Murat UTKUCU yazdı – Arif Nihat Asya’nın ırkçı şiirine hayranlık besleyen Soner Yalçın solculara ve Kürt aydınlarına nasıl da fırça atıyor değil mi? Şeyh Said ve Seyid Rıza’nın “aşiretleri” Kurtuluş Savaşı’na katılırken ilerici, ama Kürt olduklarını Kemalist rejime hatırlattıklarında gerici! İlkeli olmak böyle bir şey tabii!
“En güzel bayrak şiirini kim yazdı? Günlerdir şehit cenazelerini gördükçe, kendimi hep bir şiiri mırıldanırken buluyorum. Üstelik şairi, siyasi olarak hiç anlaşamayacağım biri…” (Soner Yalçın, Not Defteri’nden, 6 Haziran 2010)
Hiç unutmam, yıllar önce Nazilerin sokak serserilerinden müteşekkil SA’larını (Sturmabteilung: Taarruz Bölüğü) düşünür durur ama bir türlü kafamda oturtamazdım. Alman faşizminin sol kanadını oluşturan bu grup, anti kapitalist olduğunu ayan beyan ilan eder, hatta “dünya kapitalizminin mülksüzleri sömürerek oluşturduğu tekelci iktisadi sistemin Alman Devrimi’nce yıkılacağını” söylerdi. Bahsedilenin tam olarak “Nazi Devrimi” olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı? Tamam, Parti’nin ne mal, liderinin ne denli “artist ”, kadroların ise tam bir psikopat olduğu o zamandan belliydi de, bu “serserilerin” sol ve faşist şapkaları aynı anda aynı kafaya takmalarını anlamak benim için mümkün değildi. Sonradan anladım ki sorun bende değil, o günlerin siyasi fotoğrafındaymış meğer. Faşist hareket, her zaman mümbit bir toprak buldu Türkiye’de ama bu topraklarda Nasyonal Sosyalizm’in sahne alması, biraz zaman alacaktı. İnsan çevresinde görmediğini anlamakta güçlük çekiyor. O zamanlar bize imkânsız gelen tezlere bugün ne kadar aşinayız değil mi?
Yerli Malı Nasyonal Sosyalizm, ilk kez doksanların başında ortaya çıktı. Çok şükür, uygarlık adına büyük bir eksiğimiz de böylece ortadan kalktı. Muhafazakâr’ı yetmiyormuş gibi bir de Sol makyajlı faşizm başımıza musallat olacaktı artık. Avrupalı olmak o kadar kolay değil tabii. Hep Mercedes’ine binip Strazburg’daki mahkemeye gidecek değiliz ya. Hevesliler bu kez sol görünümlü faşizmden çok şey öğrendiler. Ama yalan yok. Yüzde yüz yerli üretim bir faşizmdi bizimki! “Türk Malı” Naziler kısa zamanda serpilip geliştiler. İnanılmaz bir performans sergileyerek özellikle kamuoyu yaratma meselesinde stratejik konumlara geldiler. Tabii yerli, orijinalin kopyası değildi. Farklılıklar mutlaka olacaktı. İlk olarak SA’lar, sonradan olma değil harbi faşisttiler. İkincisi hem solcu hem Nazi olabilmeyi her ne hikmetse becerirken de samimiydiler. Samimi oldukları için uzun bıçaklar gecesinde, Nazi ülküdaşları tarafından kesileceklerdi. Bizim yerli nasyonal sosyalistler ise gövde itibariyle soldan geldiler. Eklektik, pragmatik ve ilkesizdiler. Ve dört dörtlük ırkçıydılar. Irkçı cümleler kurmayı bir tür anarşizan “hergele”[1] tavrı olarak gördüler. Ağzına geleni sakınmadan söylemek, masum bir “fırlamalık”tan[2] başka bir şey değildi.
Türk Nasyonal Sosyalizmi bugüne kadar hep sol olduğunu iddia etti. Göğsünü gere gere ulusalcı olduğunu söylese de aynı zamanda kendini solda gördü. İşin kötüsü, çoğunluğu bu yalana inandırabildi de. İlk bakışta eklektik bir kafa karışıklığı var gibi geliyordu okuyanlara. Sağcılık, sol terimler üzerine inşa ediliyordu. Kimin ne dediğini anlamak mümkün değildi. Ama zaman içinde fikirler billurlaşıp, ortaya çıkan metinler, “Heil Hitler” tadında bağırmaya başlayınca taşlar oturdu. Sol jargon, ırkçılığın en pespaye fikirlerine koltuk değneği yapılırken sömürgeci efendilerin, ilerici; fikirlerinin de halkçı olduğuna iman etmemiz isteniyordu. Çünkü bu fikirler, uygarlığı temsil ediyorlardı. Bu süreçte, ülkenin muhafazakâr, kasabalı ve aslında “orijinal” faşist hareketi (Şu bizim MHP) kaba saba, kültürsüz ve köylü olmakla aşağılanırken, uzun saçlı küpeli milliyetçilerin prim yaptığı Nişantaşı ikametgâhlı Sosyete Faşizmi öne çıkıyordu. Burjuva incelikten nasibini almış, laf kalabalığını kültür olarak cahillere pazarlayan, daha da militarist, halka düşman, elitist, Nazik Faşizm!
Soner Yalçın, üretken bir yazar olarak Nasyonal Sosyalist camiada her zaman özel bir yere sahip oldu. Kitapları çok sattı, danışmanı olduğu diziler çok izlendi, yazıları çok okundu ve okunuyor. Halen Hürriyet’te pazar günleri not defterini okurlarına açıyor. Düşüncelerini açıkça ve sayfalar dolusu yazıyor. Ama bütün bu “delil”lere rağmen Soner Yalçın hâlâ solda durduğunu iddia ediyor. Üstelik okurları da onu solda biliyor. Kurtlar Vadisi gibi sadist faşizan karakterlerin yüceltildiği bir dizinin jeneriğine danışman sıfatıyla adını yazdıran; Türkiye’de Yahudilerin “ipliğini pazara çıkaran” kitaplar kaleme alarak Türk milliyetçiliğinin bile aslında Yahudi işi olduğunu iddia edip ülke tarihindeki bütün kanlı kirli işleri “dönmelerin” omuzlarına yıkan, Türkiye Cumhuriyeti’nin asimilasyon politikasını ilericilik sıfatıyla kutsayıp, diline ve kimliğine sahip çıktığı için bu “ilerici” politikaların gadrine ve mezalimine maruz kalan on binlerce Kürdü, feodalitenin kurbanları olarak suçlayan Soner Yalçın’ın solcu olarak ortalıkta geziniyor olması bir tür şaka gibi! Şaka değil gerçek olması ise Türkiye Solu’nun pürmelâline delalet ediyor. Sol boşluk, Türk Malı Nasyonal Sosyalizmin faşist fikirleri sol olarak servis etmesine ortam yaratıyor.
Yalçın, ne yazdığının farkında. Sol gösterip sağ yazıyor. Farkında olduğu için neredeyse her yazının sonuna şerh düşüyor: “Ey Okur, Buraya kadar okuduğuna aldanma. Yazar solcudur aslında. Marks Çarpsın yalanı varsa!” Bu nedenle, CHP’nin çiçeği burnunda başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun gönderdiği dosyaya istinaden Zaza değil de saf kan Türk olduğunu sayfalarca anlatıp son satıra geldiğinde şöyle buyuruyor: “Uzatmayalım: Kim kendini hangi kimlikte görüyorsa odur. Öncelik, insan olmaktır! Kemal Kılıçdaroğlu etnik kimliğiyle değil Türkiye’ye vereceği hizmetle değerlendirilmelidir.” İyi de konuyu gündeme getiren, kim? Peki, Dersim’den girip Horasan’dan çıkan, soy sop ağacına tırmanıp dallarda Türk geni arayan kim? Madem Kılıçdaroğlu’nun Kürt kimliği önemli değil, neden yazının başlığı “Kılıçdaroğlu Hakkında Tek Bilinmeyen Gerçek”tir. Bilinmeyen gerçeğin bilinmesi neden bu kadar önemlidir? CHP Başkanının Kürtlüğü, yazarı neden rahatsız etmektedir? Üstelik Kılıçdaroğlu yeni etnik kimliğine transfer edilirken olan Zazalara olmakta, bu kadim halk durduk yerde milliyet değiştirmektedir. Böylece dönüp dolaşıp yine Kürtlerin aslında “Karttürk boyu”na mensubiyetleriyle burun buruna geliriz. Ama Soner Yalçın, son sözü söyleyerek bütün yaralı yürekleri rahatlatır: Canım, üzülmeyin! Zaten mühim olan insanlık. Kürtler Türk olmasalardı da bizim için değerliydiler. Ama neyse ki değiller. O halde eller havaya… “Çııktııık açık alıınnlaa… Ooon yııldaa…”
Yalçın, Aşk-ı Memnu ve Ergenekon yazısında ise ipin ucunu iyice kaçırır. Romanın yazıldığı Abdülhamit dönemi ile dizinin çekildiği bugün arasında, “siyasal baskı” üzerinden ilişki kurar ve dizinin popülaritesini buna bağlar. “İşte Aşk-ı Memnu böylesine özgürlük ortamından yoksun bir dönemin ürünüydü… Bugün Ergenekon süreciyle başlayan korkuların da benzer edebi eserlerin yazılmasına neden olduğunu tespit edebiliriz. Son yıllarda çıkan romanların çoğunluğunun bireyi ele alması ve bireyin toplumsal-siyasal hayattan bağımsız konu edilmesi rastlantı mıdır?” Soner Yalçın bunu hep yapıyor. Okurunun okuma özürlü olduğunu düşünüyor ve boş kaleye topu plase ediyor. Bugün Türkiye’de Abdülhamit istibdadına benzer bir rejimin olduğunu öğreniyoruz. Peki, neye göre? Basılan roman türlerine göre! Ergenekon operasyonlarından korkan yazarlar, heyhat ellerini siyasetten çekip artık aşk meşk gibi konulara ilgi duymak zorunda kalmışlar meğer. Tamam da Ergenekon, son tahlilde İslamcı iktidar odakları ile devlet içi kontra unsurlar arasındaki bir hesaplaşma değil mi? Hedefte emekliliği geldiği halde vazife aşığı kontra eskileriyle asker sivil bulaşığı bir teşkilat… Böyle bir teşkilatla edebiyat dünyasının nasıl bir bağlantısı olabilir ki? Hem bu süreçte edebiyatçılar arasında hiç tutuklanan oldu mu mesela bu davadan? Ya da Ergenekon yüzünden romanı ceza alan… Yok, çünkü Soner Yalçın uyduruyor. Sadece bu değil. Edebiyatı Ergenekon’dan önce ve sonra diye ikiye ayırıyor ve bu kadar büyük bir iddiayı desteklemek için tek bir kanıt bile ileri sürmüyor. Kalenin boş olduğuna güveni tam. Hâlbuki, davadan önce ne siyasi romanların ağırlığından kitap rafları çöküyordu ne de bugün sadece aşk romanları yazılıyor. Ergenekon davasını Abdülhamit dönemiyle özdeşleştirip aklamaya çalışan Yalçın, bu arada Kürt meselesi hakkında yazıp çizen aydınlara yönelik ağır baskı koşullarını aklına bile getirmiyor. Zaten Apolitik Aşk-ı Memnu’nun siyaseten Kürt şehirlerine uğramadığını görmüyor bile. Soner Yalçın, faşizan gerçeğini yazıyor. İnceltici olarak solu kullanıyor: “Siyasal baskıların, ekonomik sıkıntıların, hoşnutsuzluğun arttığı her dönem, halkın merakının, Aşk-ı Memnu gibi yaşamlara-aşklara yöneldiği bir gerçek değil midir? Zengin ve aylak bir toplum katının yozlaşan yaşam biçimini ele alan Aşk-ı Memnu ile Eren Talu-Defne Samyeli ilişkisinin bu kadar konuşulması, yazılması tesadüf olabilir mi? Çoğunluk bugün (bu) ilişkileri merak etse de, yarın korkularını yenip yine Çiğdem Talu şarkısı söyleyecektir: Nereye Payidar Nereye?” Güzel değil mi? İnsanın Tek yol Devrim diye slogan atası geliyor. Aman ajite olmayın hemen: Çünkü bütün bu sol ağızlar, Kontra eskisi Ergenekon Teşkilatının halk hareketi sanılması için. Bir Abdülhamit bir de devrimci şarkı işlem tamam oluyor. Hrant’ın kemikleri bir kez daha sızlıyor. Abdülhamit’in baskıcı rejimi, dönemin özgürlükçü muhalefetini nasıl hedef almışsa, bugün de Ergenekon, özgürlükçü bir hareket olduğu için hedef oluyor. Tez bu. Halk korkuyor ve Aşk-ı Memnu’ya sığınıyor. Fakat yılgınlık yok. O büyük gün yakında gelecek ve halk, korkularını yenip de nasırlı elleri üzerine doğruldu mu ilk iş Silivri’yi basacak. Sonra “Nereye Payidar” şarkısı eşliğinde başta Veli Küçük Paşa Hazretleri olmak üzere milita-kontrist “halk kahramanlarını kurtaracak!” Okurlarını bilmem ama yazar, bu halkı ihtimal aptal yerine koyuyor.
Soner Yalçın tek kale maç yapıyor. Ortada hakem yok, karşı takım yok. Kural yok. Yazıyor da yazıyor. Bayrak şairine düzdüğü methiyede olduğu gibi bazen topu kendi kalesine de atıveriyor. Arif Nihat Asya’yı kim tanımaz. Soner Yalçın bir kez daha anlatıyor. Kes yapıştır tekniğiyle Bakiler’in makalesinin tamamını yazısında kullanıyor. Bize de kendisine ait birkaç satırı okumak düşüyor. “En güzel bayrak şiirini kim yazdı? Günlerdir şehit cenazelerini gördükçe, kendimi hep bir şiiri mırıldanırken buluyorum. Üstelik şairi, siyasi olarak hiç anlaşamayacağım biri…” Bu sözün üzerine söylenecek söz yok aslında: Arif Nihat Asya, ırkçı bir faşisttir. Şiirleri bir faşist için iyi, içerik olarak ise kötüdür. Sağ cenahın sevdiği bir şairdir. Anlaşıldığı kadarıyla Soner Yalçın da hayranları arasındadır. Aman yanlış anlaşılmasın. Yazar fikirlerini değil sadece Bayrak şiirini sevmekte ve asker cenazelerini gördükçe bu şiiri okumaktadır. Peki şiir nedir? Hatırlayalım:
“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü/Kızkardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü./Işık ışık, dalga dalga bayrağım./Senin destanını okudum,/Senin destanını yazacağım./Sana benim gözümle bakmayanın/Mezarını kazacağım./Seni selamlamadan uçan kuşun/Yuvasını bozacağım. /Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder/Gölgende bana da, bana da yer ver!/Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar;/Yurda ay-yıldızının ışığı yeter./Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün/Kızıllığında ısındık;/Dağlardan çöllere düşürdüğü gün/Gölgene sığındık./Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı;/Barışın güvercini, savaşın kartalı…/Yüksek yerlerde açan çiçeğim;/Senin altında doğdum/Senin dibinde öleceğim./Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim;/Yeryüzünde yer beğen/Nereye dikilmek istersen/Söyle, seni oraya dikeyim!/”
Şiir bu. Soner Yalçın’ın, şairiyle siyasi olarak anlaşamadığı şiir! Ama anlaşılan şiirle arasında sorun yok. Aksine en güzel bayrak şiiri olarak hep dilinin ucunda. Tamam da bu şiirde ne aşk var ne de vuslat, ne hasreti anlatıyor ne de doğa sevgisini. Düpedüz ırkçı faşist emperyalist, üstelik bir de sadist bir şiir. Soner Yalçın bu şiiri sevdiği takdirde aslında şairiyle aynı dünya görüşünde buluştuğunu anlamıyor mu? Ne diyor şiir: “Sana benim gözümle bakmayanın/Mezarını kazacağım./Seni selamlamadan uçan kuşun/Yuvasını bozacağım.” Siz bu denli insan ve doğa sevgisi yüklü! şiir gördünüz mü hiç? İhtimal Soner Yalçın da görmedi.
Bu dikkat çekici yazının başlığı da dikkat çekici: Unutulmaz Bayrak Şairinin Hazin Hikâyesi. Kimsenin özel hayatında gözümüz yok. Herkesin acısı kendine! Lakin gördüğümüz kadar Arif Nihat Bey’in çocukluğu dışında hayatı pek de hazin geçmiyor. Hatta politik sertliğine rağmen -malum kendileri hem kuşlara düşman hem de mezarcılığa sempatisi var- fena halde sakin bir hayattan söz edilebilir. Ne siyasî takibata uğruyor ne para sıkıntısı çekiyor. Bir dönem milletvekilliği yapıyor. İki kez evleniyor. Torun torba sahibi oluyor. Velhasıl Soner Yalçın, siyasi olarak anlaşamadığı şaire, hayat hikâyesinde bile kol kanat germeye devam ediyor.
Soner Yalçın, kendini solcu görüyor, okurlarına bunu dikte ediyor. Ama Arif Nihat Asya’nın sadist ve saldırgan şiirini bağrına basıyor. Fakat bir de bakıyoruz, Soner Yalçın, TİP Genel Başkanı Behice Hanım’la ilgili yazısında artık nasıl oluyorsa, kanı kaynayan bir militana dönüşüyor: “Behice Boran, 10 Ekim 1987’e Brüksel’de öldü. Vasiyeti gereği cenazesi Türkiye’ye getirildi. TBMM’de tören yapıldı. Zincirlikuyu’da toprağa verildi. Sanmayınız ki Behice Boran’ın uzun yürüyüşü sona erdi. Taksim’de dün, hayatını halkına adayan yüz binlerce yiğit Behice Boran vardı, görmediniz mi?” 2 Mayıs tarihli yazı, Taksimde, 32 yıl sonra,1 Mayıs’ı kutlayan eylemcilere içerden bir selamla bitiyor. O kadar içerden ki neredeyse Yalçın’ın TİP üyesi olduğunu düşünüyor okur. Bilmediği ise Soner Yalçın’ın dışarıdan olduğu…
Peki hangi Soner Yalçın? Bayrak şiirine methiyeler düzen mi? Behice Hanım’ın yoldaşlarına selam gönderen mi?
Sorunun cevabı, Yalçın’ın külliyatında mevcut. Külliyat, tutarlı bir siyasi duruşu gözler önüne seriyor. İnceltilmiş Faşizm, bu siyasi duruşun adıdır. Bu duruşun sacayağını; Irkçı milliyetçilik, muhafazakâr ulus-devletçilik ve sol entelijansiya ile rafine edilmiş burjuva elitizmi oluşturuyor. Tarihsel bakışını, devleti aklamak üzerine oturtuyor: Ulus-devletin kuruluşundaki bütün tarihsel arka planı sahiplenmek, halk karşıtı, otoriter siyasi elitizmi ilericilik adına onaylamak, milliyetçilik ile sol makyajlı devlet kapitalizmini Kemalizm potasında eriterek, ilgili ilgisiz türlü argümanla mevcut durumun teorisini yapmak ve bu suretle devleti ibra etmek.
Bakın Soner Yalçın, Kürt meselesine ilişkin ne diyor:
“Derebeylik düzeninin devam etmesini isteyen Şeyh Said İngiliz desteğini de arkasına alarak ayaklandı. Kürt olduğu için değil, gerici olduğu için ayaklandı. … Şeyh Sait gibi “devlet içinde devlet” olan Seyid Rıza da ayaklandı. Alevi olduğu için değil, gerici olduğu için ayaklandı. Diğer türlü düşünmek paradokstur: Bugün ya Kemalist Devrim’in safında olursunuz ya da Şeyh Said’lerin, Seyid Rıza’ların…
Bugün etnik-mistik aidiyetle Şeyh Said’lere, Seyid Rıza’lara kutsiyet vererek Kürtleri de, Alevileri de özgürleştiremezsiniz. Kimseyi kandırmayın. … Adına istediğiniz açılım adını verin. Ya da Anayasa, istediğiniz değişikliklerle kabul edilsin. … Ağaların, şeyhlerin elinden yoksul köylüleri kurtaracak, onları özgürleştirecek bir çözüm sunulmamaktadır. Bu ağalık rejimi Kürt kadınını da berdele mahkûm etmektedir. Kürt aydını bunu analiz edememektedir. Açılımı, değişimi “özgürlük” sanmaktadır. Çünkü, Kemalist Devrim’in niteliğini ve felsefesini anlamaktan uzaklaşmıştır… Oysa bugün, özgürlük, eşitlik ve kardeşliği kuracak tarihimizdeki yegâne proje 1920’lerin Kemalist Devrim projesidir. Bugün bunun dışındaki çözümler emperyalizm ile feodal beylerin işbirliği halinde sundukları gerici projeleridir. Teorisiz kafa karışıklığıyla, yanlış yapılan “özgürlük” tanımlarıyla, ancak feodal ortaçağ gericiliğinin kuklası olunur. Ne solcu kalınabilir ne de sanatçı olunabilir.”
Arif Nihat Asya’nın ırkçı şiirine hayranlık besleyen Soner Yalçın solculara ve Kürt aydınlarına nasıl da fırça atıyor değil mi? Şeyh Said ve Seyid Rıza’nın “aşiretleri” Kurtuluş Savaşı’na katılırken ilerici, ama Kürt olduklarını Kemalist rejime hatırlattıklarında gerici! İlkeli olmak böyle bir şey tabii! Ama Mustafa Kemal, Şeyh Said ayaklanmadan iki yıl önce bakın ne demiş: “…hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait sorun yaratmaları daima mümkündür. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmişlerdir. Yani onlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz.” Mustafa Kemal de bu ayrılıkçı (!) sözleriyle Soner Yalçın’a göre gerici sıfatını hak ediyor. Açık ki bu sözler, iki yıl içinde unutulduğu için, önce Amed sonra Dersim ayaklanıyor. Ne tuhaf ki Mustafa Kemal, 20 Ocak 1923 tarihli o mülakatta, Türkiye halkı içinde sayılmadıkları zaman, Kürtlerin mesele çıkarma hakkı olduğunu dahi söylüyor.
Soner Yalçın asimilasyonu savunuyor. Şeyh ya da ağaların da milli kimlik ve kültürlerine sahip çıkma hakları olduğunu unutuyor. Bu “feodal”lere pek de insan gözüyle bakmadığının kanıtı aslında. Bu zevat ve halkı, Ankara Meclisi’nde savaşın tarafı olurken her türlü hakkı, “hak” ediyor da varlığını Türk varlığına armağan etmediklerinde gerici ilan ediliyor. Demek kardeşlik ancak asimilasyonla mümkün. Yalçın, bununla da kalmıyor. Kemalist Devrim’in ilkelerini 1789’dan devşirirken araya, el çabukluğu marifet, eşitliği de sıkıştırıveriyor. Böylece Kemalizm, burjuva devriminin bile ötesine geçip hokus pokusla Ekim Devrimi’ne rakip oluyor. Tabii bütün bir tarih, Soner Bey kahvesini yudumlarken masa başında kolayca yazılıveriyor! Amaç Kürtlerin ne nankör, ne barbar bir halk olduğunu kanıtlamaksa üç beş yalanın, üstüne Mustafa Suphilerin hayatının lafı mı olur canım! Soner Yalçın kalenin boş, okurun sünger olduğuna emin, pervasızca yazıyor.
Anlıyoruz ki Soner Yalçın aslında iyi niyetli. Ağaların yoksul Kürt köylüsünü şeyhlerin elinden kurtaracak ve onları özgürleştirecek planlarını destekliyor. Kürt kadını için özgürlük istiyor mesela. Kemalizm’i bir “halâs” çaresi olarak gördüğünü söylüyor ama sanki dilinin altında başka bir şey var: Partiya Karkeren Kurdistan’ı ele alalım: Bu partinin hiçbir aşiretle genetik bağı yok. Hiçbir cemaat tarafından desteklenmediği gibi, bir mezhebe de sırtını dayamış değil. Öcalan dâhil bütün lider kadrosu yoksul köylü. Dağ kadrosunda, çok sayıda kadın var. Hareket laik bir yapı, üstelik tarihsel olarak Marksist! Yani eşitlikçi bir çizgiden geliyor. Bütün bu tespitler ışığında, acaba diyor insan, yoksa Soner Yalçın, yoksul Kürt köylüsüne yeni bir siyasi adres mi işaret ediyor? Yoksa bir örgüt propagandasıyla mı muhatap oluyoruz. Ben şahsen burada Kıymetli Savcılarımızı göreve çağırmayı kutsal vatan borcunun parçası addediyorum efendim. (Şaka olduğunun altını kırmızı kalemle çiziyorum. Neme lazım ciddiye alanlar çıkabilir. )
Şaka bir yana emperyalizmle işbirliği ile suçlanan Kürtler sanki emperyalizmin baş düşmanı bir ülkede yaşıyormuş gibi hâlâ suçlanmaya devam ediyor. Che Guevara, “657’ye tabi”ydi de biz mi farkına varamadık. Bir bilen lütfen açıklasın. Dinime sövenin Müslümanlıkla uzak yakın ilgisi yok ama sövmeye devam ediyor.
Ne ilginçtir, bir halkın dilini, kimliğini, Kemalist Devrim için feda edilecek bir ağırlık olarak gören Soner Yalçın, ana dili Kürtçe (Zaza Dili) olan Kılıçdaroğlu’nu Türkleştirirken ne kadar da rahat! Yazarın, “Kırmızı, Beyaz ve Mavi” diye bir derdi var mı şüpheli ama Kemalizm’in de böyle bir derdi olmadığı muhakkak! Bütün dert; Balkan tipi ulus devletin ihtiyaçlarına göre örgütlenmiş, ırk temelli, milliyetçi bir devleti korumak, kollamak! Özgürlük, halkın ihtiyacına değil seviyesine göre veriliyor, seviye tespiti yapan yine devlet. Eşitlik zaten bu topraklarda hiç olmadı. Kardeşlik ise aslında 1925 yılında, Diyarbakır meydanındaki elliye yakın dar ağacında can verdi. Yıl 2010, Soner Yalçın, kimlik hakkını, bu kadim halka hâlâ çok görmeye devam ediyor. Gerekçe ise dehşet verici: Serflerin özgürlük hakkı olmaz. Neyse ki kimse ona fikrini sormuyor?
Nasyonal Sosyalizmin Hassasiyet Merkezi: Yahudi “dönmeleri”
Türkiye’de Nasyonal Sosyalizmin geçmişi, yirmi yıl. Proje aşaması, ihtimal, Eylül Darbesi. Bir tür sol operasyonu olarak düşünülebilir. Ama iç dinamiklerle gelişen devlet merkezli bir operasyon. Bir şekilde sosyalizmle dirsek temasında bulunmuş ya da Marksist gelenekten gelen kişi ya da grupların devlet aklını temsil eder hale gelmeleri elbette zaman alan bir süreç. Perinçek ve Aydınlık Ekibi, Türk Nasyonal Sosyalizminin en tanıdık ismi. Eylül öncesinde, solun bütün kesimleriyle düşmanlığı ve devlete olan yakınlığı, bu süreci çok da “dert etmeden geçmelerine imkân vermiş olmalı. Tabii Aydınlıktan ayrılanları ayrı bir yere not etmek gerekiyor. Yalçın Küçük, TİP kökenli, inatçı üretken devrimci bir aydın olarak yıllarca sevildi sayıldı. Seksen sonrasının genç sosyalistleri onun kitapları üzerinden solla tanıştılar, heyecanlandılar. Yalçın Küçük, bugün nasyonal sosyalizmin temsilcisi… Bu o kadar öyle ki, Hrant’ın katillerinden Veli Küçük’e övgüler düzecek kadar aklını faşizme emanet bırakmış görünüyor. Ertuğrul Özkök ve Yılmaz Özdil nasyonal sosyalizmin iki önemli kalemi. Özkök’ün TİP geçmişi biliniyor. Yılmaz Özdil ise kendini solda görmekle birlikte Marksizm’le uzak yakın ilgisinin olmadığı yazılarındaki kavramsal boşluktan belli. Özellikle bu iki kalemin bakışında Elitizm belirleyici. Halk “bidon kafalı”dır. Derinlikten ve incelikten yoksundur. Yönetilmesi ve yönlendirilmesi gerekir. Toplumsal olaylar, bu kalemler için bir oyun gibidir -Kardak’taki provokatör- Yüzbaşı Volkan’ın gazeteci versiyonlarıdır. Yılmaz Özdil için, yaşlı bir adamı (Ahmet Türk) yumruklamak, demokratik bir haktır. Dolayısıyla sivil faşistleri linç etmeye davet eder. Mine G. Kırıkkanat, Fransa’dan Kürtleri yazar. Yavruladıklarını söyleyerek insan sıfatını haiz görmediğini beyan eder. Muadilleri gibi, ilericilik ile şahsına münhasır ırkçılık arasında köprü kurar.
Soner Yalçın, Aydınlık Dergisi’nden keşfedilerek Hürriyet’e transfer olmuş bir kalem. 2004 yılında çıkan ve olay yaratan “Efendi” serisi ile Türkiye Yahudilerini hedef tahtasına koyabildi -Kitapların nasıl bir cehalet üzerine inşa edildiğini anlamak için Hakan Erdem’in Tarihlenk kitabına bakılabilir- . Sabetayistler üzerinden Türkiye’nin son iki yüz yıllık tarihinde yağma, talan, vurgun, kırım, katliam, zulüm, milliyetçilik, cemaatçilik -artık aklınıza ne geliyorsa- ne varsa Yahudilerin üzerine yıkma temayülü Türk nasyonal sosyalizminin önemli özelliklerinden biridir. Başta Yalçın Küçük olmak üzere bu anlayışın temsilcileri, Ermeni Soykırımı’ndan tutun da Altı-Yedi Eylül Pogromu’na kadar bu toprakların bütün günahını bir avuç Yahudi “dönme”sine yıkmanın hesabı içinde, Türkiye tarihini sıfır noktasına çekiyor. Türk Milliyetçiliğinin kuruluş hakkını bile Yahudi “dönme”lere bıraktığınızda, -Türkeş’i Yahudi ilan ettiğinizde- milliyetçiliğinizin bütün günahlarından kurtulup beyaz bir sayfa açtığınızı düşünürsünüz. Yine milliyetçi kalarak! Ermeni Soykırımı’nın bir Yahudi projesi olduğunu söyleyip uygulamayı da Kürt aşiretlerine havale ederseniz elinizde sahiden, sütten çıkmış bir milli tarih kitabı kalmaz mı?
Bütün bu aklama projesi içinde, açığa çıkan gizli planlarıyla Yahudi dönmeler hedef haline mi gelmiş, kimin umurunda… Bu zihniyet için savaş çıkarmak, iç savaşı kışkırtmak, linç kampanyaları düzenlemek, darbecilere çanak tutmak, aydınları hedef göstermek rutin uygulamalardır.[3]
Türk Nasyonal Sosyalizminin fotoğrafı budur.
Panzehiri Sosyalizmdir.
Eleştirel demokratik, tüm yüceltme ve aşağılamalardan arınmış, sözün ve eylemin farkında Sosyalizm.
Merhametli Sosyalizm.
Vicdan ve merhameti, kişilerin inisiyatifine bırakmayan Sosyalizm.
29 Temmuz 2010 -20 Ekim 2021 İzmir 23.14
Dipnotlar:
[1] Ertuğrul Özkök’ün Hürriyet Yayın Yönetmenliği döneminde kendisiyle gazetesinde yapılan bir röportajdan…
[2] Ahmet Hakan’ın Özkök’e ilişkin saptaması…
[3] Tüm bu “kirli” kapaklı işler, high society’nin gustosu ile renklenir. Ekip içinde bu tarzın temsilcisi Ertuğrul Özkök’tür. En eski şarabı o içer, en güzel kentlerin en güzel kafelerinde, en sert viskiyi o yudumlar. En güzel kadınlarla o tanışır, dünyanın en ücra köşelerindeki lokantaları bilir, yemeklerini tadar, en eğlenceli faşinglere katılır. İçindeki “hergele”yi sever. “Fırlama” düzeyinde özgürlüğüne düşkündür. New York’a çat kapı gider. Paris, hayâllerinin başkentidir. Her ülkeden arkadaşları vardır. Ama tavizsiz milliyetçidir. Bir yazısı ile ortalığı ateşleyebilir. Sonra da vatan sağolsun der. Ama burun kılları hep yerli yerindedir. Hayatının son yirmi yılında otobüse binmemiştir. Yoksulluğu, gazetelerden okur. Hasta Siempre’yi dinlerken gözleri dolar. Küba şerefine kadeh kaldırır sonra asalak işçiler üzerine yazılar yazar. Ne yazarsa ekonomipolitik(!) bir sebebi vardır. İnsan olarak kendilerini, ırk olarak aidiyetlerini üstün görürler. Hayat tarzlarını korumak için her şeyi yapabilir. Savaş çıkarmak buna dâhildir.