Gökcan AYDOĞAN Charles Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabının yayımlanmasının 162. yılı için yazdı: “Darwin’in Türlerin Kökeni’nde yaptığı tam olarak Karl Marx ve Friedrich Engels’in tarihsel materyalizmi geliştirme süreçlerinde yaptıklarıyla örtüşür. Marx ve Engels Hegel’in “baş aşağı duran” diyalektiğini “mistik kabuğun içindeki rasyonel çekirdeği” keşfetmek için ayaklarının üstüne oturturlar. Darwin de doğanın ve yaşamın “Tanrı’nın yarattığı, O’nun değişmez ve mükemmel bahçesi” olarak görüldüğü baş aşağı duran 19. yüzyıl biliminin temel kavramlarını alt üst etti ve ayaklarının üstüne oturttu.”
Charles Darwin’in Türlerin Kökeni ya da orijinal adıyla Doğal Seçilim Yoluyla Türlerin Kökeni ya da Hayat Kavgasında Avantajlı Irkların Korunumu Üzerine kitabı 162. yıl önce bugün yayımlandı. Çok ilgi görmeyeceği düşünülen bu sebeple 1250 adet basılan kitap sadece bir gün sonra 25 Kasım 1859’da tükendi. O gün bugündür de, Darwin’in dünyayı değiştiren Türlerin Kökeni kitabı etkisini ve popülerliğini sürdürüyor. Türlerin Kökeni farklı birçok kurum tarafından tarihin yazılmış en önemli bilimsel kitabı seçilirken, Darwin de tarihe yön veren insanlar arasındaki yerini hiç kaybetmedi.
Fakat bu başyapıt da internet çağının hastalığından kendini sıyırabilmiş değil ve diğer birçok klasikle aynı içler acısı kaderi paylaşıyor: herkes tarafından biliniyor ancak nadiren okunuyor.
Savunsun savunmasın, artık herkes mutasyon, varyasyon, evrim ve doğal seçilim gibi Darwinci “moda sözcükler”den haberdar. Fakat Türlerin Kökeni Darwin’in bilimsel teorilerinden de öte o teorileri geliştirdiği entelektüel ortama ve diğer bilim insanlarını teorilerinin doğruluğuna ikna etme mücadelesine dair benzersiz bir kaynaktır.
Beklenmedik bir devrimci
Darwin, en hafif tabirle, “alışılmadık” bir devrimciydi ve Türlerin Kökeni onun Das Kapital’ydi. Babası önde gelen bir doktor ve varlıklı bir yatırımcıydı; büyükbabası, Avrupa’nın en büyük imalat şirketlerinden birinin kurucusuydu. Boş bir hayat yaşayabilirdi ama bunun yerine hayatını bilime adadı.
1825’te babası onu tıp eğitimi alması için Edinburgh Üniversitesi’ne gönderdi, ancak Darwin, İngiltere’de hiçbir üniversitede lisans programı olarak sunulmayan bir konu olan doğayı incelemekle ilgilendi. İki yıl sonra Edinburgh’dan ayrıldı ve ona böcekler toplamak, kuş doldurmak veya fosil aramak için boş zaman tanıyacak döneminin “saygın” bir mesleği olan Anglikan rahibi olmayı hedefleyerek Cambridge Üniversitesi’ne kaydoldu. O zamanlar, Oxford ve Cambridge’de bilim öğreten tüm profesörler de dahil olmak üzere, İngiltere’deki doğa bilimcilerin büyük çoğunluğu, Anglikan rahipleri olarak atanmıştı. Viktoryan dönemde birçok rahip ve papaz, doğayı “doğal teolojiye” bir katkı yapmak için, yani tanrıyı daha iyi anlamak için yine onun eseri olarak doğayı incelerlerdi.
1831’de mezun olduktan sonra, bir profesör Darwin’i Kuzey Galler’de üç haftalık bir jeoloji gezisine götürdü ve ardından botanik profesörü onu, kendisiyle ücretsiz seyahat edecek bir doğa bilimci arayan İngiliz Kraliyet Donanması’ndan Kaptan Robert Fitzroy’a tavsiye etti. Böylece, 22 yaşındaki Charles Darwin 27 Aralık 1831’de, binlerce sayfa bilimsel gözlem yazacağı ve 1500’den fazla canlı ve fosil yaşamı örneği toplayacağı yolculuğa çıkmak üzere İngiliz araştırma gemisi HMS Beagle’a bindi.
İngiltere’den ayrıldığında Darwin, “türlerin Tanrı’nın değişmez eserleri olduğuna ve ayrı ayrı yaratıldığı”na inanan o günün doğa bilimcilerin büyük çoğunluğu ile aynı fikirde olan geleneksel bir Hıristiyan gibi görünüyordu.
Beagle üzerinde beş yıllık bilimsel araştırma ve evde iki yıl daha çalışmanın ardından Darwin, dönemi için “sapkın” bir sonuca vardı: türler değişmez değildir. Tüm hayvanlar ortak atalardan türemiştir, farklı türler milyonlarca yıl içinde kademeli değişimlerin sonucu olarak oluşmaktadır ve Tanrı’nın bununla hiçbir ilgisi yoktur.
Aslında, 1830’larda Darwin dahil diğer bilimciler Tekvin yaratılış hikayesinin tam anlamıyla doğru olamayacağına dair emarelere sahiptiler. 1700’lerde kapitalizmin genişlemesi, madencilik ve kanal inşasında patlamalara yol açmıştı; bu çalışmalar, İncil kronolojisinin izin verdiği altı bin yıl değil, dünyanın milyonlarca yaşında olduğunu kanıtlayan jeolojik katmanları ve eski fosilleri ortaya çıkardı. Dahası, fosil kayıtları, günümüzde yaşamayan hayvanların bir zamanlar yaygın olduğunu, modern hayvanların ise nispeten yakın zamanda ortaya çıktığını göstererek, Tanrı’nın tüm türleri bir kerede yarattığı iddiasıyla çelişiyordu.
Ve aynı dönemde, emperyalizm, küresel keşiflere ve herhangi bir Avrupalının hayal edebileceğinden çok daha fazla çeşitte bitki ve hayvan yaşamının keşfedilmesine yol açtı – Aden’de yaşayabileceğinden veya Nuh’un gemisine sığabilecek olandan çok daha fazla.
Bilimi “ayaklarının üstüne oturtmak”
Darwin’in Türlerin Kökeni’nde yaptığı tam olarak Karl Marx ve Friedrich Engels’in tarihsel materyalizmi geliştirme süreçlerinde yaptıklarıyla örtüşür. Marx ve Engels Hegel’in “baş aşağı duran” diyalektiğini “mistik kabuğun içindeki rasyonel çekirdeği” keşfetmek için ayaklarının üstüne oturturlar. Darwin de doğanın ve yaşamın “Tanrı’nın yarattığı, O’nun değişmez ve mükemmel bahçesi” olarak görüldüğü baş aşağı duran 19. yüzyıl biliminin temel kavramlarını alt üst etti ve ayaklarının üstüne oturttu.
Darwin 1882’de öldüğünde, bilim insanlarının büyük çoğunluğu evrimi kabul etmişti – ancak çoğu için Darwin’in çalışmasının materyalist özünü, varyasyon ve doğal seçilimin türlerin değişmesini sağlayan süreçler olduğunu kabul etmesi çok daha uzun sürdü. Darwin’in en yakın müttefikleri ve destekçileri arasında bile, yeni türlerin aniden yer değiştirmeler olarak ortaya çıkması gerektiği şeklindeki özcü fikre veya evrim sürecinin Tanrı tarafından yönlendirildiği veya önceden belirlendiği şeklindeki teleolojik fikre sarılan birçok kişi vardı.
Darwin’in hataları
Ama daha önce söylediğim gibi Darwin, Marx ve Engels’in aksine, beklenmedik bir devrimciydi. Bunu iki temel yaklaşımında, belki de yaşamın özünü anlamaktaki iki önemli “cephe savaşında” görebiliyoruz.
Darwin Türlerin Kökeni boyunca defalarca yaratılışçı görüşlere değiniyor ve bunların kanıtlarla bağdaşmadığını gösteriyor. Fakat kendisi ilahi bir yaratıcı fikrine karşı değildi. Daha ziyade, dünyanın bilimsel okumasını dini bir dünya görüşü içine yerleştirmeye çalıştı. Kitabın sonuç bölümünde şöyle diyor:
“Muhtemelen bu dünyada yaşamış olan tüm organik varlıkların, Yaradan tarafından hayat nefesi verilmiş ilkel bir türden türediğini çıkarımını yapmalıyım.”
Yani yaşam önce bir Tanrı tarafından yaratılmış, daha sonra mutasyon, varyasyon ve doğal seleksiyon yasalarına – Darwin’in tarif ettiği evrimsel güçlere – tabi olmuştur.
Darwin’in ikinci kaybettiği “cephe savaşı” ise evrimsel sürecin mekanizmasını doğru kavrayamamış olmasıydı. Hali vakti yerinde orta/üst sınıf üyesi biri olarak, yan gelip yatarak hayatını geçirmek yerine kendini bilime adamış olsa da, evrim mekanizmasını anlamaya ve açıklamaya çalışırken kendi gerçekliğini aşamadı ve önyargılarından kurtulamadı. Yetiştiği kültür ve ait olduğu sınıf gereği Darwin için değişim, eğer sonunda bir değişim olacaksa, yavaş yavaş ve birikimle gerçekleşen bir kavramdı. Devrimler, altüst oluşlar, ani değişimler, sıçramalar ona göre değildi, hele ki işçilerin ve köylülerin hızla örgütlendiği bir çağda.
O yüzden Darwin fosil kayıtlarına baktığında çok uzun süreçlere yayılan, yavaş ve birikimsel bir evrimi bulmayı düşünüyordu. Fakat fosil kayıtları bunların aksini gösterdiğinde, yani türlerin belirli yavaş ve birikimsel değişimleri sonrası aniden büyük değişimlere uğradığını gördüğünde, yavaş bir evrimi tanımlayacak ara türlerin fosillerinin olması gerektiğini sadece onları kendisinin bulmadığı “kayıp halkalar” olduğunu söyledi.
Darwin’in bu noktadaki kırılgan teorisini bu sefer Stephen Jay Gould “ayaklarının üstüne oturtarak”, Türlerin Kökeni’ne yeniden can damarı oldu. Meslektaşı Niles Eldredge ile birlikte Gould, biyologların fosil kayıtlarına bakış açısını değiştirdi. Ortaya attıkları kesintili denge kavramı, yeni türlerin nispeten hızlı bir şekilde ortaya çıktığını ve daha sonra milyonlarca yıl boyunca çoğunlukla sabit kaldığını savundu. Fosil kayıtlarını inceleyen Gould, Darwin’in aksine, evrimsel sürecin yavaş bir birikim süreci değil, belirli nicel birikimlerin ani nitel değişimlere, evrimsel sıçramalara yol açtığını gördü.
Böylece Gould Türlerin Kökeni üstüne çökmüş olan Darwin’in sınıfsal önyargılarını kaldırıp onun teorilerini tekrar yaşamı ve doğayı anlama yoluna sokmuş oldu.
Bilimdeki materyalist zafer, insanlığın en büyük başarılarından biridir. Sırf bu nedenle, tereddütleri, gecikmeleri veya orta sınıf önyargıları ne olursa olsun, Charles Darwin, hayatın her alanında batıl inançların ve cehaletin sona ermesini dört gözle bekleyen herkes tarafından anılmayı ve onurlandırılmayı hak ediyor.
Darwin siyasi bir radikal değildi: Ömrü boyunca köleliğe karşı çıkması ve yaşadığı küçük kasabanın işlerine karışması dışında, siyasi faaliyete veya teoriye pek ilgi göstermedi. Yine de, evrimci biyolog Ernst Mayr’ın yazdığı gibi, “bilimsel çalışmalarında, zamanının temel felsefi kavramlarını birbiri ardına yıktı ve onların yerine devrim niteliğinde yeni kavramlar koydu.”
Darwin bunu yaparak, farkında olmadan şimdiye kadar geliştirilmiş en devrimci sosyal teorilere, bugün Marksizm olarak bildiğimiz fikirlere katkıda bulundu ve onları güçlendirdi.
Doğanın bir tarihi olduğu, türlerin doğal süreçlerle var olduğu, değiştiği ve ortadan kaybolduğu fikri, sosyalist düşünce için kapitalizmin ebedi olmadığı, ancak belirli bir zamanda ortaya çıktığı ve doğada olduğu gibi belirli şartlarda bir gün dünyadan yok olabileceği fikri kadar devrimci ve aynı derecede önemlidir.