Murat UTKUCU yazdı – Ara Güler’i savunmak için Gezi Eylemini bile harcayacak kadar gözü kara üslubun arka planında olan budur. Toplumu alt kimlikler -din, dinsel kıyafet, cemaat, aşiret, etnisite, cinsel kimlik vesaire- üzerinden yeniden biçimlendiren Postmodernizm.
Ara Güler…
Aram Güleryan…
Mıgırdıç Ara Dederyan…
Ölümünden sonra, hangi isminin gerçek olduğunu bilmemek, sevenleri için ne kadar talihsizlik ise ölen için bir o kadar trajiktir. Ama öleni, eyleminden sorumsuz ve siyaseten ehliyetsiz ilan etmek çok daha büyük bir trajedi! İkisinin de dayanak noktası, ülkenin dokusuna sirayet etmiş soykırım zihniyeti olunca siyasi eleştiri, yapan için etik dışı bir tavır, vicdana atılan neşter darbesi gibi durmakta. Ama değil! Siyaset ve eleştirisinden tarihin hiçbir öznesi münezzeh değil. Sadece aklî muvazenesi yerinde olmayanlar ile çocuklar! Çünkü özne, eyleminin mümeyyizidir. Mümeyyiz, sorumlu insan olmanın gerek şartı.
İki karşıt tez: Sevenler ve küskünler.
Mesleği muhabirlik olan fotoğraf sanatçısı Ara Güler, gerçek adıyla Mıgırdıç Ara Dederyan, 17 Ekim 2018 tarihinde, doksan yaşında öldü. O andan itibaren, ülkenin sol politik kamuoyunu çok da lazım gibi ikiye bölen büyük bir tartışma kopuverdi sosyal medyada. İlk grup, küskünler hareketiydi aslında: Bu ünlü fotoğraf sanatçısı, hayatının son döneminde AKP ve Erdoğan’a yakın duruş sergilemekle itham ediliyor, koyu bir istibdada yuvarlanan ülkede iktidarla arasındaki mesafeyi korumamakla eleştiriliyordu. Büyük sanatçıydı lakin ömrünün son deminde sanatçılığının siyaset sahnesindeki karşılığını ortaya koyamamış ve sınıfta kalmıştı. Sanatının hakkını veren bu grup, ustaya bu tavrı yakıştıramıyor ve küsme hakkını kullanıyordu. Karşı tezin argümanları ise güçlü ve vicdani idi: Bir Ermeni olarak ve tam da bunun için adını bile saklamak zorunda kalan birini, iktidara meydan okumaya davet etmek, katledilmiş bir halkın tarihini görmezden gelip bu tarihin gündelik hayattaki etkisini es geçmek değil miydi? Üstelik müteveffa, hayatının hiçbir döneminde ideolojik tutumunu ifşa etmemiş, aslında bir duruş da sergilememişti. O halde şimdi neden yargılanıyordu? Aslında bu hesap sormada, Ermeni kimliğine karşı, negatif bir tutum yok muydu? Daha mezarına konmamış bir insanı eleştirmek, yakınlarına saygısızlık, hatta sakillik, hatta vicdansızlık ve hatta barbarlık değil miydi? Kısaca Ara Güler eleştirisi, tarihin yükü, azınlık yalnızlığı ve ahlaki incelik bağlamında sorunlu daha da ötesi belki de gizli ırkçılıktı.
Bilgi toplumu, toplama bilgi toplumuna dönüştükçe, söz de eylem de anlamını yitirmekte. Sosyal zaman, hareket halindeki trenden dışarıya bakan yolcu misali, bir şeyleri görmemizi engelleyecek hızla akıp giderken, bilimsel ve derin olanla temas, mevcut sosyal ilişkiler ağında imkânsız gibi. Kanaat katalogları, tefekkürün yerini almış durumda ve bu nedenle tartışma kültürü kartopu savaşından farksız. Fikirlerin ağırlığı yok ve güneş çıktığında kartopları eriyip gidiyor. Bilimsel tutarlıktan yoksun tezler havada uçuşurken rasyonalizm son nefesini veriyor. Tıpkı Ara Güler tartışmasında olduğu gibi. Mesela siyasi bir mesele ile cenazenin sıcaklığı arasında ilişki kurup tartışanları ölü evine saygıya davet etmek herhalde sadece bu topraklara özgü bir kara mizah. Öte yandan ismini değiştirmek zorunda kalan, birini buradan vurmak da bir başka saçmalık.
Bu bağlamda Dederyan’a yönelik tepkiyi, izansız bir haksızlığa dönüştüren ırkçı paketleri bir yere toplayıp imha etmek gerekiyor. Bu ülkede devletin onay verdiği resmi kimliğin dışında bir başkasına sahip olmak, sadece devlet dairesinde değil sokakta çarşıda okulda da büyük sıkıntı demek. Kürt, Alevi Ermeni, Rum, Ateist, Ezidi, Süryani, Gay, Lezbiyen vb. Bu mühürsüz kimlikler arasında da bir hiyerarşi mevcut. Ve ilk sırada açık ara Ermenilik yer alıyor. Sonra Rumları yazmak gerekebilir. Alevilik ile Rum olmak çekişiyor olabilir belki. Kürtlük yakın çağın baş belası kimliği sistem için. Sıralama zaman içinde değişebiliyor. Yetmişli yıllarda Komünist kimlik, Milli Güvenlik için birincil mesele iken şimdi değil. Bu arada kombinasyonları da not edelim: Gay ve Ermeni; Kürt ve Ateist; Türk ve Lezbiyen ve Ateist; Ermeni ve Komünist olmak vesaire. Bir zamanlar dindarlık da bir öteki kategorisi idi. Ama her dönemde devlet dini hudutlarının dışına taşan dindarlığın. Bugün, dindarlığın devlet ile sorunu kalmadığı görülüyor.
Şimdi tekrar tartışmaya dönelim ve paketleriyle düşünenleri bir kenara bırakarak yola devam edelim.
Sadece Ermeni olduğu için o kişi hakkında konuşmamak ile tam da bu nedenle aynı kişiyi yerden yere vurmak arasında aslında bir fark bulunmuyor.
Peki bu tartışmanın arka planı ne? İktidara meşruiyet veren bir ilişki ağında olmakla eleştirilen ünlü fotoğrafçıya yönelik eleştirinin eleştirisi acaba neye dayanmakta?
Toplum siyasi bir organizasyon ise bu örgütlenmeye dâhil herkes siyasi bir öznedir. Baskı ya da tehdit altında olması, öznenin, bu durumu ortadan kaldırmaz. Bir ölünün de siyasi kimliği vardır. Hatta o kimlikle tarih yazmaya devam edebilir. -Çünkü tarih, yaşandıktan çok sonra da yapılmaya devam eden bir geniş zamandır.- Lakin kişi ölümüyle, siyasi özne olmaktan çıkar. Çünkü eylem gücü yoktur ve ne yapıp etmişse hayatında artık ondan ibarettir. Bu nedenle, “Yaşasaydı ne yapardı?” sualleri, eğlenceli akademik kurmacalar olsa da hem gerçekle ilişkisi yoktur hem de etik dışıdır. Çünkü asla yapamayacak ve tercihte bulunamayacak bir alana çağırmaktır kişiyi. Belki hayatta iken izlediği yol üzerinden fiction geleceğe yönelik ölçülü yorum yapılabilir. Ama hepsi bu! Bir ölü siyaseten ehliyetsizdir. Ve ancak bir ölü siyaseten ehliyetsizdir. İnsan hayatından ve eyleminden sorumludur çünkü. Her ahval ve şartta! Tamam. Ahval ve şartlar da eyleme mührünü vurur. Hayatta kalma mücadelesinin şiddet ve seviyesi, eylemin şeklini de içeriğini de belirler. Ama insan zoonpolitikon! Siyasetin içine doğuyor ve eyleminden sorumlu. Eylemsizlik de buna dâhil.
Ara Güler, fakirlerin, sıradanın ve sokağın fotoğrafını çekti. Meşhurların fotoğraflarından çok bu çektikleri ile sevildi kıymetlendi. Ona kıymet veren, bir öteki olarak Ermeni kimliği değil, buydu. Uzun ömründe; tarzıyla, söylemiyle “sokak serserisi” izlenimi verse de ait olduğu sınıf, bir sokak serserisi gibi yaşamadığının kanıtıydı. Yine de bir sanatçı olarak zanaatkârdı: Ürettiği değerin insanı yani. Ve kamuoyu denen şeye hiç solcu olduğunu da beyan etmedi. En alttakilerin fotoğraflarını çekti, evet, ama fakirler iyi fotoğraf veriyorlardı belki de. Rahat bir hayattı onunkisi. Puştlar nedeniyle adını Türkçeleştirmek zorunda kalsa da devletin hedef kadrajına girmedi hiç.
Mevcut iktidarın son on yılı, istibdadın adım adım kurumsallaştığı muhaliflere yönelik şiddetin yaygın ve olağan hale geldiği bir dönem. Şiddetin ruhu sokağı sarmaladıkça iktidar; seküler, sol kimlik mensupları dahil her türden popüler sanatçı ile kültürel hegemonya kurmaya girişti. İki binli yıllarda buna pek ihtiyaç duymuyordu çünkü. Liberal siyaset bu desteği fazlasıyla sunuyor ve peşinden İslamcılıkla ilgisiz geniş bir sanatçı kitlesini peşine takıyordu. Ama bugün durum farklı. Tek adam rejiminin inşa sürecinde, tüm o kitle desteği ve devletin devasa baskı mekanizmasına rağmen, meşruiyet sorunu olduğunu düşünen iktidar, -artık eline kim geçer, kimi ağına düşürür ya da kim bu ağa düşmek için can atarsa-, bu topluluğu kullanıyor. Sabah gazetesinde art arda yayımlanan röportajlara bakın. Çoğu seküler, sol dünyanın ruhunu temsil ettiği için sayfalara çekilen etiket sahibi insanlara yani. Ahmet Ümit, MFÖ, Bülent Ortaçgil, Yeni Türkü vesaire. İlk ve sondaki hariç ortadaki ikisinin sol ile teması yok ama temsil ettiği kültür, iktidarın dışında bir yerde duruyor. Herkes de böyle düşündüğü için mülakat şaşırtıyor ve hedefi on ikiden vuruyor. Ahmet Ümit’in röportajına bakın. Ülkesini yurtdışında asla eleştirmeyeceğini haykıran yazar, iktidar lehine milliyetçileşirken muhalif duruş için sınırın burası ile orası diye bir ayrım olmaması gerektiğini nasıl da unutuyor değil mi? Böylece diğer kamptan bir kalem etkisiz hale getirilmiş oluyor. Sahi neden böyle yapıyor Ahmet Ümit? Aynı gazetenin bir başka sayfasındaki, yazarın filmleştirilen kitabına ilişkin methiyeli haber açıklayıcı olacak ilgilenenler için. Çünkü bu röportaj, iktidarın PR çalışması ise yazar için bilançosunda bir kalem. Rejim klasik metoda başvuruyor: Havuç ve sopa! Direnenlere sopa, biat edenlere ise havuç. Seçim serbest! Sistem, tiyatro sanatçısı, çevirmen birinci sınıf entelektüel Füsun Demirel’e sahneyi yasaklarken Ahmet Ümit’e sayfalarını açıyor. Çünkü Ahmet Ümit nasıl konuşacağını biliyor. Tıpkı Ara Güler’in ne çekeceğini bildiği gibi. Devletin sopası biliniyor Tercih ise havuç oluyor.
Ara Dederyan, sistem muhalifi hiç olmadı evet. Ama neyi ne zaman çekeceği konusunda yeterince tecrübeli olduğu görülüyor. Gezi Başkaldırısı’nın çözüldüğü günlerde, ekâbirin iftar sofrasını isyanın kalbi Taksim’de kurarak gövde gösterisi yapan İktidara, o harcıalem fotoğrafıyla destek sunan da aynı isimdi. Sahiden berbat bir fotoğraftı ya kimse de sanat beklemiyordu ondan. Önemli olan Ara Güler üzerinden verilen mesajdı. Özgürlükçü bir gençlik eylemi olarak tarihe geçen isyanın yenildiğini bildiren fotoğraf Ara Güler tarafından çekiliyor ve iktidar, meşruiyetini o yaşlı fotoğrafçının deklanşöre basan parmağından alıyordu. Hükümet için her şey plan dâhilindeydi. Peki, ne arıyordu yaşlı adam orada? Olmak zorunda mıydı? Bir foto muhabiri olarak değil de devlet gereği bulunduğunu bilecek kadar gazeteci tecrübesi yok muydu? Yaptığının gazetecilik olmadığını bilecek kadar! Biliyordu. Oradaydı. Çünkü parmağı ile iktidar arasındaki ilişki ona güç veriyordu! İktidar ile temas tehlikeli ve kirleten bir şeydi ama.
Şimdi can alıcı soruya geçelim: Ahmet Ümit’i hatta, Orhan Gencebay’ı eleştirirken, Dederyan’ı, bir öteki, bir Ermeni olduğu için tenkitten münezzeh ilan etmenin anlamı nedir?
Anlamı şudur: Bir özneyi siyaseten ehliyetsiz ilan etmek! Yani o bireyi, yurttaş olmaktan çıkarıp toplum dışı ilan etmek. Tıpkı “öteki”ne düşman olanların yaptığı gibi. Burada atlanan nokta ise şu: Siyaseten sorumsuz biri, ahlaken de sorumlu tutulamaz davranışından. Böyle bir konumdaki özneyi “eleştirmek” mümkün değildir ama aynı kişiyi artık takdir etmek de! Kızma hakkınızın alındığı bir kişiyi sevmek, tercih olabilir mi artık?
Azınlık mensubu birinin, diğer muhaliflere göre açık hedef olduğu vakıa. Can güvenliğinden emin olmayan bir insanı, tutumundan dolayı yargılayamazsınız. Ama her tutum da hayati olmak zorunda değil. Knut Hamsun, Norveç’in büyük yazarı, Nazilerle işbirliği yapmasaydı da hayatını idame ettirecekti. Onunki berbat bir tercihti. Hamsun’un Nazi sempatizanlığına karşı Carmina Burana’sı Hitler’ce ayakta alkışlanan Carl Orff daha masum duruyor. Beyaz Gül örgütünden arkadaşının hayatı için kılını kıpırdatmayan Orff, aynı Nazi karşıtı örgütü savaş sonrası kendisi için referans göstermekten çekinmeyecekti. Hayatta kalma güdüsü insana mahcup düşeceği çok şeyi yaptırıyor. Can acıtıyor. Tamam, Ara Güler ne Hamsun ne de Orff. Ama son yıllarda iktidardan zerre esirgemediği ideolojik desteği de can sıkıcı. İsmet Özel, Türkçe’nin büyük şairi. Sol gelenekten geliyor. Zaman içinde dünyaya bakışı değişti. Geçmişin sol ütopisti, Sivas Katliamı sonrasında “Sivas Semalarında Sırp Tayyareleri” diyecek kadar acımasız bir dünyaya kapılandı. “Müslümanlar terörist olmalı” diyecek kadar ayarını kaçırdı. İnsanların fikirleri değişebilir ama onunki bir vicdansızlık tercihiydi. Her şeye rağmen İsmet Özel’in şiirleri o ütopist geçmişiyle birlikte değerlidir. Sanatının üstü çizilemez. Lakin hayat da bir bütün ve son nefese kadar yaptıklarınız sizi bağlıyor işte.
Ara Güler Dederyan’a sunulan desteğin bir çok sebebi var. Birincisi, değerli üretkenliği: Fotoğrafları ile bir dönemin ve bir şehrin arşivini yaratmış. İyi fotoğrafçı, iyi bir an yakalayıcı. Çünkü hep işiyle ilgili. İkincisi şahsına münhasırlığı. Küfürbaz, lafını, sözünü esirgemeyen sokaktan gelip hep orada kalan orijinal bir adam. Üçüncüsü bir Ermeni. Azınlıkların belki de en azınlık olanından ve uzun hayatında maça yenik başladığı halde son nefesinden çok önce kupayı havaya kaldırmayı becermiş. Zoru becermiş yani. Bu üç sebep de önemli. Zamanın içinden geliyor. Ama bir sebep daha var ki eleştiriye izin vermeyenlerin zihnini yönlendiriyor onlar farkına varmadan: Postmodernizm.
Ara Güler’i savunmak için Gezi Eylemini bile harcayacak kadar gözü kara üslubun arka planında olan budur. Toplumu alt kimlikler -din, dinsel kıyafet, cemaat, aşiret, etnisite, cinsel kimlik vesaire- üzerinden yeniden biçimlendiren Postmodernizm, büyük anlatıları değersizleştirirken bu anlatılara dâhil mücadele-direniş-muhalefet ruhunun içini de boşaltacaktı. Liberal dalga üzerinde yükselen bu ince ideoloji; Kapitalizmi, hikmetinden sual olunmaz ilahi bir program olarak ele alıp görünmez kılarak bireyselliği yükseltirken bireyin sadece kendisi için mücadelesini öne çıkartmakla yetinecek hatta buna onu zorlayacaktı. Bugün herkesin kendi bencilliği için militan kesilirken ortak haklar için kılını kıpırdatmadığı model bu ideolojik saldırının sonucu inşa edilecekti. Ara Güler, hayatı emeği ve sanatıyla tartışmasız toplumsal değer. Ama bu durum onu eleştiriden ari kılmaz. İşte tam da bunu yapan anlayışın arka planında bu ideolojik motif saklı: Yani direniş ve siyasi itirazın değersizleşmesi. Açık baskı koşullarında rejimle araya mesafe koyma çabasının küçümsenmesi ve koymayanlara yönelik eleştirinin bir haksızlık olarak etiketlenmesi. Oysa ki Ara Güler gibi naif bir hayatı olan Sinoplu Diyojen’i tarihin ötesinden bugünlere taşıyan bir fıçıda yaşaması değil İskender’e “eyvallah” etmemesiydi. Ara Güler’den Diyojen tavrı beklemiyordu kimse ama bu denli iktidarla hemhal olmak da tarihe not düşülecekti. Usta’nın bunu biliyor olması gerekti. Anlaşılan o ki umursamamıştı.