Hayrettin SOYUPAK yazdı: Felsefe Tarihinin başat filozoflarından olan Hegel için bu boyutta bir yazı ancak “denizde bir damlacık” olarak ifade edilebilir. Hegel’in ileri sürdüğü her kavram için nice kitaplar yazıldığını düşünürsek bu konuda alçakgönüllü tanıtıcı bir yazının riskleri ortaya çıkar. Buna rağmen Hegel hakkında merak uyandırma ve okuyucuyu kışkırtma adına bu riskleri göze almak gerekir. Onu ölüm yıldönümünde anmak bile çelişki taşıyor olabilir, çünkü O “Kronolojik Tarih” yerine “Spekülatif Tarih” anlayışını tercih ederdi.
Georg Wilhem Friedrich Hegel, bir vergi memurunun oğlu olarak 27 Ağustos 1770 tarihinde Stuttgart’ da doğdu. Tübingen Üniversitesinde felsefe, edebiyat ve teoloji eğitimi gördü. Önce Bern’de daha sonra da Frankfurt’ta özel öğretmenlik yaptı. 1801’de Jena üniversitesi’nde doçent, 1805’de aynı üniversitede profesör oldu. İlk büyük çalışması olan “Tinin Fenomonolojisi”ni 1805 yılında burada yazdı. 1808’den 1816’ya kadar Nürnberg’de Aegidiengymnasium’un rektörlüğünde bulundu. Daha sonra 1816 yılından 1818’e kadar Heidelberg’de profesörlük yaptı. Bu tarihten sonra Berlin’e geçerek Hegelci okulunu kurdu ve 14 Kasım 1831 tarihinde burada hayata veda etti. Günümüze göre kısa sayılabilecek hayatında birçok eser vererek bir “Sistem Filozofu” olarak Felsefe Tarihi’ndeki yerini aldı.
Hegel’in Felsefe Tarihi’ndeki yeri “Alman İdealizmi” içerisindedir. Alman İdealizmi deyimi ile başlıca Fichte, Schelling, Hegel ve Schleiermacher’i içine alan sonunda bazı çizgileriyle Shopenhauer’e de uzanan bir filozoflar çevresinin 19. Yüzyılda geliştirdiği bir felsefe çığırı anlaşılır. Bu çığır, kendi içine kapalı bir bütündür, bir genel atmosfer gibidir. Alman İdealizminin düşünürlerini aralarındaki bütün ayrılıklara, çatışmalara rağmen, birleştiren nokta, her şeyden önce, ortaklaşa bir problem durumudur: Hepsi için çıkış noktası Kant felsefesidir. Bu düşünürler için ortaklaşa olan amaç da, sıkı, sarsılmaz bir felsefe sistemi kurmaktır; hepsi için ideal, Kant’ın ancak girişini vermiş olduğu << gelecekteki metafizik>>tir. Kant, bu metafiziğin ana çizgilerini göstermişti. Ancak, Alman İdealistleri bununla yetinmezler. Bütünlüğünü elde etmiş, kesin bir bilgiden türetilmiş, sağlam ve tutarlı olan bir ideal sisteme varmak isterler. Alman İdealizminin bir başka özelliği de, yaratıcılarının dinç bir dinamizm ve bir yaratma sevinci ile beslenen ‘iyimserlikleri’dir. Onlara göre, şüphe, ancak gelip geçilecek bir duraktır, yoklayıp ayıklama için, daha da derinleşme için bir vesiledir.
Hegel öncesi Kant, <<teorik akıl>> ile <<pratik akıl>> arasında; doğayı <<mekanist>> olarak açıklama ile <<teolojik olarak>> olarak açıklama arasında; <<doğru>> ve <<yanlış>> bilme arasında kesin sınırlar çizmeye çalışmıştı. Onun her alanın sınırlarını belirtmek isteyişi bir <<ayrımı>> gerektiriyordu. Oysa Kant’tan sonraki Alman İdealistlerinin ana tutumu sisteme varmaktır. Sistem düşüncesi daima ayrılıkları birleştirmek, karşıtlıkları uzlaştırmak ister. Sistemde bütün düşünceler tek bir ana önermeye sıkı sıkıya bağlanır, bundan tutarlı olarak üretilir.
Fichte öğretisine <<ben>>i çıkış noktası olarak almış, bütün karşıtları Bu temel üzerinde ortadan kaldırmayı denemişti. Schellig ise ayrılıkları, hepsinin içinde erimiş oldukları bir kökte –başlangıçtaki <<ayrımlaşmamış>>ta (İndiffenenz)- birleştirmek istemişti; onun için öğretisine <<özdeşlik felsefesi>> (İdentitaetsphilosophie) demişti. Artık bu sistem düşüncesi, karşıtları uzlaştırmak denemesi Hegel’de, Alman İdealizminin bu üçüncü ve son düşünüründe en yüksek olgunluğuna erişecektir.
Hegel, tamamıyla kendi içine kapalı, yöntem bakımından tam birliği olan, içeriği bakımından çok zengin bir sistem yaratmıştır. Bu sistem, -Spinoza’nın sistemi yanında- bütün felsefe tarihinde biriciktir denilebilir. Yine bu felsefe, şimdiye kadarki felsefe tarihinin en son büyük sistemidir de; çünkü realist-pozitivist felsefe karşısında yıkıldıktan sonra, onun gibi büyük bir sistem kurma denemesine artık girişilmemiştir. Hegel’in felsefesi, Kant’tan sonra rationalizmin de en yüksek doruğudur. Nasıl Fichte’de <<ben>> sırf kendisine bakmakla hem kendisini hem de <<ben olmayanı>> (objeyi) kavrıyorduysa, Hegel’de de <<asıl gerçeğe>> spekülatif olarak, yani deneye hiç başvurmadan, salt düşünmenin sınırları içinde varılmaya çalışılır. Çünkü, Hegel’e göre, felsefe objelerin düşünce ile görülmesidir. Düşünce bunu başarabilir, çünkü objenin kendisi de süje gibi rasyoneldir, süje ve obje aynı ilkenin, aynı aklın başka başka olan şekillenmeleridir.
Hegel için önemli olan “felsefi düşünce”dir, çünkü basbayağı düşünce; duyular yoluyla elde edilen kavramlarla ‘herhangi bir şey’ üzerine düşünmedir, felsefi düşünce ise kavramlar sistemini yapıcı ve yaratıcı olarak geliştirmedir. Burada düşünme yöntemli olarak objelerin kavramlarını birbirinden türete türete sonunda <<kavramlar zincirini>> ortaya koyar. Bu zincirin son halkası <<evren kavramı>> dır; bütün öteki kavramlar bunun altında toplanırlar. Kavram rasyonal bir öge olduğundan, Hegel, akıl dışındaki herhangi bir yeti ile bilgi edinmeyi reddeder. Ona göre; felsefe olacaksa, bilgimizin sisteminin de olması gerekir, bunun yöntemi de “Dialektik”dir. Fichte’ de dialektik, düşünmenin gelişmesinin formu idi, Schelling onu dışarıya aktarmış doğa sürecinin formu yapmıştı. Hegel ise dialektiği evrensel bir yöntem yapar; ona göre dialektik, hem düşünmenin hem de –yalnız doğanın değil- bütün varlığın gelişme biçimidir. Düşünme de, varlık da hep karşıtların içinden geçerek, karşıtları uzlaştırarak gelişirler. Ancak varılan her uzlaşmada yeniden çözülmesi gereken yeni bir karşıtlık gizli olduğundan, dialektik hareket, düşüncenin varlığı bir bütün olarak kavramasına, varlığın da bilincine erişip özgürlüğünü elde etmesine kadar sürüp gider.
Hegel’e göre en tümel olan kavram, <<varlık>> kavramıdır; ancak bu kavramın hiçbir içeriği yoktur; bomboştur; yalnız var olanı düşündüğümde, bu kavramı her türlü niteliğinden soymuş olurum ama hiçbir içeriği kalmayınca da <<varlık>> <<yokluk>> olmuş olur. Varlığı yokluk olmaktan kurtarmak için ona bir içerik kazandırmalıdır; bu içeriği ona kazandırınca da <<oluş>> kavramı kendiliğinden ortaya çıkar. Böylece bütün kavramlarımız dialektik bir hareketle birbirinden türer. Yalnız, kavramların birbirinden türemeleri zaman bakımından değil mantıki bakımdandır.
Düşünce gibi varlık da dialetktik olarak gelişen bir süreçtir. Varlık (evren), bir ilkenin, ilk-temelin kendisini açması, belli bir ereğe doğru gelişmesidir. Bütün var olanların, bütün varlık çeşitlerinin arkasında ve temelinde bulunan bu ilkeye Hegel, yerine göre ide, akıl, söz ya da tin (Geist) der. Adlarında da anlaşıldığı gibi bu ilke manevi niteliktedir. Evren içinde daha doğrusu evren olarak gelişen idenin ereği sonunda kendi kendisini bulması kendisinin bilinç ve özgürlüğüne erişmesidir. Bu amaca doğru gelişmesinde ide, dialektiğin üçlü adımına uygun olarak üç basamaktan geçer. Ama her basamağın içinde birçok üçüzlü hareketler de vardır; bunlar bir basamağı boydan boya geçip onu bir yukarı basamağa yükseltirler. İde ya da tin ilkin kendi içindedir, kendi kendinedir. Bu evresinde ide henüz bir olanaklar ülkesidir; gizli olan gücünü henüz gerçekleştirmemiştir; ama kendisini bilmesi, tanıması için kendine bir gerçeklik kazandırması gerektir. Bu amaçla ide (tin) kendini ilk olarak doğada gerçekleştirir. Ancak, doğada ide artık kendi kendisinde değildir. Kendisinden başka bir şey olmuştur, özüne aykırı düşmüş, kendisine yabancılaşmıştır, kendi özü ile çelişik olan bir duruma girmiştir. Bu çelişki idenin gelişmesindeki üçüncü basamak olan dar anlamıyla tinin dünyasında (kültür dünyasında) ortadan kalkar. Bununla da ide yeniden kendini bulur, ama bu sefer bilincine, dolayısıyla da özgürlüğüne kavuşmuş olur. Çünkü doğada idenin yasası zorunluluk idi; kültür dünyasının yasası ise özgürlüktür. Ancak, bu, sübjektif değil, objektif olan genele, yasaya bağlanma ile olabilen bir özgürlüktür. İdeel objeler arasındaki ilgi bir mantık ilgisidir, yani bir sebep ve sonuç ilgisidir.
İdenin ikinci basamağı olan doğaya gelince, burada büsbütün başka olan bir varlık yapısını karşımızda buluruz. İdeel objelerin dünyası kendisinde ve kendisi içindi. Her kavram kendisi ile özdeştir. Varlık varlıktır, sayı sayıdır. Başka bir şey değildir. Bunların var oluşu kendileri yüzündendir, başka bir şey yüzünden değildir. Doğa alanında ise bir şeyin varlığı başka bir şey yüzündendir; onun için doğa, idenin özdeşliğini yitirdiği nesnelerin çokluğu içinde bölündüğü, dolayısıyla da başkalaşıp kendisine yabancılaştığı alandır. Kavramlar ile sayıların hep kendi kendileri ile aynı kalmalarına karşılık doğa oluşum dünyasıdır. Şimdi benim vücudum artık dünkü vücudum değildir. Dünden bugüne vücudumda birçok değişiklikler olmuş bunlar da bunu dünkü vücudum olmaktan çıkarmıştır. Doğa alanında bulduğumuz süreklilik, ancak bir dıştan görünüştür. Doğanın objeleri hep uzay ve zaman içindedirler; zaten bu objelerin var olması demek, uzayda bir yer kaplamaları ve zamanın bir anında bulunmaları demektir. İdeel objeler birbirlerine içten bir bağ, bir mantık bağı ile bağlı idiler. Doğadaki nesneler ise dıştan olan bir bağ ile bir zaman bakımından önce ve sonra oluş ile, yani bir neden-etki bağı ile birbirlerine bağlıdırlar. Doğanın kendisi de aklın (idenin, tinin) bir gerçekleşmesidir; onun için doğanın en ilkel basamaklarında bile akıl saklıdır. Varlığın her yanında olduğu gibi ide (akıl) vardır. Yalnız burada ide bilinçsizdir, özgürlükten yoksundur, nesnelerin çokluğu içinde dağılıp bağlanmıştır; bununla da kendi özüne uzak düşmüş, kendisine yabancı olan dış bir varlık olmuştur.
İdenin (tinin), özü ile çelişik olan doğa durumundan kurtulması da, gelişmesinin üçüncü evresinde olur. Burada tin insanın dünyasına, kültürün dünyasına ulaşmıştır. Önce tek insanda uyanan tin (geist), insan topluluklarında bilincini derinleştirerek kendini bulur. Doğa basamağındaki çelişmeyi gideren synthesis olarak doğanın üstünde yükselen tinsel varlık da uzay ve zaman içindedir; ancak bu varlık alanının uzay ve zamana bağlılığı doğanınkinden başka türlüdür. İnsanın bilinci, bedeni gibi, uzay ve zamanda değil, uzay ve zaman insanın bilincindedirler. İnsan hatırlama ve bekleme ile belli bir zaman anına bağlı olmaktan kurtularak geriye ve ileriye doğru uzanabilir. Demek ki ideel objelerin dünyasına özgü olan ama sonra doğa alanında yitirilen bir şey, özdeşlik tinsel dünyada yeniden ortaya çıkmaktadır. Tinsel dünya da artık kendinde ve kendisi için var olan bir dünyadır. Burada, ben öteki benler yüzünden varlığını kazanmaz. Her ben bir kişidir, bir bilinç taşır; onun bu kişiliği, bu özelliği başka benlerden bağımsız olarak vardır. Onun için, tinsel dünya, ancak kültür tarihinde (devlette, bilim, sanat din ve felsefenin tarihinde) gelişip ilerleyen tine (geist) yükseldiğinde tam anlamıyla kendisi için kendinde olan bir dünya olur. Başka bir deyişle ide tinsel alandaki gelişmesinde tek insanda değil de, birey-üstü oluşumlarda (devlet, sanat, din ve felsefede) asıl kendini bulur. Asıl burada bilinç ve özgürlüğe erişir. Ancak o zaman tam anlamıyla kendinde ve kendisi için olur.
Objektif ahlak da üç adımda dialektik olarak gerçekleşir: 1. Ailede tek istenç ile genel istencin birleşmesi olan objektif ahlak henüz tam değildir; burada birey henüz doğal ve doğrudan doğruya bir durumdadır. Bununla birlikte aile, bir sevgi bağlılığından çok ahlaki bir kurumdur. Birey ilk olarak aile içinde yaşar. 2. Objektif ahlak ikinci basamağı olan yurttaşlık toplumunda da ileriye doğru bir adım atar. Gerçi toplum bireylerin bir çıkar beraberliğidir. Bu çerçevede tek kişi yalnız kendi gereksinimleri ve çıkarlarını göz önünde bulundurur. Burada da objektif ahlak kendini gösterir. Özel istenç, genel istence bağlanmayı öğrenir, hem de ailedekinden daha ileri daha derin olarak. Çünkü birey kendi gereksinimleri ve çıkarları ardından koşarken bunları ancak öteki bireylerin yardımıyla, onlarla dayanışarak sağlayacağını öğrenir. Birey bu yolla genele bağlanır, bu yolla objektif ahlak kendini toplumda gerçekleştirmiş olur. 3. Objektif ahlak ancak devlette, gelişmesinin bu son ve en yüksek durağında, tam bir gerçekliğe varır. Devlette artık bireyin istenci ile genel istenç tam bir uyum halindedirler. Devlet doğrudan doğruya genel istencin gerçekliğidir; bu istencin somut bir varlık kazanmasıdır. Devlet, tek tek istençlerin bir toplamı değil, akıllı canlı bir tümdür. Objektif tin basamağında devlet, aklın kendi özüne en uygun, en yakın olarak kendini gerçekleştirdiği bir formdur, bir kalıptır. Bundan dolayı devlet kendiliğinden akla uygun olan bir varlıktır.
Nasıl uluslar ile devletler anlamlarını tarih denilen bağlam içerisinde kazanıyorsa, tek kişiler de anlam ve belirlenimlerini devlet içinde kazanırlar. İdenin gelişmesinde en son, en yüksek basamak kendini sırayla sanat, din ve felsefede gerçekleştiren mutlak tindir. Tarih boyunca bir sürü devletler birbiri ardından ortaya çıkmış, misyonlarını yerine getirdikten sonra göçüp gitmişlerdir. Devletlerin ölümlü oluşuna karşılık sanat din ve felsefe ölümsüzdürler. Bu ölümsüzlük idenin özüne en uygun olan bir formdur. Bundan dolayı ide, ereği olan bilinç ve özgürlüğüne en tam, en yetkin olarak ancak mutlak tinde, bunun da en son basamağı olan felsefede, evren yapısının bu tacında erişir.
Sonuç olarak; Hegel’in mutlak idealizminin mantıksal zemini olan “mutlak idea”, kendisini tüm varlık düzlemlerinde farklı biçimlerde dışa vuran ve edimselleştiren akılsal işleyiş süreci olarak tanımlanabilir. Düşüncenin ve varlığın içsel ve zorunlu dialektik doğruluğu olarak mutlak idea, ancak duyulur maddi gerçeklik ve insanlık kültürüyle dolayımlı olarak edimseldir. Böylece Hegel’in idealizmi, düşünceyi ve ideayı duyulur gerçeklikten soyutlayarak sınırlayan, göreli ve ütopik bir idealizm değil, mutlak içkin bir idealizmdir. Hegel düşünce ve aklın bu dünyada edimsel olabileceğini söyleyen gerçekçi ve seküler bir filozoftur.