Tarihsel deneyimin izinde
Bizi yasadışı alana iten burjuvazidir. Burjuvazi bizi yasal alanda kapıdan kovduğunda pencereden içeri girmeye, pencereden kovduğunda bacadan içeri girmeye çalışmanın gerekli olduğunu Lenin güzel anlatıyor. Elbette ki amaçlarını terk etmeden ve yasallığa sığabilmek için görüşlerini sisteme uydurmadan…
1905 Devrimi’nin ardından aynı yılın Ekim ayında yapılacak olan Duma Seçimleri’nde Lenin’in seçim taktiği boykottu. Taktiği temel bir argümanla temellendirdi: Devrim yayılıyor, güçleniyor, Sovyetler ortaya çıkıyordu. Bu şartlar altında Duma Seçimleri’ne katılmak, devrimin monarşist-anayasal çizgiye kaymasına destek olmaktan başka bir şey değildi. Hayır diyordu Lenin, yükselen devrim Duma’nın teşkilini önleme yeteneğine sahiptir. Oyunu(seçimleri) boykot etmek gerekir. Boykot başarıyla sonuçlandı. Çarlık Aralık ayında azgın bir saldırı gerçekleştirdi ve devrim ağır ağır geri çekilmeye başladı. Ardından Çar kağıt üzerindeki Duma’yı feshetti. Devrim geri çekiliyor ama yer yer ayaklanmalar gerçekleşiyordu. 1906’nın baharında İkinci Duma Seçimleri’ni de boykot etti Bolşevikler. Geri çekilmeye başlayan devrime tekrar ivme vermek için bu taktiği benimsediklerini açıkladılar. 1906 Boykotu “görünüşte tam bir yenilgiydi” Lenin’e göre. Kısa bir süre sonra Çar İkinci Duma’yı da feshetti. 1907 Sohbaharı’nda gerçekleştirilecek olan Üçüncü Duma Seçimleri öncesinde Lenin’ın seçim taktiği boykot değildi artık. Devrim geri çekilmişti, boykot anlamsız bir çağrıydı. Daha çarpıcı olan Lenin’in İkinci Duma’ya ilişkin yaptığı değerlendirmeydi. “İkinci Duma’ya gitmeliydik” diyordu Lenin. İkinci Duma Seçimleri’ndeki boykot taktiği hatalıydı. 1917 Ekim Devrimi’ne kadar da bütün seçimlere katıldı Bolşevikler.
Boykot’u “baskı”nın derecesiyle temellendirmeye çalışan sosyalistlerimize birkaç hatırlatma yapalım. Rusya’da kadınların oy hakkı yoktur. Daha çarpıcı olan (çünkü nerede ise hiçbir ülkede kadının oy hakkı yoktu) 1 soylu ya da toprak sahibinin oyu 10 köylünün, 20 işçinin oyuna eşitti. Bu eşitsizlikten dolayı seçimleri boykot etmek Bolşeviklerin aklına bile gelmedi. Rusya’da 1905-1917 yılları arasındaki baskının boyutunu son 20 yılın Türkiye’si ile mukayese etmek bile mümkün değildir.
1994 Yerel Seçimleri’ni boykot etti Kürt Özgürlük Hareketi. 1995 ve 1999 Genel Seçimleri’ne HADEP, 2002 Genel Seçimleri’ne DEHAP olarak girildi. 1995’de 4,2; 1999’da 4,8; 2002’de 6,2 oy alındı. 1995’de 5; 1999’da 11, 2002’de 13 ilde birinci parti olundu.
1993 yılında “topyekün savaş konsepti” devreye sokulmuştu. 1994 Yerel Seçimleri 3 DEP’li milletvekilinin dokunulmazlıklarının kaldırılarak tutuklandıkları koşullarda yapıldı. Bugünden baktığımızda 1994 Yerel Seçimleri’ni boykot taktiği doğru bir taktik miydi? Biz bu soruyu sormamız gerektiği kanısındayız. 2011 Genel Seçimleri deneyimi bu soruyu sormamızı mümkün kılıyor. Bilindiği gibi, Yüksek Seçim Kurulu Blok’un 12 “bağımsız” adayı seçilme yeterlilikleri olmadığı için veto etti. Kürdistan buna Serhıldan’la karşılık verdi. YSK tükürdüğünü yaladı. Kürdistan belediyeleri başta olmak üzere açık alanda mevzilenmiş olmanın Serhildan’ın başarısında küçümsenmeyecek bir rol oynadığını söylersek yanılmış olmayız. Kuşkusuz 1994’de Kürt Özgürlük Hareketi’nin oy potansiyeli 2002 yılı ölçüsünde değildi. Yine de Diyarbakır, Van, Batman, Iğdır ve Hakkari illerinde (1995 Seçimleri ölçü alınırsa) ve bir çok ilçede belediye başkanlıklarını kazanması kesindi.
Bugünden baktığımızda, 1995 (“Topyekün savaş konsepti” uygulamalarının tepe noktasına vardığı yıl olduğu halde “boykot” taktiği tercih edilmedi) , 1999 ve 2002 Genel Seçimleri’nde “bağımsız” aday taktiğiyle seçimlere katılmak daha akla yatkın görünüyor. 1995’de grup kurmak mümkün olmazdı ama, 1999 ve 2002 Seçimleri’nin sonuçları parlamentoda çok rahatlıkla (2011 Seçimleri baz alındığında) grup kurulabileceğini gösteriyor.
1995, 1999 ve 2002’de benimsenen parti ile seçime girme taktiğini eleştirirken insaflı olmak gerek. “Bağımsız” aday taktiği burjuvazinin baraj sahtekarlığına karşı deneyimle ortaya çıkan yaratıcı bir çözümdü. Kuşkusuz geçmişte “bağımsız” aday deneyimleri vardı. Ancak hiçbirisi (12 Eylül öncesi Diyarbakır, Ağrı, Fatsa vb. deneyimleri bir yana bırakırsak) seçilme şansı olan deneyimler değildi. Diyarbakır’dan 7 vekil çıkarmak, bunun için mahalle mahalle, sokak sokak, ev ev oyların hangi adaya verileceğini saptayıp bunu örgütlemek aslında mucizevi bir iştir. Bu beceri ancak süreçle kazanılabilir. Hilenin etrafından dolaşmak ancak deneye yanıla öğrenilebilir. Yine de şunu söylemekte yarar var: Bütün bu seçimlerde sonuç alacak taktik benimsemek mümkündü.
Anayasa Referandumu’nda benimsenen “boykot” taktiğini de gözden geçirmekte yarar vardır. Hafızalarımızı tazeleyelim: Öcalan 30 Nisan 2010 tarihli görüşmede, BDP’nin Anayasa paketi konusunda ileri sürdüğü şartlar kabul edilmediği taktirde “Türkiye’deki diğer sol ve demokrat çevrelerle birlikte güçlü bir Hayır Cephesi, ortak muhalefet bloku oluşturulması” gerektiğini söyledi. Buna paralel olarak BDP’nin kararı da “hayır” biçiminde oldu. Referandum’a bir süre kala ise Öcalan “boykot” taktiğinin uygulanması gerektiğini söyledi. BDP de bu taktiği benimsedi. Emek, Barış, Demokrasi Bloku içinde yer alan güçlerin büyük bir çoğunluğu da tutumlarını “hayır”dan
“boykot”a doğru değiştirdiler .[1]
Tarihsel gerçek inatçıdır. Üstünden atlanmaya kalkılsa da önünüze gelir. Akşam Gazetesi yazarı Özlem Akarsu Çelik, Referandum öncesinde Asrın Hukuk Bürosu ile irtibat kurarak, Öcalan ile röportaj yapmak istediğini söylüyor. Büro avukatları dünya basınından böylesi çok talep olduğunu, umutlanmaması gerektiğini söylüyorlar. 27 Ağustos ve 1 Eylül tarihli avukat görüşmelerinden Özlem Akarsu Çelik’in yazılı sorularına cevap gelmiyor ancak 8 Eylül tarihinde Öcalan soruları yanıtlıyor. Avukatlar cevapları 14 Eylül tarihinde iletebileceklerini söylüyorlar. Öcalan ile yapılan röportaj 15 Eylül tarihinde Akşam Gazetesi’nde yayımlandı. Bir soruya şu cevabı veriyordu Öcalan:
“-BDP’nin boykot kararı olmasaydı sizin deyiminizle ‘Kürtler kendilerini doğrudan ilgilendiren bir husus barındırmayan’ bu anayasa paketine ‘Evet’ der miydi?
Biz Türkiye Cumhuriyeti’ne, devletine ve hükümetine demokratik çözümü, demokratik anayasayı dayatmak için boykot kararı aldık, doğrudur. Biz isteseydik bu referandumu kesin kaybederlerdi. Biz ‘Hayır’ deseydik, bu değişiklik paketinin geçmesi imkansız hale gelirdi. Erdoğan’a son bir şans verdik, bunu iyi görmesi gerekir. Umarım bundan sonra demokratik anayasa ve demokratik çözüm konusunda olumlu gelişmeler olur.”[2]
Referandum’a kadar Kürt Özgürlük Hareketi’ni oyalama politikasını sürdüren AKP Hükümeti, Referandum’un ardından Sri Lanka modeli yoluyla Kürt Özgürlük Hareketi’nin tasfiye etmek için savaş siyasetini gündeme soktu. Zamandaş olarak, alttan alta sürdürdüğü yeni rejimi inşa faaliyetine, değişen anayasanın verdiği olanaklarla akıl almaz bir sürat kazandırdı. 2010 Ağustos’undan bugüne Anayasa’nın değişen maddelerine dayanılarak yapılan düzenlemelere yüzeysel bir bakış bile[3] bunu açık biçimde göstermektedir.
Doğru bir taktik miydi boykot taktiği? Referandum vasıtasıyla Anayasa’nın değişen maddelerine dayanarak yapılan düzenlemelere baktığımızda bunu söylemek ne yazık ki mümkün değil. MHP ile CHP’nin haline bakın? “Hayır” dediğimizde bu iki partiyle mi ayrıştıramayacaktık kendimizi?[4] Bizim “hayır”ımızın bambaşka bir “hayır” olacağını geçen zaman kanıtlamadı mı? Ekmeleddin ile Selahattin karşıtlığı kanıtlamadı mı? Bu beş yıl, “yeterli güvenceleri” almadan, güvenceleri yazıya dökmeden, alenen ilan etmeden taktik değiştirmenin yanlış olduğunu kanıtlamadı mı? Bize kanıtlamış gibi görünüyor.
[1] Kuşkusuz, komünistin vatanı yoktur. Kuşkusuz komünistin milliyeti yoktur. Lakin geniş yığınlar için vatan da vardır, milliyet de. Lenin bu gerçeğe dayanarak ezen ulus ile ezilen ulusun komünistinin görevini ayrıştırdı. En bilineni nedir? Ezen ulus komünisti ayrılmaktan ezilen ulus komünisti birlikten yanadır. Teşbihte hata olmaz… Seçim taktiği meselesiyle ilişkilendirelim ezen ulus/ezilen ulus komünistinin tutum farklılığını… Ezen ulus komünisti ezilen ulusun silahlı mücadele hakkının meşruiyetini asla tartışma konusu etmez. Ancak bu hiçbir şekilde ezen ulus komünistinin ezilen ulusu silahlı mücadeleye kışkırtması anlamına gelmez. Seçim taktiği meselesi de böyledir. Ezen ulus komünistinin savunduğu seçim taktiği savaş olasılığını arttırıyorsa, buna gönül rahatlığıyla evet denemez, bu tutumun kışkırtıcılığı yapılamaz. Bu ahlaken de sorunlu bir tutumdur.
[2] Röportaj Referandum’dan önce yapıldığı halde röportajda kullanılan “zaman” Referandum’dan sonra yapıldığı izlenimini veriyor. Bunu Özlem Akarsu Çelik şöyle açıklıyordu: “Öcalan’ın açıklamalarına bakılırsa sorulara referandumun sonucuna göre farklı seçeneklerle yanıt verdi. Ancak avukatları gündeme göre bu yanıtları eledi…” Röportaj’ın Akşam’da yayımlanmasının ardından Taraf Gazetesi, “zaman” sorunundan yola çıkarak, “Hayali Apo’yla Referandum Diyalogları” başlıklı haberde Öcalan’a ait sözlerin avukatları tarafından uydurulduğu imasında bulundu. Özlem Akarsu Çelik buna “Taraf’a Yanıtım” başlığıyla cevap verdi. Öcalan’ın bir yalanlama yapmamış olması röportajın güvenilir olduğunu kanıtlıyor.
[3] Merak edenler, 2010 yılından bugüne çıkan yasaları önlerine alsınlar ve Anayasa’nın değişen maddelerine yapılan atıfları görsünler. Referandumda kabul edilen yasalar vasıtasıyla Türkiye son beş yılda adım adım otoriterizm yolunda ilerlemiştir. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin Referandum’daki “evet ama yetmez” taktiğine yönelik özeleştirisi sosyalist hareketimizde çok ender rastlanan samimi bir tutumdur. Büyük bir değer biçilmelidir. Başkalarına da örnek olmalıdır. Hala tutumlarında ısrar eden aydınlara, demokratlara, sosyalistlere önerimiz şu: birkaç hukukçu görevlendirin, değişen yasaları önlerine alsınlar, “yetmez ama evet”leri ne işe yaramış görsünler. Yargı, polis… bu noktalar uzar gider… Sizin “evet”inizin de katkısıyla AKP otoriterizminin hizmetine sokuldular. Referandum’da “demokratik” iyileşmeler olarak görülen kimi değişiklikler bile (ki eser miktarda olsa da vardı, amaç acı drajeyi şekere bulamaktı) acaba en çok kimin işine yaradı? Kör olmayan görebilir bunu. Yüzde on barajının “hak ihlali” olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvuru reddedildi. Peki başka ne oldu? Aynı gerekçe ile, “hak ihlali” ile Ergenekoncular, Balyozcular salıverildiler. Devletin sınıfsal niteliğinin lafzını bilip de ruhunu kavramamış bütün reformistlerin kaderi budur. Tümü bu tuzağa düşerler. Sınıf kavgasının nesnelliği değil, cafcaflı sözlere, kuru, kağıt üzerindeki ruhsuz metinlere hayrandırlar. Lenin bir asır önce söyledi: “Burjuvazi demokrasiyi hayale çevirir”. Bütün yurttaşlar yasalar karşısında eşittir. Lakin bu ezilenler güçlü değilse, hep egemenlerin lehine realize olur? Yüzde on barajının reddi, darbecilerin salınması biçiminde… Darbecilerle hesaplaşmak için verilen “yetmez ama evet” oyu darbecilerin salınmasının nedeni olur. Ne acı değil mi? Hala özeleştiri zamanı gelmedi mi? Özeleştiri için Erdoğan’ın başkan olması mı gerekiyor? Belki o da çare olmaz, bilemeyiz ki! Belki o gün “dün dündür, bugün bugündür” nakaratını tekrarlarsınız da sizin adınıza bizim yüzümüz kızarır, biz utanırız.
[4] Doğru duruşun ölçütü düzen partilerinden her durumda ayrı bir tarafta durmak değildir. Bu olsa olsa sol çocukluk hastalığı olabilir. Böyle bir yaklaşım uygulayanı kimi zaman telafi edilemez yanılgılara sürükler. Düzen partileriyle ortaklaşa karşı çıkılması gereken durumlar zaman zaman ortaya çıkabilir. Yine de duruşlarda elbette ki fark olur ve bu farklılık da bizler tarafından dile getirilir. Örneğin Anayasa’daki ırkçı bir maddenin iptali önerisi söz konusu olduğunda düzen partilerinden ayrı duracağız diye boykot mu edeceğiz?
HDP’nin Seçim Taktiği Üzerine (1)
HDP’nin Seçim Taktiği Üzerine (2)