şimdi bize yutturulmaya çalışılan budur.
ABD darbe tezgahlıyor mu? Bunun hiçbir belirtisi yok. Şu anda buna ihtiyaç da yok. AKP ile aradaki en büyük sorun Ortadoğu politikasıdır. Bütün göstergeler ABD’nin, bir yandan farklı burjuva seçeneklerini parlatmaya çalışırken diğer yandan AKP ile bir uzlaşma yoluna girmeye çalıştığını göstermektedir. Tabii AKP’ye boyun eğdirerek…
Asker AKP’ye diş bilese bile ABD’den izin almadan darbe yapmaya soyunamaz. Bu şartlarda askerin dert edeceği ne kalmaktadır? Kuşkusuz Rojava meselesi ve PKK. Yatıp kalkıp ikisini de tepeleme hayali kurduklarına kuşku yok. Bu gerçek, askeri bir darbenin ABD açısından bir anlamı olmadığını da ortaya koyar. ABD AKP’ye yaptıramadığını askere yaptırma şansına sahip değildir. Mesela AKP’nin oynamadığı hangi rolü asker oynayabilir? İsrail’le ilişkiler dışında tutulursa böyle bir rol tanımı yapılamaz. Rojava ve PKK meselesinde asker daha sert bir tutumdan yanadır. Tampon bölge işini icat eden askerdir. ABD’nin asker eliyle uygulayabileceği bir Ortadoğu politikası yoktur. Hatta işleri daha da zora girecektir. Bu nedenle, AKP-Asker geriliminden yola çıkarak senaryo kurmak, bu gerilimden emek, barış ve demokrasi güçlerinin işine yarayacak sonuçlar üreyeceğini sanmak büyük bir yanılgıdır. Çözüm masası ortadan kalktığı an, asker AKP’ye diş bilemeye devam etse de, Rojava ve PKK’yı ezmek söz konusu olduğunda ballı börekli olacaklardır.
Kürt Özgürlük Hareketi’nin temsilcilerinin işaret ettikleri gibi AKP, seçimlere kadar çözüm masasını devirmeme özenini gösterip işi süründürmekte, diğer yandan da savaş hazırlığı yapmaya devam etmektedir. Belli ki AKP, Kürt Özgürlük Hareketi’ne nihai darbeyi vurabileceğini düşündüğü momente kadar oyalama siyasetini sürdürmeye devam edecek, hareketin güçten düştüğünü gördüğünde saldırmayı tercih edecektir. Bütün belirtiler buna işaret etmektedir.
AKP’nin Kobane politikası, çözüm sürecini ilerletme niyeti olmadığını, şartları oluştuğu an savaş siyasetini gündeme getireceğinin yeterli kanıtını sunmaktadır. Aslında daha başka bir kanıt aramaya gerek yoktur.
Yargının yeni baştan dizayn edilmesi, polisin yeniden yapılandırılması, baraj ve kalekol yapımının hız kesmeden sürdürülmesi, güvenlik paketinin yapılan itirazları umursamaksızın Meclis’ten geçirilmesi, sosyal medyayı denetleyebilmek için yeni yasa tekliflerinin hazırlanma girişimleri, milliyetçi duygular okşanarak olası bir paramiliter yapılanmanın asli unsuru olabilecek küçük burjuvazinin “benim esnafım” demagojisiyle kışkırtılması, 6-8 Ekim kalkışması esnasında Hüda-Par’a açık destek verilerek saldırı odağı olarak kullanılması, Cizre’de estirilen polis ve özel tim terörü bu hazırlığın diğer göstergeleridir. Savaş hazırlığı, orta öğrenimde zorunlu din dersini genişletme ve Osmanlıca dil eğitimini yasalaştırma girişimleri, ilköğretim öncesine “değerler eğitimi”nin yasalaşması, hastanelere imam atanması vb dini motifler taşıyan politikalarla da ideolojik olarak desteklenmektedir.
Kürt Özgürlük Hareketi bu seferberliği görerek Hükümet’in Öcalan’ın açıkladığı takvime riayet etmesini istemekte, Oslo sonrasında olduğu gibi oyalama siyasetine izin vermeyeceğini söylemektedir.
AKP Hükümeti seçimlere kadar çözüm masası devrilmeden ilerlemek için makyaj yapmayı da ihmal etmiyor. Cizre’de torpil attıkları gerekçesiyle polislerin açığa alınması bunun göstergelerinden birisidir. Lakin bu Kürt halkıyla alay etmekten başka bir şey değil. Çocukların kafası namludan çıkan silahla parçalanırken failler sır olmakta ama mahalle bakkalından edinilen torpil attığı için üç polis açığa alınmaktadır.
Seçim öncesi ya da sonrası çözüm masasının ayakta durmakta zorlanacağı anlaşılmaktadır. HDP yüzde on barajını aşma başarısını gösterirse AKP’nin eli zayıflayacak, kısa vadede çözüm masasını terk etmekte zorlanacaktır. Ancak fırsat kollayacağına şüphe yoktur. Seçimlerin sonrasında da sürecin geleceğini HDP’nin performansı belirleyecektir. HDP yükseliş trendine girdiği takdirde AKP’nin işi oldukça zordur. Muhtemelen bu gelişme AKP’nin sonunu getirecektir.
Ancak ikinci senaryonun üzerine de düşünmekte yarar vardır. HDP yüzde on barajını aşma başarısını gösteremezse, AKP koşullarının oluştuğunu gördüğü an masayı devirerek savaş siyasetini devreye sokacaktır.
İmralı öncesinde Öcalan Kürt Özgürlük Hareketi içinde “önderlik” pozisyonunda bulunuyordu. İmralı süreciyle birlikte saptadığı isabetli politikalar bu konumunun sadece Hareket içinde pekişmesini sağlamakla kalmadı, dört parçadaki Kürt halkı içinde de büyük bir saygınlık kazanmasına, ulusal bir lider olarak benimsenmesine neden oldu. Kürt sorununun çözümü yolunda Öcalan’ın merkezi bir rol oynamasının nedeni budur ve en azından orta vadede, Öcalan dışında başka bir aktörün (kişisel ya da kurumsal olarak) bu rolü oynaması mümkün görünmemektedir. Bu gerçek Öcalan’ın baş müzakereci olarak konumlanması sonucunu doğurmuştur.
AKP Hükümeti bütün kritik momentlerde Öcalan ile Kürt Özgürlük Hareketi arasında ayrılık yaratma gayreti içinde olsa da, Kürt Özgürlük Hareketi başta Öcalan olmak üzere bütün parçalarıyla birlikte bütünlüğünü koruma yeteneğini göstermiştir. Bu başarının sağlanmasında Öcalan’ın kilit bir rolü olduğu tartışma götürmez. Geçtiğimiz aylarda, Birinci Barış Grubu’na yönelik olarak yaptığı “Türkiye’ye gelin” çağrısı ile 2013 yılı Newroz’unda açıklanan PKK gerillalarının sınır dışına çıkması çağrısının devlet güvencesine bağlanmasında ısrar etmediği için özeleştiri veren Öcalan, bu rolü hakkını vererek yerine getirmenin çarpıcı bir örneğini ortaya koymakla kalmadı, Kandil ile kendisi arasına çomak sokma siyasetinin de ham bir hayal olduğunu gösterdi.
Saydığımız bir dizi faktör, Öcalan’ın sorunun çözümünde kilit rol oynama fonksiyonunun sürmesinin sonsuz yararları olduğunu göstermektedir.
[1] Selahattin Demirtaş’ın Cumhurbaşkanlığı seçimleri kampanyası esnasında açıkladığı “Yeni Yaşam Çağrısı”, cinsi, milliyeti, mezhebi, cinsel yönelimi ne olursa olsun bütün ezilenlere özgürce yaşayabilecekleri bir ülke tahayyülü sunmaktadır. Bu tahayyüle ilerlemenin biricik yolu, bugünden HDP çatısı altında da özgür bir tartışma ortamının yaratılmasından geçer. Kendi saflarında bunu gerçekleştiremeyenin, topluma “yeni bir yaşam” vaat etmesi inandırıcı olamaz. Bu nedenle, HDP’nin seçim taktiğinin ne olacağına HDP’nin organlarında yapılacak özgür tartışmayla karar verilmelidir. Kuşkusuz HDP’yi oluşturan güçlerin görüşlerini açıklama, görüşleri doğrultusunda propaganda yapma hakları tartışılamaz. Ancak, HDP içinde bırakalım hakkıyla bir tartışma yürütmeyi, daha tartışma başlamamışken, farklı bir seçim taktiğini, örneğin bağımsız adaylarla seçime girme seçeneğini savunabilecek olanları çok ağır ifadelerle suçlayarak, adeta seçim taktiğinin tartışılmasını yasaklayıcı bir tutum takınmanın ne HDP çatısı altında vücut bulması gereken özgür tartışma ortamıyla ne de “yeni bir yaşam” vaadiyle uyumlu olduğu söylenemez.
[2] YSK, HÜDA PAR’ın başvurusu üzerine, parti üyesi olup da bağımsız aday olanların 10 Şubat’a kadar partilerinden istifa etmeleri gerektiği doğrultusunda karar aldı. Bu karar nasıl uygulanacak ve yeni bir başvuru yapıldığında nasıl bir karar verilecek konuları henüz açıklığa kavuşmadığı için eski uygulama çerçevesinde yazıyı kaleme alıyoruz.
[3] Sosyalistler parlamentonun teşkilini önleyemiyorlarsa, yani o anda devrim yapamıyorlarsa, seçim platformunu parlamenter alanda mevzilenmek için değerlendirirler. Parlamenter alanın teşkilini önleyecek tek taktik de küskünlük ve alakasızlık gibi yansıyan bir uzak duruş olarak boykot değil, aktif boykot taktiğidir. Bizim Lenin’den öğrendiğimize göre, parlamenter alanın teşkilini önleyemeyecek bir “boykot” taktiği, ne yazık ki, Lenin’in sadece eleştirmekle yetinmediği, alaya da aldığı bir politik tutumdu.
[4] Yolsuzluk soruşturmaları Meclis’te “aklandı”. Bu yetmedi Erdoğan’a. Erdoğan’ın direktifine uymayan 40’ın üzerindeki milletvekili anında “hain” olarak damgalandı. Erdoğan yol vermese Şamil Tayyar ve Mehmet Metiner’in mümkün mü böyle konuşmaları? Çocuktan al haberi… Belli ki Erdoğan derin endişeler içinde. AKP içinde bu üslupla konuşanın topluma yönelik nasıl bir baskı mekanizması kuracağı tahmin edilebilir.
Yeni Akit gibi en bağnaz savunuculardan hırıltılar çıkmaya, İHH Başkanı tarafından Hükümet’in iç ve dış politikalarının a’dan z’ye eleştirisi sergilenmeye başlandı. Bu gelişmeler AKP cenahında kazanın kaynamaya yüz tuttuğunu gösteriyor. Cemaat’in başına gelen onların da başına gelecek. Hemen hepsi seçimlerle birlikte tasfiye edilecekler. AKP baskıyı, otoriterizmi her yana bulaştırarak ilerlemek zorunda.
[5] Artık basın bile ayrı bir kuvvet olarak tanımlanmaya başlandı.
[6] 2016 Başkanlık Seçimleri için başkan adayı olan gerek Cumhuriyetçi ve gerekse Demokrat aday Suriye’ye müdahale politikalarını savunuyorlar. O zamana kadar işlerin hangi niteliğe bürüneceğini kestirmek zor olsa da bu tür politika savunucularının Rojava için iyi rüya göreceklerini beklemek doğru olmaz. Tersine TC’yi yanlarında tutmaya devam edebilmek için Kürtleri kolaylıkla feda edebileceklerdir. Bu konuda Obama bile IŞİD’i önce Rojava’nın üzerine sürmekten imtina etmemiştir.
ERDAL KARA – HDP’nin seçim taktiği üzerine (2)
ERDAL KARA – HDP’nin seçim taktiği üzerine (3)