Murat UTKUCU yazdı – Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul”, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Hüküm Gecesi”, Nahid Sırrı Örik’in “Abdülhamid Düşerken” adlı romanlarının eşliğinde Osmanlı imparatorluğu’nun son dönemleri ele alıyor Murat Utkucu.
Osmanlı sokaklarında edebiyat ile yürümek
İmparatorluğun son nefesini yazan üç roman(1)
Üç İstanbul – Hüküm gecesi – Abdulhamid düşerken
İcat edilen tarihe nasıl tanıklık edilir?
“Gel bakalım hocam, gel bakalım!”
Bunu söyleyen Talât Bey’di. Tıknaz ve ağır adam çok karışık ve belirsiz bir selâm vererek yaklaştı. Arkaya doğru itilmiş fesinin büsbütün açık bıraktığı alnının ortasında eski bir kurşun yarasını andırır bir küçük çukur vardır. Bu, Merkezi Umumi’nin derin ve Esralı nazariyecisi Ziya Gökalp idi”(2)
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılı, hasta adam profili verse de hastanın iyileşmesi, en azından hayatta kalabilmesi için neredeyse çırpınarak mücadele verilen bir dönemi anlatır. Öyle bir dönem ki an be an çürüyerek çözülen ve çözüldükçe küçülen devlet, bu çöküşten kurtulabilmek için bazen dış baskının zorlamasıyla, bazen bu baskıyı saf dışı edebilecek siyasi yapıyı kurmak için inanılmaz reformlara imza atar: Tanzimat ve Islahat Fermanları, ordu ve sivil bürokratik teşkilat yapısının yenilenmesi; Münevver ve teknokrat yetiştirecek okulların sıfırdan inşası ve bunun için sayısız kanun ve nizamnamenin yürürlüğe konması vesaire. İmparatorluğun en uzun yüzyılı(3) bir çırpınışlar silsilesidir. Bir mucizeyi gerçekleştirmek için Müslim ve Gayrimüslim herkesin kafa kafaya verip ne yapmalı sorusuna cevap aradığı bir çağ. Devasa bir coğrafyaya yayılmış çok dinli ve milletli devleti yaşatabilmek için akla gelebilecek her fikrin tartışmaya açıldığı bir çağ.
Bu can havli psikolojisi, imparatorlukta mevcut entelektüel seviyeyi öyle bir sıçratacaktı ki mesela 1675-1775 arası, Osmanlı fikriyatında herhalde hiç fark yokken 1895 yılının fikir dünyası, mesela elli yıl öncesinden mukayeseye gelmez bir yarılma ile ayrılacaktı. 1876’da ilan edilen Kanuni Esasi’yi, içindeki bir maddeyi bahane ederek rafa kaldıran ve İngiliz Sait Paşa’nın yazdığına göre son anda anayasaya eklediği sürgün yetkisi ile yaklaşık otuz yıl ülkeyi mutlak bir otoriteyle yöneten II. Abdülhamid’in devrinde, en popüler slogan, ülkedeki siyasi atmosferin seviye ve niteliği hakkında fikir veriyor: Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet. Ve ne tuhaftır, Kanuni Esasi’nin kabul edildiği tarihten tam 142 yıl sonra, Mülkiye’nin mezunlar cemiyeti seçimlerinde de aynı slogan, fakültenin Aziz Köklü Anfisi’nde yankılanıyordu. Tarihsel süreklilik herhalde bu olsa gerek. Bilmeyenler için okulun kuruluş yılını not düşelim: 1859.
Geçmişi kesip biçerek kurgulamak da tarih yazımına dair. Zaten tarih, yapıldıktan sonra icat edilen bir olaylar silsilesi. Yine de Modernizm ile birlikte bu süreç kurumsal bir sanat haline geliyor: Türk Tarih Kurumu böyle mesela. Mesela, Ziya Gökalp gibi yazdığı üç beş sayfalık broşürle muharrir; eklektik birkaç fikir eskiziyle filozof sıfatına layık görülen, “derin ve esrarlı” intiba uyandırmaktan öte başkaca değerli bir vasfı bilinmeyen bu içine kapanık sessiz adamın, imparatorluk bakiyesi bir devlete Kurucu İdeolog sıfatıyla atanması da kurumsal faaliyetin parçası! Tarih, yapıldıktan sonra tekrar tekrar kurulan bir icat. Geçmişin icadı siyasidir ve sonsuza kadar sürer. Farklı yöntemlerle ama mutlaka. Mesela “bütün” alınır, legolarına ayrılır. Sonra amaç her neyse hasıl etmek için,olmayan parçalar da ilave edilerek tekrar birleştirilir. Yeni kurulan şey için mevcutta eksiltmeye gidilebilir. Bir tür dört işlem. Bu nedenle icat sırasında en çok kes-yapıştır-sil fonksiyonu çalıştırılır Word dosyasında. Fazla’yı silmek, kalanı dizmek, ortaya çıkan boşlukları doldurmak: Senaryoya uygun olarak.
Türkiye’de bu geçmiş yazım programı, o kadar sık kullanılır ki ortalama üniversite mezununun Yakın Osmanlı Dönemi’ne dair bilgisi içler acısıdır. Sorsanız konuya dair ne de çok fikri ve bilgisi vardır. Öyle sanır. Konuşmaya başlasın. Bir cümle sonrası boşluktur. İki kelimelik bilgisine iman eder. Lakin bir karşı tezde çürüyüp gidecek o iki kelimeyi savunması dahî kültürel birikim ister ve teçhizatı yoktur. Milli Eğitim bu durumdan şikâyetçi midir peki? Ülkenin siyasi lideri, Abdülhamit’in idam edildiğini söylediğinde, doğrusunu bilmeyecek kadar cahil bir okumuş çoğunluk belki de amaçlanandı. Başarılmıştır. Uğruna öleceğini beyan edip de o şahsiyetin daha nasıl öldüğünü bilmeyen bir çoğunluk.
İslam cahiliyesinden Osmanlı taş devrine
İslam İdeolojisi, medeniyeti kendisiyle başlatır. Tebliğden bir dakika öncesi, ne hikmetse, herkes cahildir. Malum, Cahiliye Devri’nden söz ediyoruz. Oysa yaşarken cennet müjdelenen Ashab-ı Kiram, bu nedenle istisnasız cahiller topluluğuydu. Bu tespiti yapan İslam’ın kendisi! Tarihi kurarken kilometre sıfırlamak, eskinin yerine getirilene değer katmanın en kolay ve ucuz yolu. Lakin sosyokültürel yapının es vermeden süregiden bir şey olduğunu da ilga eden bir yol. Yeni İslam, Cahiliye olarak aşağıladığı eskinin nesini almadı acaba? Kâbe, Mekkeli paganların tapınağı değil miydi? Hac, kurban, ticari ilişkiler, aşiretler arası siyaset verili sistem olarak devam etmedi mi? Cahiliye döneminde uygulanıp da İslam’a taşınan kurum yok mu? Kölelik? Kuran ayetlerinin kaçı eski sistemi ilga ediyordu acaba?
Cumhuriyetin resmi ideolojisi de Osmanlı’nın neredeyse üç yüz yılını silerek İmparatorluğu, XV. Asrın arkaik monoblok fikrî dünyasına bağlamakta beis görmeyecekti. Tam da İslam’ın Kurucu aktörleri gibi Cumhuriyet Kurucuları da kimliklerini Osmanlı döneminin siyasal iklimine borçluydular oysa. Bu iklimi silmek, tarihsel devamlılığı kırıyor, öte yandan kurucu kadroları ve onlar içinden birini tarihi yoktan var eden bir şahsiyet haline getiriyordu. Dönemin ruhuna uygun bir tutum. Ve nasıl bir paradoks ki yok sayılan o eski rejimden bazı alanlarda daha arkaik siyasal pozisyon! Oysa medeniyeti bizzat temsil etme iddiasında bir rejim kuruluyordu.
XIX. Asrın sonuna doğru payitaht ve Selanik’te muhaliflerin bayraklarına yazılı slogan şuydu: Yaşasın Hürriyet! O hürriyetten kimin ne anladığı muğlak olsa da durum bu idi. Cumhuriyet Dönemine baktığımızda ise ders kitapları çok başka bir resim sunmaktaydı: Monarktan başka ne bir siyasi odak ne de fikir vardır. İmparatorluk padişah ve kullardan ibaret bir siyasal sistemdir. Bu planlı cehalet içinde 1908 Burjuva Devriminin Osmanlı ve Ortadoğu için ne anlama geldiğinden, o günlerde İstanbul’un,“1789 Paris’i”, ya da “1917 Sen Petersburg’uyla aynı kaderi yaşadığından bihaber kuşaklar yetiştirildi. Cumhuriyetin ilk döneminde halâ Osmanlı’nın siyasi panoramasından haberdar ve onun mütemmim cüzü entelektüeller vardı. Bu kesimin ve hatıralarının devre dışı kalması için Ellili yılların sonlarını beklemek gerekecekti.
Şu ünlü 23 Nisan şiirine bir bakalım. “Sanki her tarafta var bir düğün / Çünkü en şerefli en mutlu gün / İşte bugün bir meclis kuruldu /Sonra hemen padişah kovuldu./ Bugün yirmi üç Nisan /Hep neşeyle doluyor insan!” 1920 doğumlu Saip Egüz tarafından bestelenen bu çocuk şarkısına göre Meşrutiyet diye bir dönem yaşanmadığı gibi halk seçim ve meclisle 1876 yılında değil ancak 1920’de tanışacaktır. Zaten bu kurum ve kavramlardan bihaberdir. Aynı şekilde Osmanlı’da neredeyse bir Allah’ın kulu okuma yazma bilmez. Ne kitap basılır ne de okunur koca coğrafyada. Oysa Komünist Manifesto da Darwin de Liberalizm de kendine yer bulacaktır Osmanlıca metinlerde hatta o dehşet çöküş yıllarında.
Milli Maarif tezgâhından geçen çocukların gerçekle teması burada kesiliyordu işte. Tek adam kültünün bilimsel objektivizme tahammülsüz kudretini biraz da bu eğitimde aramak gerekebilir. Enteresandır, ülkedeki popülist İslami muhalefetin icadı tarih de, Resmi İdeoloji’nin kurduğu hikayenin sağlamasını yapmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Monarşist Osmanlı Sistemini yüceltiyordu İslamcı Akımlar. Resmi Tarih de eski rejimin bundan ibaret olduğunu söylüyordu. Medrese eğitiminin faydasından dem vuruyorlardı. Cumhuriyet Rejimi de yıktığının bu olduğunu söylüyordu. İslami muhalefet olması gerekenin bu monarşist geçmişe dönmek olduğunu vaz’ediyordu. Abdülhamit’i, mutaassıp bir dindar olarak pazarlarken de yeni rejimle aynı yerde buluşuyorlardı. Oysa alkol içen opera seven, polisiye okumaktan zevk alan, şarap fabrikası açan bir padişahtı Abdülhamit. Ama bu monark tipi iki ideoloji için de gerçek haliyle anlatılmaya uygun değildi. Osmanlı’yı, Kemalizm ve Sünni İslamcılık, aynı vulgar bakışla kurguluyor; hem gerçek dışı bir senaryo yazıyor hem de modern tarihe bağlanma çabasını yok sayıyordu bu kadim devletin. Oysa ki İmparatorluğun can çekiştiği dönem ne ironi ki, fikriyatın en canlı olduğu yıllardı. Farklı merkezlerde her tür düşünce olabildiğince kendini ifade etmeye çalışıyordu. Osmanlı’nın yıkılış dönemindeki bu canlılığın uzun vadeli bir Rönesans projesi olmadığını biliyoruz elbette. Lakin meclisli meşruti demokrasili, neşriyatlı bir rejimden söz ediyoruz: Hükümet darbeleri, siyasi cinayetler ve milleti hakime dışındaki halkların gelecekleri hakkında ne yapacaklarını kara kara düşündükleri bir dönem; Osmanlı yıkılmasın diye İstanbul ve Selanik’teki Müslüman Türk entelijansiyanın da kara kara düşündüğü bir dönem. Bu süreçte yaşanan burjuva devrimi, monarkın alaşağı edilmesi, imparatorluk çapında seçimler…
Hüküm Gecesi, yaşanılanı şu şekilde anlatır: “Bugünün ertesi, Sadayı Millet gazetesinin ilk sayısı İstanbul’un durgun ve sessiz havası içinde bir bomba gibi patladı. O sıralarda, her yeni muhalif gazetenin çıkışı halk arasında Meşrutiyetin ilanı gibi bir tesir yaratıyordu ve bu çeşit gazetelerin her biri, kendi ehemmiyetine göre hükümetin ve devletin üstünde bir hüküm ve nüfuz kazanıyordu. Bu halin ağırlığını pek iyi sezen İttihatçılar ise, herhangi bir ilin kendi aleyhlerine silahlı ayaklanmasından ziyade, muhalefet basınının bu geçici kalkınışlarından ürküyordu.”(4)
Sultan Hamid Düşerken’de ise imparatorluğun yönetici sınıfından Vezir Mehmet Şehabettin Paşa ve çevresinin gözüyle olaylar nakledilecektir: “Gazetelere her sabah daha çok zaman ayrılması icap edecek demekti. Çünkü bunların artık her sabah sayıları artıyordu. Yevmî Serveti fünun’u Tanin, Tanin’i de başkaları takip edivermişti. Ve paşa her gün bunları yüreği çarpa çarpa başkalarına yapılmaya başlanan hakaretlerinden bir gün kendisine de mutlaka bir pay çıkacağını düşüne düşüne okuyordu.” Halktan galeyan geçmemiş, azalmamış, bilakis artmıştı. 10 Temmuz gecesi Vükela Meclisi’nde Şûra-yı Devlet reisi Hasan Fehmi Paşa tarafından padişahın Kanun-i Esasi’yi iade ettiğinin bildirilmesi üzerine izhar edilen, izhar edilince de öteki paşaların hayret ve endişelerini davet etmiş olan temenni ve istek, yani aff-ı umumi talebi gazetelere düşmüş oradan kaldırıma inerek onbinlerce insan tarafından sokaklarda haykırılmış ve şehrin asayişini korumakla mükellef Zaptiye Nazırıyla icabında ona yardım edecek Harbiye Nazırı’nın gösterdikleri acz neticesinde bu aff-ı umumi İstanbul Hapishanesi’ni dolduran adi mücrimlere de teşmil edilmiş, birkaç gün önce işlenmiş cinayetlerin hesabını verecek kanlı katillere kadar bütün suçlular şehre dökülmüştü(5)
Nahid Sırrı Örik’in satırları bizi Bastille Kalesi’ne ve Fransız Devrimi’nin kritik günlerine götürür. 1789’da yaşananlar, kendi tarihsel koşullarında İstanbul’un o sıcak temmuz ayında tekrarlanmaktadır. “Onbinlerce insan,” despotik İslamcı iktidar jargonuyla “çapulcu” değil siyasi hedefleri olan nümayişçiydiler. O günlerde bir limon sandığı bulan üzerine çıkıp çevresinde toplananlara siyasi nutuk çekiyordu. İnsanlar limon sandığı üzerine çıkıp konuşma yapacak birilerini arıyorlardı çünkü. Siyasi bilinç, başka zamanda rastlanmayacak şekilde zirvede olur böyle günlerde çünkü.
İşte tüm bu canlı ve kaotik süreç bir tarih politikası uyarınca unutturuldu. Akademik alanın branş çalışmasına indirgendi. Döneme karşı ilgisizliğin bilgisizliği, zaman içinde bilgisizliğin ilgisizliğine dönüştü. Sonuçları unutkanlığın ötesindeydi. Bir başka ülkede, II. Meşrutiyet gibi bir devrimin yüzüncü yıldönümünde yer yerinden oynardı. Oysa 2008 yılının Temmuzunda Akademi dünyası ne kadar da sakindi.
Tarih icat etmek zor değil. Farklı yollardan bugünü geçmişe bağlar, bağlarken de koordinatlarla oynar ve geçmişi yeniden yaratırsınız. Mesela öyle bir anlatı kurarsınız ki, yeni düzen öncesi hiçlik vardır! Bir tür gaz ve toz bulutu yani. Ancien Regime’i böyle değersizleştirirken yeni rejimin kurucu kadrolarına süslü esvaplar giydirir ve o hiçlik dönemine eklersiniz. Bunun için 1915 Çanakkale’sinde bir Kurmay Albay’ın savaşın kaderini nasıl değiştirdiğine dair menkıbeler üretmekle kalmaz otuz yıllık müstebidi -II. Abdülhamit-tahtından eden böylesi mükellef bir yemeğe, üstelik farklı siyasi hareketlerin kitlesel olarak katıldığı böylesine kritik bir sürece de aperatif muamelesi yaparsınız. Ama bu tarihi yeniden yazarken, bir işe daha el atarsınız. Aynı dönemin tarih yazma kapasitesine sahip elitinin de üzerini çizersiniz. Geçmişin yeniden üretimi büyük bir operasyondur. Sadece yazmak değil unutturmak görevini de ifa eden bir operasyon.
Edebiyat ile Resmi Tarih’in arkasından dolanmak!
Yalçın Küçük, yıllar önce Bilim ve Edebiyat kitabında, Türkiye’de Solun, tarih ve sosyalizmi, romanlardan öğrenmek gibi bir sorunu olduğunu yazmıştı. Mesela Tekelci Kapitalizmi Demir Ökçe’den, Yakın tarihi de Kemal Tahir’in kitaplarından hatmetmek! Küçük, vulgarize edilmiş bilgi hususunda haklıdır. Hakikisi orada dururken mama kıvamına getirilmiş kurmaca bilgiyi yutmak saçma. Ancak, tarih olduğunu iddia eden bilgiyi sınamak için edebiyat kullanışlı bir araç olabilir. En azından karşılaştırmalı okuma yapmak için. Hele, yazarının çağına tanıklık ettiği edebi metinler tarih için müthiş bir kaynak niteliğinde. Tıpkı seyahatname ve hatırat gibi. Romanın mesajından öte, yarattığı atmosfer – karakterler, insan ilişkileri, dönemin dili, kültürü ve sınıfsal yapısından mütevellit gündelik hayat- o kadar değerlidir ki yazarın niyeti ne olursa olsun tarih o edebi eserde canlanır. Anlatı, belge niteliği kazanır. O yüzden Royalist Balzac’ın inşa ettiği roman dili, aksine Cumhuriyet fikrini savunacaktır. Gözlem yeteneği muhteşem bir gözün olduğu gibi ortaya serdiği hakikat, o göz tarafından bile manipüle edilemez çünkü.. Neyse ki Balzac gibi kalemlerin var olduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Yakup Kadri, 1927’de yayımlanan Hüküm Gecesi adlı romanında Ziya Gökalp’i, derin ve esrarlı teorisyen olarak tanımlarken, aslında ironi yapmıyordu. Lakin zamanın entelektüel kapasitesi buydu. Ancak bu kadar teoriye yeten bir kapasite. Bu durum tespitinin amacı küçümsemek de değil. Ama vakıa budur. Sonraki bölümlerde, Gazeteci Ahmet Kerim’i ipten alacak Gökalp yeni rejimin de ideoloğu olmak hasebiyle özel bir yere konulmaktadır. Kitap, İttihat Terakki’ye karşı eşkıyaya duyulan saygıya benzer dikkatli bir dil kullanır. Bazen yere çalar bazen yüceltir. Milliyetçilik ise kitapta bir türlü becerilemeyen propaganda çalışması olarak mütemadiyen sırıtır durur satırlarda. Neyse ki roman İkinci Meşrutiyet dönemine; basın, gazeteciler, siyasetçiler, hasımlar, kamplar ve komitacılar üzerinden Resmi tarihin göstermediği geçmişe ayna tutar. Sokaktaki insanı; duygusu fikri beklentisi, hayalleriyle olduğu gibi inşa eder. İnkılap Tarihi derslerinde yer almayan bir dönemle karşılaşırız bu satırlarda. Yakup Kadri herhalde bu romanı ellili yıllarda bu şekilde yazamazdı. Ama 1927 yılında, henüz resmi ideoloji, tarih üzerinde keskin bir tahakküm kurmamış daha. Ortada Resmi İdeoloji bile yok. Tam bu vakit işte, yazar geçmişle gelecek arasında bir konakta dururken kalemi eline alıp içinden geldiği gibi özgürce yazıyor. Geçmiş, henüz dün kadar yakın. Hatıralar taze. Bizzat içinden çıkılan ve yapılan tarih.
Türkiye Cumhuriyeti resmen 1923’te kuruluyor. İdeolojik kuruluşu ise yirmi yıl daha sürecek. İlk Mustafa Kemal heykeli, Sarayburnu’nda 1926’da açılacaktır. Taksim Anıtı’nın 1928’de yerine konulmasından birkaç yıl sonra Kemalist oklar hazır hale gelecek; Kadro dergisi ile devletçi iktisat programı Resmi İdeoloji’ye eklenecektir. Sovyet dostluğuna rağmen Komünistlerin hedef tahtasına oturtulması; Takrir-i Sükun sonrasında 1940’a kadar neredeyse her yıl ayaklanacak Kürtlerin kayıtlardan silinmesi, Osmanlı yakın geçmişinin orijinalinden farklı reprodüksiyonu; Almanya’da kutlanan Çanakkale Savaşı’nın gerçekte Türk Zaferi olduğunun anlaşılması; nihayetinde ulusal kültürün dil ve tarih üzerinden inşası ve tüm bunlara eşlik eden inkılaplar neticesinde Kemalizm figürü, 1940’larda artık şekillenmiş olacaktı. İşte bu nedenle Yakup Kadri, henüz hırpalanmamış bir Osmanlı Entelektüeli olarak kalemini kullanabildi.
Büyük yazarlar, büyük romanlar, sokaklardan çıkan tarih
İki Şehrin Hikâyesi neden değerlidir? Fransız Devrimi’nde uygulanan ölçüsüz şiddetin sebebini Dickens, sıradan ilişkilere yedirerek o kadar iyi anlatır ki ölçüyü kaçıranların, vaktinde ne kadar korkunç haksızlıklara uğradığını görüp bu öfkelilere empati yaparken gönül bağı kurduğumuz devrimin gerçekte bir festival ve adalet şenliği olmadığını da acıyla idrak ederiz.
Tıpkı Hemingway’in muhteşem eseri Çanlar Kimin İçin Çalıyor’da kralcı sivil faşistlerin linç edildiği o sahneyi kanımız donarak okurken hissettiklerimiz gibi.
Elimizde Osmanlı’nın son çeyreğine dair üç roman var ve özellikle ilkinin, Dickens’in bu başyapıtından kapsam, içerik ve biricik olması nedeniyle daha değerli olduğunu söylersek abartmış olur muyuz acaba? Üç İstanbul, Sultan Hamid Düşerken ve Hüküm Gecesi romanlarından söz ediyoruz.
Bu üç roman ile temas, resmi ideoloji ile mücehhez akıllar için, Ancien Regime’in temelden inşası anlamına gelecektir. Tarihi plan bir yana, sokak ve mekânlarla birlikte karakterlerin de gerçek olduğunu hissettiren bir atmosferin içinde buluruz kendimizi. Hikâyelerin sahiciliği, gündelik hayatı canlandırmadaki ustalığından gelir yazarların. Ama bu ustalığın aslî sebebi bire bir yaşanmışlıklardır aslında. Üç yazar da hikâyelerin içinde bir şekilde yer almış o tarihe dahil olmuş karakterlerdir.
Üç İstanbul’un yazarı Mithat Cemal Kuntay; 1885’te doğar. Hüküm Gecesi yazıldığında 42 yaşındadır. Şaheseri, 1938’de basılacaktır. Yakup Kadri, Hüküm Gecesi’ni 1927’de yayımlar. 1889 Kahire doğumludur. Sultan Hamid Düşerken’i kaleme alan Nahid Sırrı Örik, 1895 İstanbul’da hayata gelir. Soyu, Osmanlı aristokrasisine uzanır. Dedesi paşa, babası Osmanlı yüksek memurudur. Entelektüel bir ortamda yetişecektir. Yakup Kadri, toprak soylu bir aileye mensuptur. Aralarında “Avam”dan gelen sadece Mithat Cemal Kuntay’dır. Ancak üçü de iyi eğitim almış Osmanlı entelektüelleridir. Romanlardaki düşünsel derinlik ve genişlik, Entelijansiyanın seçkin birer üyeleri olduğuna tanıklık eder. Daha ötesinde her üç romanın da müellifleri sanki Saray jurnalcisi Hidayet Bey’in konağında (Üç İstanbul); Mehmet Şahabettin Paşa ile birlikte Meclis-i Vüzera toplantısında ( Sultan Hamid Düşerken) ve Nidayı Hakikat Gazetesinde başmuharririn odasında (Hüküm Gecesi) tüm olan biteni izlemiş hatta dahil olmuş ve öyle kaleme sarılmış gibi dururlar. Yalnız Örik, 915-928 yılları arası Osmanlı sınırları dışında yaşar. Ülkesindeki tarihsel kırılmayı gözlemleme fırsatını kaçırırken Tiflis, Paris Kopenhag ve Berlin’de dünyanın sarsılarak yıkılıp yeniden kurulduğu günlere herhalde şahit olacaktır.
Mukayeseli roman okumaları
Her üç roman da zengin ve yoksulun ne anlama geldiğini satır aralarında çarpıcı bir dille anlatır. Kadın ve erkek ilişkileri, karakter analizlerinde şaha kalkar. Psikanalitik incelikler, her sayfada karşımıza çıkar. İçlerinde ideolojik tarafgirlik anlamında en sorunlusu Hüküm Gecesi’dir. Buna rağmen Yakup Kadri’nin eserine zorlanarak koyduğu hissi veren milliyetçilik methiyesi, birkaç sayfanın dışına taşmaz. Bir yandan milli değerler, o birkaç sayfada yüceltilirken öte yandan insanların şu kısa hayatta neden birbirlerinin boğazlarına sarılıp durduğu sarsıcı satırlarla anlatılır. “Hayatı böyle kâbus haline sokmak neden? Onu sadece olduğu gibi yaşamak kabil değil mi? Neden bu kinler, bu kızgınlıklar, bu sıtmalar, bu çırpınmalar neden? Ahmet Kerim, yüksek bir ideal yolunda acı çekmeyi, tehlikeleri göze almayı anlıyordu. Fakat şu umumhane odasında rakı sofrası başında toplanan insanlarda bu yüksek ideallerden birini vehmetmek mümkün müydü?… Ahmet Kerim düşündü ki, insanların aradığı yalnız bu değildir. Nüfuz ve şöhret sahibi olmak hırsı başlı başına ayrı bir iptilâdır ve… Bütün tarih bu hırsın hikâyesinden başka bir şey değildir. (6)
Oysa Kuntay’ın Üç İstanbul’u, karakterlerin ajitatör-riyakâr tutumlarıyla dalga geçen bir dille yazılır. Adnan Bey’in tarih öncesinden beri Türk olduğunu haykırdığı sahne böyledir mesela. Başkarakterin heyecanına dışarıdan ve alaycı bakabilmektedir yazar. Hüküm Gecesi’nde Muharrir Ahmet Kerim, aynı kültür ve sınıfa mensup olduğu Rum sevgilisinin koynundan çıkar çıkmaz Türk kızlarının nasıl muhteşem ve masumiyet timsali olduklarına dair kendini kandırmaya çalışırken, Kuntay, Adnan’nın “lüküs hayat” ve eğlence dünyasının merkezi gayrimüslim Pera’ya karşı nefretinin tutarsızlığını enfes ironik cümlelerle kurar.“ Beyoğlu. Damarsız, kansız bir toprağın ayağa kalkmasını andıran bu binalar… Eski ter ve ekşi lavanta kokan bu kokona. Sonra bu konsolos medeniyeti… Beyoğlu, fethedilmeyen İstanbul’dur.” Adnan, Beyoğlu’ndan, romanına yazdığı bu satırlarla iğrenirdi; fakat gittiği zaman Beyoğlu’nu yazdığı kadar fena bulmuyordu… Fakat Adnan’ın bu tarafı, vücudunun o kadar derin bir yerinde gizleniyordu ki bunu kendisi bile görmüyordu.” (7) Bu anlamda her iki karakter de benzer “zaaflar” ile yüklüdür. Lakin Kuntay’ın zaaf dediği Yakup Kadri’de, bir Türk münevverinin iç hesaplaşması olarak sunulur. Üstelik doğru yola götüren bir hesaplaşma. İşte bu noktada roman, “pulp fiction”a dönüşür: “Ahmet Kerim, Despina’nın evinden çıktığı vakit, çoktan şafak sökmüştü… Beyoğlu bütün bir uzun kış gecesinin kirlerini yutmağa hazır bir lağım gibi açılıyor… Genç adam, her adımda bir parça daha kendisinden iğreniyor ve pisliğin yalnız maddi bir rahatsızlık eğil aynı zamanda manevi bir işkence olduğuna hükmediyordu… Bir an önce Beyoğlu’nun havasından kurtulmaya can atıyordu. .. Hele şu anında sessiz, temiz Türk mahallelerinin ruhu üzerinde acayip ve esrarlı çekiciliği vardı. Bu mahallelerde herkes çoktan uyanmıştır…. Genç kızlar keten veya patiska gecelik entarilerinin içinde yarı çıplak, musluklara yanaşıyorlar ve beyaz kokusuz sabunla şakır şakır yıkanıyorlardır. Ahmet Kerim, ah ne kadar beyaz sabun kokan, beyan entarili genç kızların genç Türk kızlarının hasretiyle yanmaktadır.”(8)
Yakup Kadri, karakterin iç dünyasını anlatırken ulus yaratma işine girişir. Öte yandan aynı karakterin gelgitli haleti ruhiyesini çizmekten de geri durmaz. Ahmet Kerim, aynı coşkunun büyüsüyle mahallesindeki bir Türk kızına aşık olacak, lakin o Türk kızının kardeşleri, İttihat Terakki’nin silahşorları çıkıp liberal bir gazeteci olan kahramanımızı öldürmeye yeltenecek ve o “ulvi” aşk, akamete uğrayacaktır. Delice sevilen o kutsal Türk Kızı da bu cinayet teşebbüsüne aracılık etmenin vicdan azabı içinde nihayetinde aşkın da verdiği elem ile intihar ederken Ahmet Kerim’in önce umuru olmayacak sonra ise pişmanlık içinde yalan yanlış bir yol çizecektir kendine. Yakup Kadri, karakterlerini hayattan kaçırmaz. Olduğu gibi yazar. İdeal olan belirtilse de karakter ile ideal arasında hayatın koyduğu açı vardır. Bu açı gerçeklik duygusunu güçlendirir. Balzac’a benzeyen yanı budur. Aslında yazdığı yaşadığıdır. Roman kurgusu buradan beslenir. O yüzden mesela Kemal Tahir’in Esir Şehrin Mahpusundan daha gerçek olduğunu hissedersiniz hikâyenin.
Mustafa Kemal’siz Osmanlı dönemi romanları
Her üç romanın enteresan özelliği, içinde Mustafa Kemal’in yer almaması. Üç İstanbul hariç tek satır olsun değinilmez bile. Kemalizm’in kurulduğu süreçte yayımlanan bu üç roman Kemalsiz yazılmışlardır. Hüküm Gecesi, 1927; Üç İstanbul, 1938 ve Sultan Hamid Düşerken 1957’de yayımlanır. İlk roman erken tarihtir. Kemalizm etkisi bu nedenle görülmeyebilir. İttihat Terakki’den miras, milliyetçilik ise romanı bazı yerlerde ucuz propaganda broşürüne dönüştürür. Neyse ki sınırlı bir müdahaledir bu. Üç İstanbul, tüm o ironik diliyle kahramanlarını yerden yere çalsa da devletin resmi tezlerinde bir başçavuş kesilir. Neyse ki bu bölümler de birkaç sayfadan ibarettir. Buna karşılık son yayımlanan Sultan Hamid Düşerken; üç roman içinde tarafını belli etmeyen tek eserdir. Vulgar bir yaklaşım, tarihe ideolojik bir gönderme yoktur. Olanı nakleder. Eserde Kemalizm’in esamesi okunmadığı gibi Mustafa Kemal’e dair bir işaret dahi verilmez. Oysa 31 Mart Vakası’nı bastıran Hareket Ordusu’nun Kurmay Başkanıdır Mustafa Kemal ve romanın bir yerinde sahneye girmesi o kadar da sorun teşkil etmeyebilirdi. Lakin yazar buna tevessül etmez. Belki bu yüzden roman, Sultan Hamid yanlısı olmakla eleştirilir. İlgisi yoktur. Bir Osmanlı paşası konağının siyasi aklı ve kültürel ruhu tüm detaylarıyla derin bir ironi ve tarafsız bir gözle romana aksettirilir. Bir başyapıttır.
Üç İstanbul ise bu üç eser içinde en uzun tarihsel dönemi anlatan metindir. Abdülhamid İstibdadının yaklaşık son on yılında başlayan roman 10 Ocak 1924’te Cumhuriyet ilanı için çıkarılan genel af ile son bulur. Çünkü bu af, Adnan Bey’in kendi elleriyle ipe gönderdiği oğlu Benli Ahmet’i de kurtaracaktır. Mütareke, Anadolu Harbi ve Lozan Muahedesi yıllarına rağmen Mustafa Kemal romanda sadece iki yerde geçer. 575 Sayfalık romandan söz ediyoruz. Osmanlı’nın o uzun can çekişme döneminden Lozan’a uzanan süreçten yani. Anlaşılan Kuntay; Osmanlı’nın kapanış devrini yeni dönemle temas ettirmeyerek hikâyesine orijinallik katmak istemiş ya da Mustafa Kemal’i hikâyeye kattığı durumda yeni rejimin baskısıyla kalemini eğip bükmek zorunda kalmamak için böyle bir yola tevessül etmiştir. Nitekim Mustafa Kemal’in adının geçtiği bölüm belki de romanın ikinci en zayıf en sorunlu ve böyle bir başyapıta hiç yakışmayacak bir lider yüceltmesi ile kendini gösterir. Üstelik tarihi eğip bükerek olması imkânsız bir durumu varmış gibi göstererek: “Üç gün sonra Adnan’ın baktığı duvarda 19 Mayıs 335 durdu. Rakamın altında ehramlaşan duvar, memleketi kurtarmaya Anafartalar’dan başlayan Mustafa Kemal’in Samsun’a ayak bastığının tarih yaprağıydı. Adnan’ın gözleri doldu. Sevincini karısına söylemek istedi. Belkıs bunu duymayacaktık.(9)
19 Mayıs’ta Mustafa Kemal’in Samsun’a padişah fermanıyla gitmesinin İstanbul’da heyecan yaratması söz konusu olmayacağı gibi Adnan’ın böyle bir olayı sonuçlarıyla görmesi de mümkün değildi. Bunun için Resmi Tarih yazımı devreye girecek, yazar Magnum Opus’unu yere sermek pahasına bu işi yapacaktı. Kuntay, bir yerde daha Mustafa Kemal’den söz etse de Adnan’ın ağzından söylenen o övgü dolu sözler karakterin tutarsızlığına ayna tuttuğu için o denli rahatsız etmez okuru. Lakin İsmet İnönü’ye dair Adnan’ın şaşıran aklı üzerinden yazılan satırlar, ötekilerin önüne geçiyor: “Adnan, telgrafa şaşırdı: Ne kadar sadeydi! “İnönü”yü (muharebe yn) yapan insan, avcundaki zafere başkasının eseri gibi uzaktan bakıyor, başındaki haleyi parçalıyor, bundan her neferin süngüsünün ucuna bir yıldız takıyor, yaldızsız, yıldızsız bir serin kalpakla duruyordu. Adnan topraktan bu derece yükselen muammaya şaştı.”(10)İnönü Savaşı’nın kazanılmasına ilişkin İsmet Paşa tarafından çekilen telgrafa dair bu destansı anlatım, geleceğin Reis-i Cumhuruna belki bir selamdır. Öyle ki İsmet, M. Kemal’e göre daha rakımlı bir yerde durmaktadır. Kitabın 1936’da yazılmaya başlandığı ve 938’de yayımlandığı düşünüldüğünde bu bölümün romana ne zaman eklendiği önem kazanıyor. Çünkü 1937 yılında Mustafa Kemal tarafından azledilen İnönü’nün siyasi kariyeri bir anda biter gibi olacak lakin hastalığı giderek ağırlaşan Ebedi Şef’in halefi olarak akıllara Şevket Süreyya’nın İkinci Adam’ından başkası gelmeyecekti. Kuntay her halde bunun farkındadır.
Üç İstanbul, Devlet İdeolojisi ile iki meselede ima ve latifeye hacet görmez, kucaklaşır: Ermeni ve Kürt Meselesi. İki sayfa içinde bu kez Adnan’ın ağzından tehcirin ne kadar haklı bir karar olduğu,vesikalar ve harici neşriyat üzerinden anlatılır. Öyle ki Adnan’ın haysiyet kaybından can vermiş karakteri tekrar gençliğine o masumiyet çağına dönmüş olur. Böylece Ermeni meselesiyle hesaplaşırken Kuntay romanını sabote eder. Çünkü hızını alamayacak Tehcir ve “Büyük Katliam’ı haklı çıkarmak için tarih icat edecek ve Adnan’ı şöyle konuşturacaktır: ”Tarih iki türlü düşman kaydeder: Önden vuran, arkadan vuran. Fakat Harb-i Umumi’de üçüncü bir nev’i düşman daha görüldü: Yandan vuran. Türk ordusunu yan yana yürüyenler vurdular. Yaralarımızdaki kurşunlardan bir kısmı bizim paralarımızla alındı.” (11) Tam bir yalandır. Bilerek yazar. Kürdistan kelimesi ise romanda iki yerde ortaya çıkar ve bir tür ihanet kelamı, kötülük işareti olarak simgeleştirilir. Lakin neden yazarın bu yola tevessül ettiği anlaşılmaz. Kullanımda bir zorlama,kelimede yerini yadırgama hali vardır. Sezilir. (12)
Posta memuru iken imparatorluk yıkan Parti’nin zirvesine tırmanmak: Romanlardaki Talât
Her üç romanda da Talât Bey; bir arkadaş, bir hasım, bir siyasi rakip, ama mutlaka güçlü bir figür olarak yer alır ki herhalde tabii olan budur. Hüküm Gecesi hariç diğer iki romanda sempati baskındır. Aslında Hüküm Gecesi’nde de samimiyet ve cesareti ile Talât’a irtifa verilir ki diğer iki eser de bu özelliğine vurgu yapar. Ancak Yakup Kadri, burası sahiden ilginçtir, Ahmet Samim’i katlettirmeden bir kaç gün önce kurbanın yüzüne “Daima dost kalacağız! Ne vakit bir isteğiniz olursa bana gelip söyleyeceksiniz!” diyecek kadar Talât’ın soğukkanlı bir katil ve yalancı olduğunu, altını çize çize yazar.(13) Talât Bey’in şahsına yönelik bu denli bir hücum, resmi tarihte yer almaz. Aksine Cumhuriyet, Talât Paşa’nın adını caddelere vererek onu sahiplenir. Ermeni Tehciri’ndeki rolü ve bunun için bir Ermeni genç tarafından vurularak öldürülmüş olması, sahiplenmenin sebebidir. Devlet refleksi kısaca. Lakin, benzer bir kaderi paylaşan, Triumvira’nın şefi Enver Paşa için aynı tespitte bulunmak zordur. Resmi Tarih, Enver’i anlatır lakin sahiplenmez. Birinci Savaş’ın günahkârı yapar. Ki hakikattir. Belki Mustafa Kemal ile arasındaki şahsî gerilimin de bunda etkisi vardır. Osmanlı’yı “yıkan” son despotik lider, Modern Türkiye’yi “kuran” ilk despotik lider karşısında silinecektir.
Sultan Hamid Düşerken’de Nahid Sırrı Örik; Talât’ı özel bir yere koyar. Daha çok olumlu bir figür olarak… Buna karşılık dünyanın en meşhur posta memuru hakkında dikkat çekici detayları da yine aynı kitapta bulmak mümkün. Üstelik tarih kitabında görmemiz neredeyse imkânsız detaylar: “Talât Bey, buna itirazda bulunmadı. Çünkü doğuştan politikacı yaratılmış olan bu adam, herkesin ancak kendisine bağlanmasını ve bütün “Kardeşler” arasında, kendisi idare edici ve barıştırıcı olmak şartıyla küçük bozuşmalar ve küçük kırgınlıklar çıkmasını istemez değildi. Saray adamlarının ve vükelanın aralarında daima kıskançlıklar ve düşmanlıklar bulunmasına kat’i bir zaruret nazariyle baka Sultan Hamid’in, kendi ifadesiyle “Kayserili’nin” bu o tuz üç yıllık siyasetini onun içten içe beğendiğini söylemek yanlış olmazdı.”(14)İki sayfa sonra zekâ samimiyet ve şahsiyetine yönelik övgü dolu sözler yazılsa da Talât’ın sıradan bir posta memurluğundan nasıl olup da imparatorluğun kaderini belirleyen üç kişiden biri olduğuna dair bu satırlar ipucu verebiliyor bize.Lakin meselenin özüne ilişkin çok daha kapsamlı bilgi Hüküm Gecesi’nde tarihe not düşülecekti. Ama önce Örik’le devam edelim: “(Binbaşı Şefik’in aynı zamanda bir vezir kızı olan karısı yn), Nimet, kocasının tabakasından… bir sigara istedi. Ve genç kadınların, hele erkekler önünde, kocasıyla bir yabancının önünde sigara içmesini hiç beğenmemekle beraber Talât Bey, salon adamlığının ilk bilgilerini kullanıp bir sigara yakmakta istical (ivedilik yn) gösterdi.(15)
Talât’ın Nimet Hanım’a yönelik bu tavrının sebebi kadın meselesindeki İslamcı gelenekçiler gibi düşünmesi miydi yoksa? Sıradan bir Osmanlı muhafazakârı mı vardı karşımızda? Hüküm Gecesi bu sorunun cevabını vermekle kalmaz Dâhiliye Nazırı’nın psikopolitik analizini yapar. Ve bunu yaparken de satır arasında Cemal Paşa’nın Triumvira içinde kadın meselesinde en özgürlükçü lider olduğunu da öğreniriz:“ Talât Bey’in Cemal Bey’de hoş görmediği kusurlardan birisi de bu genç albayın bazı sosyal hürriyetlere düşkünlüğü idi… Onun sayesinde Türk hanımları, sokakta peçelerini kaldırıp dolaşmak hürriyetine kavuştular; onun sayesinde şehrin bazı lokantalarına girip yemek hakkını elde ettiler. Onun sayesinde kendi evlerinde haremle selamlığı birleştirmek cüretini gösterdiler. Bütün bunlar Talât Bey’i rahatsız ediyordu. Halkın vehimlerini, batıl inançlarını ve kökleşmiş kötü alışkanlıklarını iyi idare etmek ve hattâ bazı anlarda bunlardan kuvvet almak, bunlara dayanmak lüzumunu sezen bu sekter parti lideri, İttihat Terakki’nin halk üzerindeki prestijine hafif bir zarar getirecek veya onun başına bazı dertler çıkarabilecek hareketlerden şiddetle sakınırdı. Gerçi kendisi, ne Enver gibi titiz ahlâklı, ne de o sırada hükümetin başında bulunan Sait Halim Paşa gibi mutaassıp gelenekçilerdendi; fakat sırf politik bir görüş zaviyesinden, amme efkârını bulandırma ihtimali olan her türlü yeniliğin aleyinde idi. Daha doğrusu onun aklı ne yenilik ne de eskilikte idi… Her şeyden önce İttihat ve Terakki! Her şeyden önce onun yaşaması, onun hükmetmesi ve kuvvetlendirilmesi… İşte Talât Bey’in biricik ehemmiyetli, dikkate ve uğraşmaya değer gördüğü mesele bundan ibaretti.(16)
Enver, İttihat Terakki’nin yıldız-lideri gibi görünse de partiyi çekip çeviren, teşkilat-kitle bağlantısını kuran ve örgütle yatıp kalkan, Talât’tan başkası değildi. İttihat Terakki’nin örgüt beyni oydu. Yakup Kadri ve Nahid Sırrı’nın satırlarından anlıyoruz ki karakteri, hırsı, insanları gözlemleme yönetme ve onlarla oynama gücü bu işi iyi yapmasını sağlıyordu. Kendisine dair var olan olumlu izlenim de bu işi pek de düşman kazanmadan başardığını gösteriyordu belki.
Bir sabit değer olarak romanlarda sınıf farkı: Zengin ve yoksul:
Osmanlı’nın son yirmi yılını Payitaht’ın sokaklarına inerek ve zenginlerin muhteşem konakları ile yoksulların sefil viranelerine teklifsiz girerek anlatan bu üç roman toplumun siyasi kültürel ve sınıfsal resmini en canlı renkleriyle okura sunar. Sefahat ve sefalet bir mücadele alanı değil, verili durum olarak alınır. En fazla bir ahlak meselesi ya da toplumsal çürümenin göstergesi olarak. Sefaletin, İhtişamlı konaklara kini vardır. Ama hareketsiz, neredeyse sebepsiz sanki ontolojik bir öfkedir bu. Siyasi karşılığı yoktur. En azından soldan yoktur. Oysa Kuntay Sovyet Devriminin henüz zinde olduğu günlerde yazmaktadır romanını. Zengin ve yoksul, bir tür kader, matematik bir sabit değer olarak kabul edilir romanlarda. Ancak Üç İstanbul bu noktada da ayrılır gruptan ve zenginlik bir zaaf, bir insanî düşkünlük olarak betimlenir sıklıkla. Öyle ki Kuntay’ın mülk sahiplerinden hiç de hazzetmediği sonucunu çıkarabilir okur: “Zengin olduğu günden beri Adnan on üçten korkuyordu. Büyük refahların, yapma ıstıraplara ihtiyacı vardır” “Belkıs karşısında olmayan Adnan’a kibir ediyordu. Mermer Yalı’daki günleri düşündü. Birer insan gibi ayrı ayrı yüzleri olan günler!.. Şimdi anlıyordu “Zengin insan, “günleri birbirine benzemeyen insan’dı. Onlar bir Salı günü parasız kalmıştılar. Dört aydan beri onların her günü o “Salı” idi.”Üç İstanbul. Sayfa 446 “ “Zaten zenginlerde vicdan azabı tembeldir. Adnan da zengindi.”380“Belkıs hayatında gene bir ıstırap olmaya başlıyordu. Bu ıstırap da olmasa, Adnan’ın bütün zenginler gibi içi sıkılacaktı” 311 “Avukat Tevfik Hoca, Adnan’ın zengin olduğunu duyunca onu da kendi gibi namussuz sandı, geldi, ortaklık teklif etti.”Bu ihtişamlı cenazeden dönünce Aksaray’daki evini daha sefil buldu.” (17)
Sultan Hamid Düşerken romanı Osmanlı yönetici-aristokrat sınıfından Meclis-i Vükela azası Vezir Mehmet Şahabettin Paşa’nın konağında geçmektedir. Nazırlığında, yabancı firmalardan aldığı ihale komisyonları, Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte gazetelere düşen Paşa’nın, hırslı kızı Nimet; İttihat Terakki’nin genç, saf ve bir o kadar hırslı Binbaşısı Şefik’i baştan çıkararak önce babasını kurtarmaya sonra kendine koca yaptığı Şefik’i Nazırlık makamına getirmeye çalışır. Nihayetinde Şefik’i kendi partisine ihanet ettirerek ipe gönderirken ne bir vicdan azabı çekecek ne de gözyaşı dökecektir. Bir anlamda Üç İstanbul’daki Belkıs karakterinin siyasi akılla mücehhez simetrisidir. Roman, zenginlik ve yoksulluk ikiliğini muhteşem konakta yaşayan hizmetliler üzerinden aktarır. Meşrutiyet’in, halkı derinden etkileyen üstelik yoksulların lehine bir devrim olduğu algısına dair satırları ise hazine değerindedir. Tarih kitaplarında rastlanmayacak bir içeriden bakış vardır çünkü. Üstelik Örik, Marksist bir kalem de değildir: “Beygirler dörtnal yola koyulduktan sonra da arabacıbaşı yavaşça Ağa’ya başını çevirerek “Paşa efendide korku şimdi başladı” dedi. Süleyman Efendi cevap vermedi. Ve bütün yalı, harem ve selamlık, İstanbul’daki durumu öğrenmiş, cariye ve uşak hepsi birer siyasi kesilivermişti. Bu çıkan hürriyet, kendilerini yalının bütün debdebesinden istifade etmek şartıyla her türlü iş ve zahmetten kurtaracak bir sebep, Allah’ın bir ihsan ve inayeti olacaktı. Haremden kalfa ve cariyeler dil döküp köye, çarşıya mütemadiyen uşakları yolluyor, İstanbul’daki ahvali tetkik ettiriyor, sonra da aldıkları haberleri kasti mübalağalar ile hanımefendiye bildiriyorlardı.(18)
Halkın sokaklara dökülmesiyle ilan edilen Aff-ı Umumi’nin Bastille’i çağrıştırması gibi Örik’in bu satırları da 1917 Petrograd’ını hatırlatmakta. Yazar, Konak çalışanlarının aklında bir ütopya canlandırmaktadır. Hem zenginlikten yararlanacakları hem bunun için köle gibi çalışmalarına gerek kalmayacağı bir ütopya. II. Meşrutiyet’in Hürriyet’i ayak takımında böyle duygular uyandırmaktadır. Paşa’nın karısı İzzet Hanımefendi ise buna karşı sınıf tavrını kocasına şöyle ifade edecektir. “Aman paşa efendi, kıyamet kopuyormuş. Efendimiz millete hürriyet vermiş de bunlar onun için oluyormuş. Artık efendimiz hiçbir işe karışmadan sarayında oturacakmış. Ne oluyor paşam, ne demek bunlar? Bir fenalık çıkmasın da, ayaklar baş olmasın da?(19)
Ayakların baş olması ifadesi bu topraklarda yaygın olarak dillendirilen sağın tezidir. Erdoğan henüz Başbakan iken üstelik İstanbul’un yoksul Kasımpaşa semtinden çıkmış biri olduğu halde ilk olarak 2008’de sendikaların Taksim 1 Mayıs talebine sonrasında ise 2013 yılında Gezi Direnişinde Taksim Platformunun taleplerine karşı bire bir aynı cümleyi kurmuş ve “ayaklar ne zamandan beri baş olmaya başladı” demiştir. (20). Osmanlı aristokratı paşa hanımının demokratik bir burjuva devrimine karşı, gösterdiği tepkiyi romanda geçen olaydan tam bir asır sonra alt sınıflardan yetişmiş İslamcı bir siyasetçi aynı kelimeler ile tekrarlıyordu. Belki de Osmanlı yönetici sınıfının yüz yıl sonra bir başka sosyal siyasal koşullarda zihniyet olarak yeniden doğuşuydu bu.
Sultan Hamid Düşerken sınıf farklarını diğer iki romana göre çok daha siyasi ve ekonomi politik bir noktadan görebilme ayrıcalığına sahip. Hüküm Gecesi milliyetçilik ve memleket kurtarma iddiası üzerinden havada kalan bir vatanseverlik duygusu üzerine hikâyesini kurarken Üç İstanbul İstanbul’da zengin ve yönetici sınıfların fotoğrafını detaylarıyla çekip önümüze koyarken bir sokak hikayecisi kıvamında olayları sıralar. Vicdansızlığı zalimliği sefalet ve sefahata düşmüş ruhları ve hayatları görürüz. Lakin arabesk bir anlatım hatta melodram havası egemendir. Karakterler şaşırtıcı, ironik, bencil, zaaflı, neredeyse hepsi filozof lakin karikatürizedir. Öyle ki Örik’in Nimet’i Kuntay’ın Belkıs’ına göre çok daha gerçekçi ve kendi dünyasına ait çizilmiştir. Bununla birlikte Belkıs ve ailesinin Osmanlı Aristokrasisi içinde Nimet’ten çok daha batıda konumlanmış olduğu söylenebilir. Daha enternasyonal bir kimlikleri vardır çünkü.
Fikrî esneklikten monoblok çoraklığa: Osmanlı münevverinden cumhuriyet aydınına
Bu üç romanın en kritik özelliği, Cumhuriyet Dönemini gören Osmanlı bakiyesi münevverlerin trajedisini gizli bir tema olarak okura hatırlatmasıdır. Bu trajediye başta Mustafa Kemal olmak üzere Kemalist kadrolar da dâhildir aslında. Her üç yazar da Osmanlı’nın o acz içindeki son yıllarını anlatırken kurdukları sahne ve karakterler üzerinden Cumhuriyete hiç benzemeyen bir alem yaratırlar. Herkesin her şeyi konuşup tartıştığı bir ortam. Oysa 1934 Türkiyesi’nde artık fikir tartışması yoktur. Böyle bir tartışmaya kapı açan mesela Kadro Hareketi bile bir süre sonra tehlikeli addedilip faaliyetine son vermesi için uyarılır. İstenen her şeyin net açık ve anlaşılır durumda olmasıdır. Dayatılan bir teslis inancıdır: Parti ve Devleti ve onun hizmet ettiği yüce ulus. Başka bir fikre neden gerek olsun ki? Oysa Üç İstanbul baştan sona münazaradır. Abdülhamit dönemiyle başlayan romanda “Saray’ın adamı” Hidayet’in konağındaki o muhteşem masaya yatırılmayacak tek bir konu yoktur. Karakterler çok boyutludur. Adnan dinsizdir mesela. İslamcısından Türkçüsüne, liberalinden, saray yanlısına herkes o masada fikrini beyan eder. Fikirler eklektik yetersiz kendini ikna etmekten bile aciz olabilir. Ama sözü alan konuşur. Hüküm Gecesi de bu sözü olanlara dair fikir yığınıdır aslında. Elbette ne yapmalı sorusuna cevap arayanlar ve şiddeti yöntem olarak benimseyenlerin fikirleri. Mahmut Şevket Paşa’yı vuranlar idam edilirler. Ahmet Samim’i öldürten Talât Bey’in sonu ise imparatorluğun kaderiyle aynı tarihlere denk gelecektir. Keza, aynı sondan payını alacak lakin şiddet yanlısı olmayan Ali Kemal’in fikirleri. Sultan Hamid Düşerken iktidarını kaybeden Osmanlı aristokrasisi ve yükselen İttihat Terakki küçük burjuva kadroları arasındaki mücadeleyi Saray ve iktidar arzusunu işlerken anlatır. Abdülhamit’in de sahne aldığı roman, fikri tartışmalardan ziyade bu el değiştirmeye odaklanır. Buna karşılık Osmanlı’nın son nefesini verdiği yılların ölü toprağı atılmış bir devir değil bir çırpınış olduğu her satırda hissedilir.
Romanların devri sona erdiğinde ise bu rengârenk fikrî zenginlikten gelinen nokta, tek parti diktatörlüğünün sığ ulus devlet ideolojisi olacaktır. İmparatorluğun çok uluslu yaratıcılığı geride kalmış, tek ulusun yüceltildiği ama diğer halkların artık katkı sunamayacak duruma getirildiği çorak, kısır bir düşünce dünyası galebe çalmıştır.
Bununla birlikte özellikle Üç İstanbul ve Hüküm Gecesi söz konusu düşünsel canlılıktaki sorunu da gözler önüne serer. Tartışmalar polemik seviyesinin gerisinde düşünsel bütünlükten ve derinlikten yoksundur. Tezlerin başı sonu belirsizdir. Dağınık ve kakofoniktir. Osmanlı münevveri, medeniyete geç kalmış ve bunun büyük bedelinin –imparatorluğun kaybı- farkında, panik halinde, bir şeyler öğrenip o yarım yamalak öğrendiği “şeyden” kurtarıcı teoriler üretmeye çalışan ve herhalde bunu bir türlü başaramadığı gibi bu yarım yamalak metodoloji nedeniyle, aslında fikir tartışması yapmaktan aciz bir embriyo entelektüel modeldir. Daha fenası panik halinde, her şeyden biraz öğrenme arzusunu, bir zaruret kabul ederek bir de bunu medenileşme metodu görmesidir. Bu aslında bir tür öğrenmeme halidir. Bilgi eksikliği, kavrayışı da etkileyerek o fikirden çıkartılacak sonuçları deforme edecektir. Osmanlı entelektüeli çaresizdir. O yüzden bu yola tevessül eder. Lakin yol onları tam bir çıkmaza götürecektir. Ahmet Mithat Efendi, oğluna yazdığı mektupta bu çıkmazı açıkça önerir: “Oğlum ya bir şeyi öğrenmeli. Fakat mükemmel olarak. Ya da her şeyi öğrenmeli, bittabi nakıs (eksik yn) olarak . Osmanlılığımızın bugünkü haline nispetle şu iki şıktan bence ikincisi müreccahtır (yeğ yn).(21) Namık Kemal, bu sürecin erken dönemini yaşamış bir münevver olarak, büyük işler yapılması gerektiğini bilse de “telaşa mahal olmadığını ve iki asır içinde Avrupa’ya yetişileceğini beyan ederken imparatorluğun an be an toza dönüştüğü XX. Asır başlarında artık Osmanlı münevveri için zaman tükenmiştir. Ve “her şey derhal yapılmalı” aşaması için bile geç olmak üzeredir. (22)
Dolayısıyla fikrî hayat, can havli psikolojisi ile canlı lakin ne yapacağını bilemez haldedir. Mümkün olan en az bilgi ile mümkün olan en kapsamlı fikirlere ulaşmak, herkese çocuk oyuncağı görünür. Peki bu, bir işe yarar mı? Tarih yaramadığını teyit ediyor. İmparatorluk çöküyordu ve öğrenmeye vakit yoktu. Bu entelektüel telaşın, ilk kurbanı yine kendisi yani entelektüelizm olacaktı. Eklektizm, en olmaz fikirlerin yan yana dizilmesine neden olurken, her türlü tutarsızlık pratik gerekçeler üzerinden aklanıyordu. Ortalık kırık dökük teorilerden geçilmiyordu. Çocuksu öğrenme açlığı, asıl öğrenilmesi gerekeni bir kenara fırlatıp atmıştı: Batı tarzı düşünme yöntemini. Yani bilimsel metodoloji.
Peyami Safa bunun sonuçlarını çok iyi özetleyecektir: “… üstünde azlıkların yok denecek kadar azaldığı, ve baştanbaşa öz Türklerin yaşadığı bir toprakta başka türlü bir nasyonalizmin hiçbir manası kalmamıştı. Böyle bir milletin siyasî istiklâlini Avrupa devletlerine kabul ettirdikten sonra içeride yapılacak tek ve büyük bir iş vardı. Garp metodunu, yeni çağ Avrupası’nın tekniğini yıkılmış bir imparatorluğun, zarurî kıldığı endişelerden hiçbiriyle sakatlamadan, şeriat ve saltanat korkusundan temizlenmiş bir bütünlükle, yekpare ve tastamam bir inkılâb hareketi halinde memlekete sokmak. Artık Tanzimat’ın yarı şer’î yarı nizamî mahkemesinden eser kalmayacaktı: artık Türk maarif yarı mektep, yarı medrese içinde bilgi dağıtmayacaktı… artık yarı alaturka yarı alafranga musiki olmayacak, Türk kadını, yarı tavuk yarı insan halinden çıkacaktı. Atatürk’ten evvel, Tanzimat ve Meşrutiyet gibi bütün inkılâb hareketleri, yarım adamların yarım adımlarıydı. Milletin başına bütün belaları üşüştüren bu yarımlıktı. Türk bünyesini hem şark ve garb, hem din ve milliyet arasında yarımşar ve sakat iki parçaya bölüyordu… Atatürk inkılabının değişmez iki prensibi vardır. Milliyetçilik medeniyetçilik… Medeniyetçilik kökü biz Avrupa ve garp metoduna, düşüncesine ve muaşeretine bağlar. Milliyetçilik kökü bizi Orta Asya ve şark menşe’lerimize tarihimize dil birliğimize götürür. (23)
Konuyla ilgisi olmasa da Safa’nın sözleri üzerinden şunu net olarak söyleyelim. Kemalist Devrim’in sacayağından biri “azlıkların azalmasıdır”. Bu nedenle Ermeni Tehciri halen Devlet Politikası olarak savunulur. Bu coğrafyada tek etnik kimliğin bulunduğu iddiası da aynı ayağın parçasıdır. Ulus devlet bu ayak üzerine yükselecektir. Bu nedenle Kürtler de sözü edilen “ öz be öz Türk”lere dâhildir. O yüzden Kürt nasyonalizmine lüzum yoktur. Çünkü Kürt diye bir şey yoktur Peyami Safa’ya göre.
Yazar, Cumhuriyetin tarihsel arka planını oluşturan Islahat Tanzimat ve Meşrutiyet hareketlerini küçümsüyor. Oysa ifade ettiği yüz yıllık bir dönemdir. Cumhuriyet’in yüzüncü yılına yaklaştığımız şu dönemde, bir asrın, devletler tarihinde uzun bir devre olduğunu not düşelim. Eleştirilerinde nispeten haklı olabilir. Lakin toplumların değişimi zaman alır. Buharlı gemilerde bir dönem yelken direklerinin bulunmaya devam ettiğini söylersek hatalı bir analoji yapmayız herhalde. Reformların revolüsyona dönüşmesi bir anda olmaz. Revolüsyonların nasıl restorasyonlarla başka şekillere evrildiğini de not düşelim. Peyami Safa eski ile yeninin eklektik sentezinin yarım yamalak fikri sistemlerle hiçbir faydalı sonuç getirmediğini belirtiyor. Belki başka bir tarihsel kesitte bu sentezli ilerleme daha olumlu siyasi toplumsal sonuçlara yol açabilirdi ülke için. Olmadı. Tarih masa başında arzulara göre biçimlenmiyor yazık ki?
Lakin Peyami Safa’nın haklı olduğu konu şu: Bilimsel düşünce gündelik hayatta bıraktığı kültürel izlerden ayrılamaz. Teknoloji kültürü de dönüştürür çünkü. Safa; Batı metodu, fikriyatı ve muaşeretini bütün olarak alır ve bu bütünlük, Ziya Gökalp’in o eklektik ve absürd medeniyet- hars karşıtlığına bir cevaptır. Bilimsel metodun din ve Hristiyan Kültürüyle ilişkisi olmadığının altını çizer. Batı’ya “hars”ı ile birlikte nüfuz edilmesini savunur. “Kemalizm’de amaçlanan budur!” der aslında.
Dolayısıyla Osmanlı Entelektüelizmini; yarım fikirli adamlardan mürekkep bir grup insanın, İslam-Garp ve Turan akımları üzerinden giriştiği kavganın eklektik yetersiz ve işe yaramaz çıktısı olarak damgalayarak bunun sebebini siyaseten izah eder.
Bununla birlikte Peyami Safa’nın yücelttiği Modern Cumhuriyet Fikriyatı, tüm o Batı tarzı düşünme metoduna rağmen düşünsel boğulmanın kurbanı olacaktır. Osmanlı Fikir dünyası ise tüm o eklektik, metodsuz, heyecanlı pürtelaş savrulmalarına rağmen, her fikrin kendine yer bulduğu özgür bir dünyada olmanın avantajıyla rengarenk bir görüntü arz edecektir Cumhuriyetin tek renkli düşünce dünyasına göre… Peyami Safa’nın övmelere doyamadığı Milliyetçilik ise, Medeniyetçiliği işte böyle darbeleyecektir. Öyle bir darbe ki Cumhuriyetin yüzüncü yılında İmparatorluk bakiyesi bu topraklarda felsefe dâhil bilimsel fikir alanında dünyayı etkileyen bir üretim söz konusu değil. Gündelik hayat içinde metodolojik fikir üretimi diye bir şey genel olarak yok. Vulgarizm ve aynı sığ yarım yamalaklık halâ etkili. İslamcı-Türkçü Despotizmin hüküm sürdüğü şu dönemde ise eğitim politikası, entelektüel bilginin saygınlığını ortadan kaldıracak bir siyasi akıl zerinden yürümekte. En azından Otuzların Kemalizmi sahiden Batı düşüncesinin yüceltilmesini bir devlet politikası olarak benimsemişti. Bugün ise hüküm süren entelektüelizme karşı bir aşağılama!
Son söz yerine
Osmanlı’nın son elli yılına odaklanan üç roman üzerinden, İmparatorluğun sokaklarında dolaşarak dönemin düşünsel arka planını anlamaya; dün ile bugün arasında ilişki kurmaya çalıştık. Roman, kurmacadır. Gerçekte tarih de kurmaca! Ve Eagleton’un dediği gibi “ezilenler sürekli icat edilen geçmişi bir kez daha kendileri ve geçmişte bedel ödemişler için icat etmeye mecburdur.”. Çünkü tarih, o Afrika atasözünde olduğu gibi hep avcıların hikâyeleri ile yüklüdür. Avlanan aslanların değil. Gerçeğin siyasi ve siyasi olduğu müddetçe sınıfsal olduğunu biliriz. Bu bilme hali, yaşanmışı bir kez daha farklı açılardan ve bütünsel görmek talebini beraberinde getirir.. Romanın kurmacası bize bu imkânın kapılarını açar. Kapıları biraz da biz zorlarız. Romancının satır diplerini kazarak. Kazıcısı olarak.
Bu üç roman ise kazmaya gerek kalmadan tam da bu bu imkânı vermek ve tarihin denizlerinde gezdirmek üzere gemisine alır okurunu. Romanın tarihine şahitlik etmeleri için. Bu iddia ve kibirle!
İşte bu satırlar, üç romanın tarihine şahitlik etmek için yazıldı. Tarih yazımı ve geçmişe dönük icadın asla bitmeyeceğini bilerek. Ezilenlerin ve direnenlerin yanında!
01.08.2021, 18:52 Ahmet Priştina Parkı
Dipnotlar
(1)Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul, İstanbul 2018, Dördüncü Baskı, Oğlak Yayıncılık,Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüküm Gecesi, İstanbul 2018, Yirminci Baskı, İletişim Yayımları; Nahid Sırrı Örik, Sultan Hamid Düşerken, İstanbul 2017, Onuncu Baskı, Oğlak Yayıncılık
(2)Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüküm Gecesi, , Syf. 305
(3)İlber Ortaylı, İmparatorluğun En uzun Yüzyılı, Timaş Yayınları
(4)Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüküm Gecesi, Syf.124-125
(5)YNahid Sırrı Örik, Sultan Hamid Düşerken, Syf.41
(6)Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüküm Gecesi, Syf.270-271
(7)Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul Hüküm Gecesi, Syf.51
(8)Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüküm Gecesi, Syf.94-95
(9)Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul Hüküm Gecesi, Syf.422
(10) Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul, İstanbul 2018, Syf. 463
(11) Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul, İstanbul 2018, Syf. 324-327
(12) Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul, İstanbul 2018, Syf. 477,480
(13)Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüküm Gecesi, Syf.67
(14)Nahid Sırrı Örik, Sultan Hamid Düşerken, Syf.202
(15)Nahid Sırrı Örik, Sultan Hamid Düşerken, Syf.203
(16)Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüküm Gecesi, Syf.303-304
(17) Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul, Syf. 376, 446, 380, 311, 305, 275
(18) Nahid Sırrı Örik, Sultan Hamid Düşerken, Syf.37
(19) Nahid Sırrı Örik, Sultan Hamid Düşerken, Syf.35-36
(20)https://www.youtube.com/watch?v=C-08AYvTp0A
(21)Tanıl Bora, Cereyanlar, İletişim Yayınları. 5.Baskı, Syf.28
(21)Tanıl Bora, Cereyanlar, Syf.33
(23)Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, Ötüken Yayınları, 12.Basım, Syf.80
- Ahmet Ümit’in Elveda Güzel Vatanım da tarihi roman niteliğinde yine 908-926 yılları arasını inceler. Roman ne yazık ki edebi açıdan bir facia olmanın yanında tarihsel arka planı verirken dönemin ruhuna bile yaklaşamamakta. Konuşmalar ilişkiler karakterler ve olaylar kısaca bütün bir tarih sanki bugün yaşanıyormuş gibi hissediliyor. Kurmacanın sığlığı kullanılan dilin niteliği karakterlerin tek boyutluluğu bunun birkaç sebebinden biri. Ne tarihi yaşıyor ne de mekanlarına girebiliyor ne de sokaklarında dolaşabiliyoruz. Yazıda incelenen romanların üç muharriri de dönemine sadece tanıklık etmemiş ayrıca anlatılan olayların sınıf ve tabakaların birebir içinde yaşamış ya da yaşayanlarla akraba arkadaş ve ya da çevre ilişkisinde bulunmuşlar. Ahmet Ümit’in başarısızlığı belki bu nedenle anlaşılabilir ama iyi yazar da bunu başarabilen değil midir? Bununla birlikte Osmanlı döneminde yazının tartıştığı fikrî ve siyasi canlılığı vurgulaması üç romana içerik olarak yaklaştırıyor Ahmet Ümit’in eserini. Bu anlamda kitabı değerli kılıyor.