Murat UTKUCU yazdı – Kutsalı siyasal alana çıkarmak; aklı, eleştiriyi, hoşgörüyü öldürmek demek! Siyasal İslam, biat ve itaat kültürü ile mukaddesin dokunulmaz alanı üzerinden özgür düşünceyi yok ediyor. Dolayısıyla bilimsel düşünceyi de. İktidarın meşruiyeti, ilahi temeller üzerine oturunca zaten demokratik siyasetin de ipi çekilmiş oluyor. Kim Allahın Partisi’ne (Hizbullah), ne hakla itiraz edebilir ki?
Siyasal İslamda entelijansiya hiçliği
Sevda Noyan örnek olayı üzerinden anlama yazısı
Neruda: “Komünizmi alt etmenin tek yolunun onları sürgüne göndermek, hapse tıkmak olduğunu sanıyorsunuz. Ama size bir tavsiyede bulunayım. Çözüm hepimizi öldürmekten geçiyor. Öldürün bizi. Böylece sorunu çözmüş olursunuz.”
Senato Başkanı: “Bu lafı bir daha telaffuz etmeyin. Denemek isteyen biri olabilir.”(1)
Dilin kemiği yok!
İnsanın söz söyleme kapasitesi sınırsız. Savunduğu fikrin tam aksini iddia edebilir bir dakika içinde. Daha ötesi bir dediğini, tek kelimesini değiştirmeden, aynı cümleyle de inkâr edebilir. İnsan mahir bir varlık! Yine de gerçeği inşa edip sonra ona dilediği Kandinsky formunu vermek herkesin harcı değil!
Eğer beyin kimyasındaki kısa devre buna sebep olmuyorsa neye dayanıyor bu “Sosyal Şizofreni” Cevap basit: Şahsi Menfaat. Lakin ölüm ile kalım arasında bir andaki çaresizliğin dayattığı menfaat değil. Ya da açlıkla terbiye edilmekten usanmış bir ruhun verdiği ödün! Veya insanın kahrederek diz çöktüğü bir yenilgi anında gösterdiği zaaf değil. Zorunlu olanla ilişkisiz, düpedüz ucuz bayağı menfaat. Daha çok kazanmak, daha çok biriktirmek, daha çok mal mülk dizmek için; daha çok makamla daha çok para ile ve bunların sahipleriyle temas için menfaat. İnsanı kirleten rezil ve pespaye eden menfaat. Eğer zerre vicdan kaldıysa son nefesini verirken, o nefese pişman ettiren menfaat.
İnsan sosyal bir varlık. O yüzden İnsanın Düşüşü istisnai vak’a değil. Kemiksiz Diller Cemiyeti’nde yaşıyoruz. Yani yazının ilk cümlesi istisna halini anlatmıyor. Klişe gelebilir, olsun, sınıflı toplumda dillerin kemik tutmaması kültüreldir. Despotizmde ise insanlar, varsa eğer kemiklerini aldırıyorlar. En azından meşru görüyorlar bunu kendileri için.
Yine de insan sormadan edemiyor: Karnın doyuyor ve bir evin varsa; şu iki kapılı han olarak anlatılan hayatta (çare bulununcaya kadar) herkes bir şekilde ölecekse, insan neden menfaatinin peşinde kendini rezil eder? Sebep? O dolmakalem neden kılıfına konulmaz? O laptop neden kapatılmaz. O sözde neden susulmaz. O dile neden protez takılmaz? Bir telefon kaydını hatırlıyor musunuz? Ülkenin en zengin yaşlı adamlarından biri devletin en güçlü şahsı karşısında işittiği sözlere dayanamayarak ağlıyordu. Ölüme beş kala bir insan bunun neden yapar kendine?
Bu sorular artık anlamsız. Çünkü durumun herkes farkında ve ekseriyet için bu durum meşru. Despotik katsayı yükseldikçe bu fikir de güçleniyor. Son elli yıldır kolektif ve etik değerlerin gözden düşürüldüğü bir dönemde bu sorular naif bir ruhun trajikomik iniltisinden başka bir şey değil. Algı bu. Ama şimdilik! Şunu da not edelim: Despotik rejimlere verilen gönüllü destek, despotun despot olmadığı ya da öyleyse de fayda zarar hesabında ilkinin ağır bastığı düşüncesine dayanıyor. Kim, fakire düşman, zorba, kötü birini sever ki. Kim aşıkları ayırana muhabbet besler ki? Despota verilen destek ile kemiksizliğin görmezden gelinmesi arasında ilişki var. Destek geri çekildiğinde oluşacak yeni siyasi dengelere bağlı olarak etik deformasyon da giderilebilir. Kemiksizler hesaba çekilebilir. Bu optimist yorum ama! Sol bir müdahale olmaz ise çok daha karanlık bir çağın kapısı da açılabilir.
Siyasal İslam’da ilişki kurma biçimi olarak riyakârlık ve biat:
Kendi ifadesiyle Eskiseküler ve komünist; unutturmak istediği kimliğiyle eski Fethullahçı ve herkesin gözüne soktuğu kimliğiyle yeni Erdoğanist Engin Noyan’ın karısı Sevda Noyan bir televizyon programına katıldı. Yaklaşık bir buçuk saatlik programın birkaç dakikalık bölümünde konuşmacı “15 Temmuz kursağımızda kaldı, istediklerimizi yapamadık. Boş bulunduk… Yanlış anlaşılmasın, doğru anlaşılsın; bizim aile 50 kişiyi götürür. Bu konuda çok donanımlıyız maddi ve manevi olarak. Liderimizin yanındayız ve asla yedirmeyiz bu ülkede, onu söyleyeyim. Ayaklarını denk alsınlar. Bizim sitede hâlâ 3-5 var, benim listem hazır.”(2 )dedi ve kıyamet koptu. Daha sonra, FETÖ’yü hedef aldığını ısrarla iddia etse de dinleyen hiç kimse, kastedilenin Fethullahçılar olduğunu düşünmeyecekti.
Noyan, muhalif kim varsa hepsini hedef tahtasına oturtuyor ve darbecilik ithamıyla en az elli kişiyi ailece “götürecek” maddi manevi teçhizata sahip olduklarını itiraf ediyordu. Ortada ne bir darbe ne de ortam vardı lakin Noyan failleri çoktan tespit etmiş hatta liste bile hazırlamıştı. Daha sonra Cüneyt Özdemir’in programında Canan Kaftancıoğlu’nu darbe ile ilişkilendirecek, dolayısıyla 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin baş aktörü Cemaat bir anda CHP teşkilatı ile yer değiştirecek, ayrıca listeye Ayşenur Arslan gibi sol seküler kesimden ünlü bir gazeteciyi de dahil edecek; daha da ötesi “Götürmek” isim fiilini öldürmek anlamında kullanmadığını da iddia edecekti.(3)
Enteresandır. Bir hafta arayla iki farklı Sevda Noyan portresi duruyordu karşımızda. Esra Elönü’nün programında özgüveni yüksek, söylediklerine iman eden ve komşularının ölüm listesini hazırladığını açıkça ilan eden ve bu işi güvenlik güçlerine bırakmayacağını ilan eden bir Noyan. Özdemir’in programında ise korkmuş, sinmiş, karşı tarafı sessizce dinleyen, suçüstü yakalanmanın panikliği içinde sözlerini inkâr eden bir Noyan.
Türk-İslam Kayseri muhafazakârlığı
Sevda Noyan aslında sadece tahayyülünden geçen bir fanteziyi dillendirmedi o gece. “15 Temmuz’da gerekeni yapamadık!” sözleri Fethullahçılara yönelik bir cezalandırma talebi değil aslında. Her önüne gelenin söylediği “15 Temmuz’da tatmin edilemeyen katletmek güdüsü”, kendilerinden olmayan kim varsa dâhil edilen bir torba. Siyasal İslamla marine edilmiş Türk İslam Kayseri Muhafazakârlığı dışında kalan kim varsa: Öncelikle Komünistler, her halde ateistler, mutlaka Aleviler ve Özgürlükçü Kürtler listenin birinci grubunda…
Sonrasında Soldan saymak üzere Kemalistler, kafası karışık İslamîler ve en azından komşusuna hınç beslemeyen vicdanlı muhafazakâr istisnalar ikinci grupta. Sonrasında, sevgilisiyle sokakta el el tutuşup onu yerli yersiz öpen delikanlı, öptüğü kız, alkol müptelaları, pipo sevdalıları, gerekirse pul koleksiyoncuları, bisiklet meraklıları, evlerinde kedi köpek besleyenler, bikini ile denize girenler ve onların kocaları, yani gerçekte ne olduklarından öte kendilerinden olmadığı zehabına kapıldıkları kim varsa.
Sevda Noyan’ın çok şaşırdığını düşünüyorum. Şaşırmıştır çünkü ev ortamında ya da katıldığı davetlerde özel sohbetlerde bu cümlelerin çokça kurulduğuna tanık oldu. Bu sözler resmi toplantılarda en yetkili ağızlardan belki gecenin ilerleyen vakitlerinde rahatça söylendi, tekrar tekrar muhabbete dâhil edildi. Cem Küçük, Fatih Tezcan gibi gazeteci olduğu iddia edilen şahıslar ya da Sedat Peker gibi mafyözler de (bugünün tuhaf şekilde kriminal halk kahramanı) daha önce dile getirmişti. O gece dilini kanlı bir kılıç gibi kullanmasına sebep, siyasal arka planı biliyordu. Es geçtiği ise bu tür kanlı senaryoları ulusal kanalda dillendirmek için siyasal ihtiyaca gerek olmasıydı. Pandemi günlerinde kimsenin siyaset yapacak hali yok iken kendi kitlesini konsolide edecek böyle bir “ver coşkuyu” faaliyetinin karşı tarafta çok daha keskin bir konsolidasyona neden olacağı vakıa idi. Ekonomik krizin “Marksist bildik bir tekrar” olmaktan çıkıp dalga dalga fakirlerin üzerine çöküyor olduğu bir ortamda yanlış bir hamle olarak görüldü Sevda Hanım’ın çıkışı. “Sosyal Medya” üzerinden karşı kampta kopan kıyamet neredeyse ilk kez dikkate alındı ve Noyan “şimdilik” “kurban” edildi. Zaten Cemaat ile aleni ilişkiler içinde olan ve öncesinde seküler dünyadan günah çıkararak Siyasal İslama iltica eden karı koca için olumlu referans verecek birileri mesela bir tarikat şeyhi de yoktu. Var olan bağlantılar da devreye girmeyince Sevda Noyan’ın bu vakada bileti kesildi. Elbette polisçe ihbar kabul edilmesi gereken beyanlar savcılık makamınca dikkate alınmayacaktı. Kurban denildiyse o kadar da değil…
Ahmet Mahmut Ünlü yani Nakşi İsmailiye tarikatının etkili ismi Cübbeli Ahmet Hoca bir televizyon programında şöyle diyecekti onun hakkında: “Çok yanlış bir tavır. İtidale davet ediyorum. Hicap duydum. Ben komşum gâvur olsa onun hidayete ermesi için dua ederim. Kesmek nereden çıkıyor? Bu çok tehlikeli bir yaklaşım. Buna ne gerekiyorsa icabı yapılmalı. Bu yaptığı nefret suçu. Ben bunu evimde çocuğumla konuşmam. Benim komşularım var. Her milletten insanla ilişkim var. Onları elimin tersiyle mi iteceğim. Ben (farklı milletten) bunun kafasına mı sıkacağım. İslam’da böyle bir şey yok. Eşkıya ise devlet bakacak. Allaha karşı günahı varsa Allah ile kul arasında. İnsanlar bizim keseceğimizi sanıyorlar. Müslüman böyle bir şeyi düşünmemeli.”(4)
Cübbeli Ahmet Hoca bağımsız bir figür olarak böyle bir yorumda bulunabilir mi? Ya da iktidardan bağımsız Saray’ın iradesi halefine bildiği İslam’ı deklare edebilir mi? Buna gücü yeter mi? Buna tevessül eder mi? Tarikat- Saray ilişkilerinin siyasi ekonomik rantın dağıtımı üzerinden yürüdüğü bir ortamda bu soruların yanıtı belli: Hayır! Cübbeli, ya talimat aldı, ya kulağına kar suyu kaçırıldı ya da güçlü sezgileri ile ne yapması gerektiğini bildi. Aynı süreçte programın yayımlandığı Ülke TV, özür metni yayımlayacak, program paylaşım sitelerinden kaldırılacaktı. Dolayısıyla o programda Sevda Noyan’ın daha ne harikalar yarattığı hakkında bilgi sahibi olamadı kamuoyu. Cüneyt Özdemir’den öğrendiğimiz kadarıyla baroların kapatılması gerektiğini, eşcinselliğin hastalık olduğunu da beyan etmişti.
Kapıkulu Entelijansiyası’nda tefekkür metodu: Değişken ayna
Tüm bu hikâye, Bir Sevda Noyan Densizliği olarak klase edilip rafa kaldırılabilirdi. Nihayetinde Sabah ve Akit gazetelerinde bunun kadar hadsiz düşmanlıklara rastlıyoruz. Ancak Sevda Noyan’ın altı yıl önce aynı programa katıldığı ve o zaman şimdikine göre nispeten farklı siyasi duruş sergilediği görülünce dosyayı biraz daha incelemek gereği ortaya çıktı. Eşi Engin Noyan’ın aynı dönemdeki sözleri ise dikkate alınmayı hak ediyordu.
İnsan değişir. Yaşı değişir, sınıfı statüsü değişir, tipi görünümü saç stili değişir, dini değişir, fikirleri değişir. İnsan her koşulda değişir. Mesele değişmek de değil. Lakin saç stilinizi, beğeni değil de birine yaranmak için değiştiriyorsanız, mahalledeki bir çeteye sempatik gelecek şekilde davranmak için o ağızla konuşuyorsanız, hiç kılmadığınız halde o namazı, patron memnuniyeti için eda ediyorsanız, bir vakit Yunus Emre’nin derya gönlünden bahsederken şimdi Halit Bin Velid’in kılıcı tadında yaşıyorsanız ve tüm bunları içinizden geldiği, inandığınız, benimsediğiniz bir görüşü savunmak için değil de makam, mevki, para pul için yapıyorsanız, değişim, sizin için kronik bir insanlıktan düşme halidir.
Ulusal kanallarda daha düne kadar kendince liberal programlar sunan televizyoncuların içine düştüğü içler acısı hal ileride tez konusu olacaktır. Televizyon, algı yaratma işlevi nedeniyle İktidarın en çok yüklendiği alan. Ve görülen o ki sektördeki “insanî malzeme” kalitesizliği tahmin edilenin de ötesinde. Beklentinin yüksekliği değil mesele. Düne kadar Selahattin Demirtaş’ı programında ağırlayan birinin bugün HDP’nin konuşulduğu bir programda tek bir partiliyi davet etmemesi iktidar baskısından olabilir. Lakin buna direnmeyen ya da direnebilecek durumda değilse çekip gitmesini bilmeyen de iktidarla aynı hat üzerinde mevzilenmiş demektir. Zaten kısa sürede kraldan daha kralcı kesilecektir. Nitekim kesildiler. Despot dalkavukluğu son bodrum kat. Sadece Ahmet Hakan gibi bir karikatür değil söz edilen. Yayın odasından kopmamak için direnip nihayetinde kapının önüne konulan ve bugün muhalif kanatta yazıp söyleyen bir kısım yazarçizer için de aynı durum geçerli.
İnsan değişir. Bazısı kirli menfaatler uğruna değişir. En yüksek kulenin en ulaşılmaz odasına koyduğu o “yüceler yücesi” değerlerini muktedirin ağzına bakarak bir kalemde siler atar ve yerine o ağızdan çıkanı koyar. Yılanın gömlek değiştirmesi gibi sürekli tekrarlanır bu durum. Lakin deri değişimi haricidir ve komutla olur. Kulak hep muktedirin ağzına bakar. Bu nedenle aynadaki suretleri de hep değişir. Ama gözün gördüğü başkadır. Bu “Değişken Ayna”lar hep aynı görüntünün aynada kendilerine baktığını sanırlar. Hiç değişmediklerine yemin billah ederek… Değiştilerse de bu bir gelişmedir ve sadece iç yolculuktan ibarettir. Sorgulayarak deneyip yanılarak geldikleri durak. Yalandır. Makam mevkii için, ihtiyaçları olmadığı halde, aç açık değilken oldukları halle yetinmezler. Muktedire yakın durmak için, ikinci buzdolaplarını tıka basa doldurmak uğruna ve egolarına hava basmak için erdemsizliğin tacını başlarına geçirirler. Oysa aynı durumda olup da itiraz eden, haksız hukuksuz mahpuslara atılan insanlar vardır. İktidarın zorbalığına maruz kalmamak için en azından susmasını bilenler de…
“Değişken Ayna”, sadece iktidar her kimse değil, iktidar her ne dediyse, onun yanında, ona yakın, onun periferinde, ona yamanarak, ona yanaşarak, bunların hiç biri olmuyorsa, sabırla bekleyerek yaşar. O bir aygıt insandır. Sözünün güvenirliği, tavrının tutarlılığı yoktur. Bu kadar tutarsızlık içinde kendine değer verdiği de. Ama konuştuğunda bir erdem abidesi, bir inanç kaidesi gibi yükseltir kendini. Her an ölmeye hazırdır. Şehadet şerbeti içmek için sabırsızdır. Yeter ki kutsal bildiği, yere düşmesin. Oysa kutsal bildiği hiçbir şey yoktur. Çünkü başkasının “kutsalı” için ruhunu kiraya verir. İdeoloji ve kutsal aygıt, portmantoya asılı bir ceketten farksızdır onun için. Ceketin portmanto için anlamı olabilir mi? Sevda Noyan vakasında yaşanan tam da budur mesela. İnancı için elli kişiyi öldüreceğini beyan eden Noyan birilerine şirin görüneceğini sanırken, yalnız bırakılınca, o küstah ötesi özgüvenle savunduğu kutsalından nasıl da bir kalemde vazgeçebildi. Oysa, “Evet liste yaptım ve bu bir ölüm listesi. Ne var bunda!” diyebilmeliydi. İktidar onu yalnız bıraktı ve o da derhal caydı. Çünkü inanmıyordu. İnanmadığını Saray da biliyor zaten.
Ama Saray’ın arka çıkmama sebebi bu Riyakâr Ayna hali değil. Yoksa, Engin Ardıç gibi aygıtların nasıl da Saray çevresinde dönen kuyruklu meteorlar olduğunu bilmez mi iktidar? Mesele, zamanın uygun olmaması. Şu an için zamansızdı. Yarın belki birinci ağızdan duyacağız daha ağırlarını. Ama şu gün değil. Kaldı ki ne Sevda Noyan hakkında bir savcılık işlemi var ne de gazeteci kisvesiyle ortalıkta dolanan ve “Karılarınızı kızlarınızı bizden nasıl koruyacaksınız? Listelerimiz ve zulalarımız hazır!” diyen Fatih Tezcan hakkında. Ellerindeki sınırsız iktidar gücüyle bu tür hukuk ve kanun dışı uygulamaların rutine bağlandığı sürekli bir “tedbir devleti” halinde yaşıyor olduğumuz vakıa. Yine de tuhaf şeyler var. Toprağın ayakları altından kayacağına dair bir korku. Belki de bir korku inşa ederek seçimsiz, dolayısıyla süresiz bir iktidarı ilan etmek için ön çalışma, bu yapılanlar.
Şeyhülislam özentisi dönme dolap: Engin Noyan
Sevda Noyan tepkilere maruz kalınca kocası Engin Noyan’ın da marifetleri ortalığa saçılmakta gecikmedi. Yaklaşık beş yıl önce Hilal TV’de yayımlanan bir programda Engin Noyan, tam bir IŞİD profili çiziyordu mesela: “Bir gün asansöre bindim. İçinde yaşlı ve tombulca bir kadın vardı: “Essalemü Aleyküm” dedim. Şöyle kaşını kaldırdı. Öyle tepeden tepeden “Günaydın” dedi. Benim de nevrim dönüverdi. Kadın bana hava raporu veriyor. Ben salak mıyım? Görmüyor muyum günün nasıl olduğunu? Af edersiniz dedim. Sizi Müslüman sandım. Kadın bir sinirlendi. Siz benim Allaha imanımı sorgulayamazsın dedi. Ne üleen! Her şeyin bir göstergesi, normu var! Allah’ın selamını almazsan Müslüman olamazsın kardeşim. Bir de Müslümanlıklarına toz kondurmuyorlar. Dinle imanla en ufak ilgileri yok ama biri göğsünün ortasında Allah kolyesi takmış. Edepsizliğin zirvesine bakar mısın? Bir de göğüslerini kapatacağı yere asmış. Ulan nereye takıyorsun sen! Allah’ın ört dediği yere. Ondan sonra ben de Müslümanım. Yok kalbim temiz benim! Senin kalbin temiz olsa ne olur olmasa. Sen namazdan oruçtan vazgeçmişsin kalbin temiz olabilir mi? Şeyhülislam olsam inan sopa çektiririm bunlara şehir meydanında!”(5)
Engin Noyan, dinin, kültüre dahil olduğunu, her dinde birbirine düşman tariklerin boy verebildiğini ve dinler tarihinin dindaşını katletme tarihi olduğunu elbette biliyor lakin başka dilden konuşuyor. Çünkü o programda başka şansı yok. Radikal kesilmek zorunda. Oysa sunucu bu tavrından pek hoşnut değil. “Neden sorguluyorsun? diye şerh düşüyor Noyan’a. İhtimal muhatabını tanıyor ve kendini belki daha içerden görüyor. Belki o da bu söylemi programı için provokatif görüp önlem alıyor. Noyan ise Fethullahçı eskisi olarak “show” yapmak zorunda. Ve kendini ispat etmek! O yüzden bir dakika bile sürmeyecek asansör yolculuğunda bir insana zorla selam verdirmek derdinde. Kadın cevap veriyor ama beğenmiyor. Mutlaka kendi dediği olacak. Aynı şeyi biri ona yapsa? Şimdi ne değişti? “Allahın selamını verdim!” diyor ama o selamın insani temas ile sahiden selam vermekle ilgisi yok. Hesap sormakla ilgili. Selamı, hesap kesmek için veriyor. O selam, Noyan için bir silah, bir zorbalık aracı. Öyle olmasa susup geçerdi. Ama dayatıyor, zorluyor inanç üzerinden, taciz ediyor. Günaydın demese kadın, haklı olabilirdi belki. Oysa muhatap alındığı halde cevaptan hoşnut değil. Muhatabının dini değerlerini küçümsüyor, alay ediyor. Müslümanlık dersi verirken hiç tanımadığı bir kadınla böyle konuşmanın İslam dışı olduğunu da es geçiyor. Çünkü o kadının başı açık. Dolayısıyla statüsü düşük. Zaten derdi; hem Müslüman hem seküler olan bu tip insanları torna tezgahına yatırmak. Söylemediği ise şu: Kimin Müslüman olacağına biz karar veririz kardeşim! Uymuyor mu? Şehir meydanında sopa çektiririz o zaman! Koordinatları yanlış mı peki. Kesinlikle değil. Siyasal İslam’ın konumu bu çünkü.
Engin Noyan, 2015 ve 2018 yılında Esra Elönü’nün “Arafta Sorular” programına katılmış ve uzun uzun fikirlerini açıklamış. Seküler hayatın içinden gelip İslamcı olmak neden bir insanda kibre yol açar bilinmez ama tam da bu çok bilmiş hal ile Radikal İslamcılığı harmanlayıp birbiriyle ilgisiz, tutarsız temelsiz ne kadar fikir varsa izleyicinin üzerine boşaltıyor. 2015 yılında, dindar insanların siyaset üstü olduklarını beyan edip dindarların sınıfsal nedenlerle İslamcılar tarafından adam yerine konulmadığını vurgularken 2018 yılında askeri kamuflajla sünnet çocuğu kıvamında programa gelip iktidarın savaş konseptine tam destek veriyor. Oysa üç yıl önce dindar olmak siyasetle ilgili değil diyordu. (6)
Değişken Ayna’da dün farklı bugün farklı! Yarın kim bilir nasıl bir suret!
Sevda Noyan da 2014 yılında aynı programa iştirak ettiğinde tuhaf şeyler söylüyor. O zaman henüz listeler ve “Ayaklarınızdan asacağız” türü mesajlar yok. 15 Temmuz Darbe girişiminden sonra ortada darbe yapabilecek militer bir yapı kalmadığı halde bugün sivil siyaseti; olmayan tank, uçak ve tugaylarıyla darbeye kalkışacak olmakla itham eden iktidar da o günlerde bu denli hadsiz değil. Nispeten farklı bir hava var ülkede o dönem. Dolayısıyla Sevda Noyan daha rahat konuşuyor. Dönemin, sözüm ona liberal, bağımsız, vicdanının sesini dinleyen İslamcı kimliğiyle bakın İslami kesimi nasıl eleştiriyor: “28 Şubat’ta büyük zorluklar çekmiş dindar Müslümanlar bugün iktidar gücünü, maddi gücü elde ettiklerinde bunu nereye kullandılar. Ben şahsen olumlu kullandıklarını düşünmüyorum. Bin euroluk bir eşarp taktığınızda daha mı değerli olacaksınız? Neden iyi, hep madde ile ölçülüyor. Allah insanda güzeli görmek ister. Ben onu yüksek ahlak olarak algılıyorum. Dindar olmak AKP’li olmak değildir. Dindarlık hep siyasetle bir tutuluyor. İlk Müslüman olduğum zaman herkesin sahabe gibi olduğunu sanıyordum. Çok şaşırdım. Hiç de öyle değildi.”
Tuhaf değil mi? Komşusunu öldürmek üzere çetele tuttuğunu söyleyen fundamental nerede? Dini güzel ahlak üzerinden okuyan dindar nerede! IŞİD militanına dönüşmeden önce makul sözler sarf ettiğini görüyoruz Sevda Noyan’ın. Çünkü ülkede siyasal baskı tavan yapmamış ve henüz ülkede Tek Parti Diktatörlüğünün ilk pratikleri uygulamaya konmamış. O yüzden rahat konuşuyor. Bugün İslamcı bir kalemşörün söyleyemeyeceği sözleri rahatça sarf ediyor. Peki, sahiden inanıyor mu? Kemiksiz bir dil ile konuşan akla ne kadar güvenebiliriz? O gün böyle bir konuşmaya sevk eden siyasal dürüstlük bugün neden sırra kadem basmış? Ve bugün sahiden inandığını mı vazediyor? Değil! Çünkü o bir dönme dolap. Ama yörüngesi olmayan. Çıkarı için mütemadiyen dönen, dönerken yön değiştiren. Ne ilke, ne adalet, ne etik. Ve hep sonradan dahil oldukları için “o büyük dava”ya davanın asli unsurlarından çok daha iman etmiş ve sekter olduklarını kanıtlama telaşında.
Siyasal İslam dişe dokunur bir fikir üretebildi mi?
İkibinlerden bu yana ütopyası İslam olan bir partinin ve onun müttefiki cemaatlerin iktidar bloku ile yönetiliyoruz. Son beş yılda iktidar tam olarak merkezileşerek tek adam despotizmi ile meclisin devre dışı bırakıldığı bir siyasal rejim inşa edildi. Sürecin ilk on yılında TSK ve devlet içindeki odakların parlamenter rejim üzerindeki tahakkümünü kırmak için Siyasal İslam, liberal söylemin arkasına sığınarak ülkeyi AB standartlarına yükseltme hedefini ilan etti. AB Müktesebatına uyum için bir şeyler yapıldı. Nispi demokratik bir dönem yaşandı güçler arası tahterevalli oyunundaki o pat döneminde. Ergenekon operasyonları ile ordu içindeki siyasete teşne gruplar darbe iddiaları üzerinden ezilirken, 2010 Referandumu sonrasında artık TSK’nın devre dışı kaldığı ikili iktidardan söz etmek mümkündü: AKP ve Cemaat. Antikomünist bir yapı olarak devlet ve CIA eliyle örgütlenip büyütülen Fethullahçılık; beş yıl sonra girdiği iktidar mücadelesini kaybetmek üzereyken son bir hamle olarak ordu içindeki elemanlarını harekete geçirerek darbe yapmaya kalktı. Trajikomik darbe teşebbüsünden sonra, bu teşebbüsü tüm muhalif hareketleri ezmek için kullanan iktidar partisinin eliyle despotik bir Türkiye inşa edildiğine tanık olduk.
Eylül faşizmi ile birlikte devletin tam desteğini alarak yükselen İslami siyasi hareket, her şeye rağmen entelijansiya inşa edemedi. Ne saygın, ne üretken, ne iktidara eleştirel, ne bildiğini ifade etmekten çekinmeyen, ne orijinal, ne karakter sahibi. Üstelik Ruşen Çakır gibi sol liberallerin zorlama siyaset sosyolojilerinde siyasal İslama sunulan açık çeke ve olmayan nitelikleri varmış gibi gösterilmesine rağmen.
Bugün mesela Fethullahçılığın tam da bu amaçla kurduğu çok sayıda kurumun ne adlarını ne de o kurumun neon ışıklarıyla parlatılan yazar çizer takımını hatırlıyoruz. Her biri ağır top olduğu iddiası ile ortalıkta dolanır kanal kanal gezerlerdi değil mi? Bugünkü kanal gezginleri de gelecekte aynı durumda olacak ki hiç biri eskiler gibi popüler değil. Geçmişte sözüm ona adil ve vicdanlı olduklarını iddia ederlerdi. Oysa Fethullahçılığın bir çete faaliyeti, kurmay kadroların ise bostancıbaşı oldukları herkesin malumu.
Zaman Gazetesi’ni düşünün. İslam kimliğiyle sahiden dişe dokunur fikir üreten kimdi o gazetede. Belki bir iki kişi vardır. Ki Ahmet Turan Alkan’ı mahkemedeki dik duruşuyla entelektüel kimliğe yakın bir kalem olarak ayırıyorum. Ali Bulaç ise bir entelektüel olmadığını iktidar karşısında utanç verici diz çöküşüyle ortaya koydu. Hala nasıl ve ne yüzle yazıyor ve ahkâm kesiyor anlamak mümkün değil. Bu iki kişi de Fethullahçı değildi ama cezalar siyaseten kesildi. Zaman Gazetesi’nde en çok okunan yazarlar ise herhalde sol liberallerdi. Dünya tarihinin en ahlak dışı ve modern zorba cemaatlerinden Fethullahçılığın siyasi projesine Abant toplantılarına katılarak belki zımnen ama her halde destek sunmuş oldular.
Taberi yerine Foucault’dan alıntı yapmanın ağırlığı
Seksenlerin sonunda Birikim çevresinin çabasıyla Medine Vesikası üzerinden İslam’da liberal demokrasinin keşfedildiği, Sovyetlerden kalma “Birarada yaşama” konseptinin bir başka pencereden yeniden tedavüle çıkarıldığı, gerçekte bir tür İslamcı müttefik inşasına girişildiği bir dönemde siyasal İslam, Batı ile temas edecek bir kanal bulmuş oldu. Batı’nın entelektüel sandığından ne varsa iktibas edilip İslami dergilerde boy göstermesi de o günlere rastlar. Batı’yı yine Batı’nın aklıyla yazılmış eserler üzerinden eleştirip bunu on dört asır önceki dinsel dogmaya uyarlamak kolay değildi. Buna karşılık Taberi yerine Foucault’dan alıntı yapmak cümleye inanılmaz bir ağırlık katıyordu. Belki bunda Foucault gibi bir aklın İran Devrimi’ne verdiği şizoid desteğin de payı olabilir. Lakin ortada birbirine uymaz iki ideolojik geometri vardı ve bütünleşmeleri mümkün görünmüyordu. Biri diğerine iltihak etmediği ya da biri diğerini ezmediği sürece.
Doksanlı yıllarda ne oldu da siyasal İslam’da fikrî canlılık yaşandı?
Yine de doksanlı yıllar siyasal İslam’ın fikrî dünyasına canlanma getirdi. Batı fikir dünyasının kendi tarihsel fonu üzerinden ürettiği tezler ses buldu. Belki bir avuç yayıncısı da olsa “Evrensel Kadın” adında İslamcı feminist bir dergi çıkabildi mesela.(7) –Bugün ise seküler kesimden gelen Sevda Noyan, kadın erkek eşitliğinin olmadığını söylüyor o programların birinde. Ne tuhaftır ki Noyan, o vakitler İzmir burjuvazisinin seçkin bir üyesi olarak kadınlığını sınıfsal ayrıcalığıyla yaşayabilirken, genç kadınlar feminizmi keşfetmeye çalışıyorlardı-.
Bu fikrî canlılık, Devlet Dini’ne karşı mesafeli bir duruş hatta reddiyeyi beraberinde getirecekti. Resmi ideoloji ve Diyanet İslamı’na karşı devleti zulüm kapısı olarak gören bakış yükselince o döneme kadar aynı devletin gadrine maruz kalmış sosyalistler ve Kürtler de siyasal İslam’ın görüş alanına girmiş oldu. Sahiden kendi çıkarı için değil; halk, yoksullar ya da Allah adına ama iyilik, amel, takva ve paylaşım üzerinden kurulan söylem bu iki kesimi de birbirine yaklaştırmış, İslami yazarların bir bölümünü de içine çekmiştir. Kaldı ki Türkiye’de sosyalizm hiçbir zaman din karşıtlığı üzerine siyaset yapmamıştır. Bu siyaseti yürüten ne enteresandır ki soldan hiç kimsenin sol görmediği akım Aydınlık çevresi oldu. Teoloji eleştirisi değil, dinsel inancı elitist bir bakışla aşağılamak burada sözü edilen Tıpkı Engin Noyan’ın asansörde kendisine günaydın diyen seküler kadına yaptığı gibi.
Halk İslamı’ndaki “az ile yetinen bir hırka bir lokma ile sürdürülen” mütevazı hayatların sosyalist kültürle yakınlığı ayrıca Ümmetizm’in nasyonalizme karşıtlığı, pratikte ise Kürt İslamcılığının PKK karşısında devlet eliyle de olsa yükseltilmesi ve solun ezildiği dönemde sosyalizme sempati duyan üniversite gençliğinin kendini İslam dairesinde bulması bu Sol-Kürt-İslamcı yakınlaşmasının sebepleri arasında yazılacaktı. İslam’da tüm iktidarın Allah’a ait olması üzerinden devlet karşıtı İslam Anarşizmi tezleri bile gündeme gelecekti o günlerde.
Batı ile temas halindeki siyasal İslam daha çok üniversite ortamlarındaki okumuş kesimler arasında yaygınlık gösterdi. Devlete yakın tarikat ve cemaatlerin pozisyonu ise stabil kalacaktı. Fethullahçılık ise ABD’nin yeşil kuşak projesi dahilinde bir tür Protestan İslamı inşa etmek üzere yola çıktı. Antikomünist, AntiKürt ve sol değerlere düşman buna rağmen sol liberaller ile temas üzerinden “Medeniyetler Buluşması” gibi havalı lakin içi boş kavramlaştırmalar ile bir tür Sovyetlerin “Birarada Yaşama Modeli” altında bir algı inşa etmeye çalıştı bu Cemaat. Oysa en fazla Pinochet kadar demokrattılar. Ötekiyle teması Reel İslam’dan farksızdı: İrşâd etmek. Edemediğini ezmek. Otoritesine mahkûm etmek. Siyasal hırsları onları darbe yapmaya kadar götürecekti. Bu ülkedeki son darbe İslamcı bir iktidara karşı İslamcı bir cemaatin orduyu kullanarak kalkıştığı operasyon olarak tarihe geçti.
Kısa süren 28 Şubat sürecinden sonra AKP iktidarından bugüne uzanan süreçte her türlü imkâna, paraya pula, bankamatik memurluğuna ve her türlü sermaye transferine rağmen neden siyasal İslam bir entelijansiya yaratamadı. Bunun sebebini İslam ideolojisinin düşünce saiklerinde aramak gerekiyor.
Siyasal İslam despotizminde Entelektüel’e hayat hakkı yok!
Entelektüelizm nedir? Öncelikle metodoloji. Düşünce, metod ile var olabilir. Hiçbir şey eleştiriden münezzeh değil. Lakin her konuyu tutarlı bir metod üzerinden tartışmak gerekir. Eleştiri ise dur durak bilmez bir düşünce maratonu. Sadece kendi sesine odaklı olmayan. Farklı olanı susturmaya kalkmayan. Eşit şartlar altında tartışmaya çağıran. Biri istediğini ifade ederken ötekine ceza öngörmeyen. Entelektüel, sınırsızca düşünen ve herkes için bunu dileyen kişidir. O yüzden entelektüel etik, farklı bir fikrin dillendirilmediği ortamda susmayı yeğler. Yalçın Küçük, yıllar önce bu nedenle “İsmail Beşikçi’den farklı düşünüyorum. Ancak onun hapiste olduğu ve cevap veremeyeceği şu ortamda eleştiride bulunamıyorum” demişti. Sonradan çok değişse de o gün aldığı tutum entelektüel onuru temsil ediyordu.
Modern siyasal İslam, despotiktir. Sadece siyaseten değil tartışma kültürü bağlamında da. Kutsalı temsil eden yazılı metinlere hatta o iradenin yeryüzündeki siyasi temsilcilerine yapılacak itirazı dahi hoş görmez. Bu sadece İslam dışı akımlara değil içeriye karşı da böyledir. Engin Noyan “Müslümanlığımı sorgulatmam” diyen kadına “haddini bil hanım ya Müslüman ol ya dinden çık!” diyebiliyordu ulusal kanalda. Zorlama olmadığı iddia edilen bir dinde üstelik. Sıradan bir kadına bunu yapan zihniyetin siyasi bir kamplaşmada neler edeceğini görmek için bu kez Sevda Noyan’ın listesini hatırlatalım.
İkinci tespit ise Türkiye özelinde bir tarih okuması olacak: Öznel bir okuma! Siyasal İslam için sahip olunan iktidara biat birincil önemdedir. Her ne kadar biat’ın bildiğimiz sadakat değil de ahde vefa ve bir tür karşılıklı yetki alış verişi, bir tür toplum sözleşmesi olduğu iddia edilse de pratikte nasıl göründüğü bugün için nettir. Siyasal İslam’da iktidar ile araya mesafe koymak ilkesel bir tutum değildir. Dolayısıyla İslamcı mütefekkir-aydın için eleştiri, varoluşunun mütemmim cüzü değildir. İktidar kavramına yönelik sorgulama doksanlı yıllarda öne çıksa da cemaatler ve siyasi parti üzerinden İslamcı ile siyaset ilişkisinde, gücün karşısında bireysel özgürlüğü, değerleri, mesafeyi korumak yoktur. Bu iki olgunun Türkiye siyasal İslam’ındaki izdüşümü “kemiksiz” bir dilin, omurgasız bir ideolojinin inşasıdır. Ve nihayetinde siyasal İslam’ın, embriyo seviyesinde kalmış entelijansiyası, fikri ve siyasal ahlak ile bağ kuramamış kalem erbabıdır.
İslamcı kalemler nerede?
Doksanlarda o, sola temayüllü, okumaya meraklı, devletle mesafeli radikal muhalif dergi kalemşorlarının çoğunluğu bugün yandaş medya ekranlarında, okunmayan gazete köşelerinde, AKP devleti kurumlarında, belediyelerin sanat birimlerinde mevcut rejimin bekası için tehditler yağdırmaya, en bayağı bir üslupla muktedir ne derse cansiperane savunmaya, dün ak dediklerini bugün kara çıkarmaya, hiçbir etik, siyasi, insani hatta İslami nazarı dikkate almadan esip gürlemeye devam ediyorlar.
Son otuz yılda İslami çevrede entelektüel iddiasıyla ortaya çıkıp popüler olmuş kaç kişi bugün iktidar karşısında kaleminin ahlakını koruyabildi. Aklınıza gelebilecek ilk on kişiyi sayın denilse bir elin parmakları fazla gelmez mi? Binlerce insanın dergi, gazete ve televizyonlarda fikir ürettiği bir siyasal akımdan söz ediyoruz. Sahiden aklına, ahlakına, aslında inandığı İslam’a saygı duyan bir kısım okumuş yazmış Müslüman erbabın siyasal baskıya maruz kalmamak için sesini gömdüğünü görebiliyoruz. Hatta o dönemde AKP kurucusu olmuş bazılarının tüm bu düşme hallerinin dışında kalmak için elini eteğini siyasetten çektiğini de.
O yüzden tüm bu tespitler, tarihsel kültürel bir inanca kapılanarak Müslümanlığını o çok eleştirilen kavramla “bireysel” alanda yaşayanlara değil. İslamdan değil İslamcılıktan, Müslümandan değil İslamcı’dan söz ediyoruz. İslamiyet, evin kapısından çıkıp siyasal İslam haline geldiğinde başka bir şeye dönüşüyor. Ve o dönüştüğü şey mesela Paris ve Ankara katliamlarında IŞİD bombalarıyla parçalanarak ölen yüzlerce insanı üstelik saygı duruşunda on binlere yuhalatabiliyor. Mezarları parçalatabiliyor. Farklı olana hayat hakkı tanımıyor. O siyasal İslam, dinden çıkanı ölümle cezalandırıyor. En basit bir eleştiriyi ölümcül bir hakaret olarak kodluyor. Kutsalı siyasal alana çıkarmak; aklı, eleştiriyi, hoşgörüyü öldürmek demek! Siyasal İslam, biat ve itaat kültürü ile mukaddesin dokunulmaz alanı üzerinden özgür düşünceyi yok ediyor. Dolayısıyla bilimsel düşünceyi de. İktidarın meşruiyeti, ilahi temeller üzerine oturunca zaten demokratik siyasetin de ipi çekilmiş oluyor. Kim Allahın Partisi’ne (Hizbullah), ne hakla itiraz edebilir ki? Şu kesin, kutsalla tahkim edilen siyaset, ilahi diktatörlük inşa eder. En liberter bir dini benimseyin, o dini siyasallaştırdığınız an Selefiliğin kapısından girmiş olursunuz.
Tüm bu ahval ve şerait dâhilinde entelektüelin siyasal İslam periferinde varoluşu imkansızdır. Aklını bu mengeneden çıkardığı zaman belki. Ama o zaman İslamcı olmayacaktır.
Son sözde ilk söze dönersek
Yazının başında Neruda filminden bir alıntı yer alıyor. 1948 yılında Şili Meclisi’nde geçen bir diyalog: Şair, Senato Başkanı’na “Komünistleri öldürün ve kurtulun. Sizin için kolay yol bu olabilir.” dediğinde Başkan, “Lütfen bunu dillendirmeyin, deneyecek biri çıkabilir!” diye uyarıyor Neruda’yı. Bugün gangster ayarındaki gazetecilerin, düpedüz gangsterlerin ve iktidardan nemalanmak isteyenlerin ve ya da Sevda Noyan gibilerin, muhalif kim varsa öldürmek, asmak, kesmekle başlayıp “karısı kızı çoluğu çocuğunun” namus ve hayatlarına dil uzatacak kadar pespayeleşen Nazilere taş çıkartacak tehditleriyle karşılaşıyoruz. Korkutmaya çalışıyorlar. O kadar korkuyorlar ki korkuları tavan yaptıkça ayarları kaçıyor, insanlıktan bir daha ve bir daha çıkıyorlar. Mezardan geçerken korkusundan ıslık çalan adam gibiler. Oysa kimse o ıslıktan korkmuyor. O her biri hukuken ve insanlık adına suç teşkil eden sözlerden kimse korkmuyor! Tarihe not düşülsün.
20.05.2020 Saat: 08:14 Çarşamba – 27.8.2021 Cuma Saat: 14:44, İlahiyat İzmir
- Neruda Filminden (Yönetmen Pablo Larrain. 2016)
- https://www.youtube.com/watch?v=mA0RPDrktbc
- https://www.youtube.com/watch?v=xJNpkmbW-CY
- https://www.youtube.com/watch?v=Nguzl8CgkJ4&t=484s
- https://www.youtube.com/watch?v=c7GdSyWto2A&t=182s
- https://www.youtube.com/watch?v=pwxDxN-aRQE
- https://katalog.idp.org.tr/dergiler