Bülent TEKİN yazdı – Osmanlı İmparatorluğu’nun başarısı konusunda çoğu kez, başarı kriteri olarak toprak genişliği dikkate alınmıştır. Yani sınırların genişliği ya da küçülmesi kriter olarak alınmıştır.
Türkiye’nin genel politikasında “devletin büyüklüğü” konusu önem taşımıştır. Bu konu öylesine yerleşmiştir ki devletin büyüklüğü Türkiye insanı için de önemli olmuştur. Zaten devletin güçlü olması konusu siyasetin ana konusu oldu. Böylece devletin bürokrasisi, ordusu, mali gücü, kaynakları ve diğer yapıları toplum ve devleti yöneten siyasetçiler için daima ilk planda olmuştur. Devlet de toplumdan gelen bu talep ve bakış açısını da dikkate alarak büyük olmak konusunda değişmez bir görüşe sahiptir.
Toplumun duygusal bir bağlılıkla ve güvenle baktığı devlete siyasetçiler salt büyük olmasıyla ve daha büyük olacağıyla bakar. Bu bir nevi adeta bir övgü durumudur. Siyasetçi sadece büyüklük ile övünme şeklinde bakar ya da öyle değerlendirir. Oysa büyüklük kriterlerinde devletin sosyal, adil, eşitlikçi, şeffaf ve hesap verebilir olması en önde yer almalıdır.
Osmanlı tarihinin en önemli dönüm noktalarından birisi 3 Kasım 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’dır. Tanzimat; yönetim, hukuk, vergi, askerlik, ekonomi gibi alanlarda değişiklikler getirdi. Ancak bu büyük organizma yönetim şekli olarak merkezi yönetimi benimsemiş ve bu yüzden de bir bakıma özerk yaşayan Kürt beyliklerine merkezden atamalar yapma kararını almıştır. Bu karar Kürt beyliklerinin tasfiyesi anlamına geliyordu. Günümüze kadar gelen Kürt sorununu ortada bırakmıştır. Tanzimat bu yönleriyle sanki önce meşrutiyet ve daha sonrasında da-belki de-cumhuriyet rejimine giden yolun taşlarını döşüyordu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun başarısı konusunda çoğu kez, başarı kriteri olarak toprak genişliği dikkate alınmıştır. Yani sınırların genişliği ya da küçülmesi kriter olarak alınmıştır. Osmanlı’nın gerileme dönemi olarak da toprak kaybetme kriteri ile ölçüldü. Oysa başarı ya da gerilemede Osmanlı’daki yaşam koşullarını da dikkate almak gerekirdi.
Devleti merkeze alan kişilere göre, Türkiye büyük bir ekonomidir. Kimileri Türkiye’nin büyük ordusu ve askeri güç bakımından dünyanın en büyük ordularından biri olduğunu öne çıkarır. Oysa büyük bir ekonomi tek başına bazen bir anlam teşkil etmez, kişi başına rahat bir yaşam sağlayamayabilir. Yoksulluğu ortadan kaldırmayabilir. Büyük bir ordu da insanlarını mutlu etmeyebilir. Devletin ordusu büyük olunca yurttaşların yaşam koşulları her zaman iyileşmiyor. Devletin sınırları, toprakları büyük olunca da yaşam koşulları iyileşmiyor.
Sıkıntıların azalması için Türkiye’de ortak yaşam ve konsensüs kültürü olmalıdır. Oysa herkes kendi doğrularını tek doğru kabul ediyor ve onu diğerlerine dayatmaya çalışıyor. Bu konuda ise devlet akla gelir. Devletin herkesin devleti haline gelememesine çalışılır. Oysa ortak yaşam zemini böyle oluşturulamaz. Bu uygulama küçük bir kesim dışında herkesi mutsuz eder.
Ve güç konusunu yazarken aklıma ilginç bir diyalog geldi.
Fransız yazar Alphonse Daudet (1840-1897) ikinci bir Don Kişot sayılan “Trasconlu Tartarin” romanında dolduruşa gelen roman kahramanı (Tartain) aslan avlamak için Cezayir’e gider. Orada parasına göz diken sahte, hırsız, dolandırıcı bir prensle (Gregory) tanışır, onu rehberi yapar ve onun her dediğini yapar. Aslında Prens Gregory’nin tek amacı Tartarin’den henüz tam koparamadığı şişkin paralarıdır. Sözde aslan bulmak için güneye epeyce ağır teçhizatları ile gitmeye karar verdiklerinde, prens ufak bir Cezayir eşeği satın alınmasını önerir. Bir eşeği kendine layık görmeyen Tartarin ile Gregory arasındaki “güç” konusundaki diyalog oldukça ilginçtir.
“Hayır!.. Hayır!.. Eşek yok!..” dedi Tartarin. “Hem o küçük hayvanlar bunca araç gerecimizi nasıl taşısın?”
Prens gülümsedi.
“Şimdi yanılıyorsun sevgili dostum. Size ne kadar zayıf ve cılız gelirse gelsinler, Cezayir eşeğinin sağlam kasları vardır… Tüm o taşıyacaklarına dayanması için gereken de budur… Gelin Araplara sorun. Bakın bizim sömürge sistemimizi nasıl açıklıyorlar… En üstte, derler, hükümetin başı vardır; en büyük sopa ondadır ve kurmay heyetine vurur; kurmay heyeti, bunun acısını çıkarmak için, askere vurur; asker Avrupalı yerleşimciye, Avrupalı yerleşimci Arap’a, Arap zenciye, zenci Yahudi’ye ve Yahudi de gider eşekçiğe vurur ve bu zavallı eşekçiğin vuracak kimsesi olmadığı için sırtını uzatır, her şeyi taşır. Görüyorsunuz ya, elbet sandıklarınızı da taşıyabilir.”
Prensin bu yanıtından sonra bana da “Vah eşekçik!” demek kaldı.