Pakrat ESTUKYAN yazdı – Ülkede tek parti döneminin kapanması, görece demokratik bir seçim sisteminin benimsenmesi, Kuzey Atlantik Paktı’na katılarak batı tipi bir demokrasinin hedeflenmesi kuruluş reflekslerini asla aşındırmadı. Tersine, bu refleksler derin bir asker- sivil bürokrasinin kontrolünde günümüzü de şekillendirmeye devam ediyor.
Faşizm, saldırgan milliyetçiliğin en azgın halidir. Tarih içinde bu ideolojinin en ağır sonuçları ise, toplumun geniş katmanlarında destek bulmasıyla sağlanır.
Kuruluş yıllarında Ermeni, Süryani, Ezidi ve Pontus soykırımları, ardından gelen mübadele anlaşmaları, ‘isyan bastırma’ gerekçesiyle Kürtlere yönelik iskân kanunları Türkiye toplumunda meşruiyet bulmuş, devletin resmi söylemleri olarak halk yığınları tarafından da fazlaca sorgulanmadan, hatta genellikle hiç sorgulanmadan kabul görmüştür.
1 Mayıs 1977 tarihinde Taksim Meydanı’nı kana bulayan uluslararası komplo, sonraki yıllarda 1 Mayıs kutlamalarına yönelik sürekli bir kaygının yerleşmesine yol açtı. Yasaklamaların salt asayiş tedbiri olduğu yanıltması toplumun önemli bir kesimi tarafından kabul gördü.
Devlete vehmedilen yasallık, polisin, istihbaratın suç işleyebileceği ihtimalinin uzun yıllar boyunca gündeme gelmesine engel oldu.
Devlet aygıtı zamana göre ‘iç düşman’, ‘beşinci kol’, ‘komünist’, ‘anarşist’, ‘terörist’, ‘bölücü’, ‘misyoner’, ‘dış güçler’ gibi değişik adlandırmalarla ülkenin bekasına kast eden düşman algısı yaratmakta asla zorlanmadı.
Çerkezlerin, Arnavutların, Pomakların, Boşnakların, Lazların, Müslüman Gürcülerin ve Helenlerin, Hemşinlilerin, ihtida eden Ermenilerin, Çingenelerin ve büyük şehirlere göç eden Kürtlerin bir kısmı egemen unsurdan sayılmanın nimetleri uğruna kolayca Türkleşmişti. Bu süreçte kolaylaştırıcı unsur ise yakın geçmişteki suç ortaklığı ve ganimet paylaşımından pay almaları olmuştu.
Faşizm, bu özellikleriyle ele alındığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin de kurucu ideolojisi olmuştur. Yapay bir proje olarak hayata geçirilen Türk ulus-devletin harcında çimento olarak dinsel ve kültürel farklılıklarla keskinleştirilmiş milliyetçilikten kaynaklanan suç ortaklığı vardır. Müslüman inancı ile ortaklaştırılan halklar, Hanefi, Sünni mezhebinin dışında kalanları kolayca düşman ve yabancı konumuna iterken, kendi özgünlüklerini de gönüllü bir şekilde egemen çoğunluğa feda etmişlerdir.
Kuruluş yıllarına damgasını vuran milliyetçilik, ilerleyen yıllarda da hız kesmemiş, ülke tarihinde neredeyse birbirini tamamlayan operasyonlarla görünür bir süreklilikle günümüze kadar ulaşmıştır. Yahudilere yönelik Trakya pogromları, 2. Dünya Savaşı yıllarında uygulanan, askere alma bahanesiyle silah verilmeden orduya alınan 20 Kura Ermeni Asker uygulaması, isyan bastırma bahanesi ile Dersim Kızılbaşlarının imhası, Varlık Vergisi gibi uygulamalarla geçen otuz yılın önemli kırılma noktalarından biri de 6-7 Eylül 1955 pogromu olmuştur.
Faşizmin toplum nezdinde adı konmamış bir şekilde içselleştirilmesi, konunun ancak üzerinden 50 yıl geçtikten sonra kamusal alanda tartışılabilir olmasına yol açtı. Geleneksel refleks o aşamada dahi tahammülsüzlüğünü gösterdi ve 6-7 Eylül pogromuna ait fotoğraflardan oluşan sergi bir grup faşistin saldırısına uğradı.
Kurucu ideolojinin dayatmaları günümüze değin gücünü koruyor. 1915 Ermeni katliamlarını soykırım olarak nitelemek, ya da 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın aslında bir işgal operasyonu olduğunu dillendirmek TCK 301. madde uyarınca Türklüğü aşağılama suçu olarak değerlendiriliyor.
Tümüyle algı inşasına dayalı bir tarih anlatımı, gerçeklerin kendi adıyla anılmasına rıza göstermiyor. “Kurtuluş savaşı boyunca yedi düvele karşı savaşıldı” iddiası, sorgulamaya açık olmadığı için bugüne değin dillendiriliyor. Örneğin bu yedi düvele karşı hangi cephelerde savaşıldığına dair ne bir soru, ne de bir cevap olduğu halde, efsaneyi yeniden üretmek kimseyi rahatsız etmiyor. Hükümetler bağımsız bir ülkenin toprak bütünlüğünü parçalayan askeri operasyona ‘Barış Harekatı’, cezaevlerindeki hak arayışlarını silahla bastırıp otuzun üzerinde mahkûmun canını alan eyleme ‘Hayata Dönüş Operasyonu’, yine bağımsız bir devletin topraklarını işgal saldırısına, tüm dünyada barışının simgesi olarak bilinen zeytin dalına atfen ‘Zeytin Dalı Harekatı’ diyebiliyorlar.
Hepsinden daha vahim olan ise, bu yalanların gün yüzüne çıkmasının sürdürülen dezenformasyonu zerre kadar geriletememesi. Örneğin General Sabri Yirmibeşoğlu’nun 6-7 Eylül olaylarının çok başarılı bir Özel Harp Dairesi operasyonu olduğunu itiraf etmesi, dahası amacına da ulaştığını söylemesinin hiçbir etkisi olmuyor. Aynı şekilde eski Dışişleri bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil’in Dersim mağaralarına sığınan sivil insanları kimyasal silahlarla ‘fareler gibi’ öldürdüklerini anlatması, resmi tarih anlatımında bir virgülün bile değişmesini sağlayamıyor.
Ülkede tek parti döneminin kapanması, görece demokratik bir seçim sisteminin benimsenmesi, Kuzey Atlantik Paktı’na katılarak batı tipi bir demokrasinin hedeflenmesi kuruluş reflekslerini asla aşındırmadı. Tersine, bu refleksler derin bir asker- sivil bürokrasinin kontrolünde günümüzü de şekillendirmeye devam ediyor.
Türkiye’nin son 50 yıllık tarihinde askeri darbeler sarmalının yanı sıra 1 Mayıs 1977, Maraş 1978, Sivas Madımak yangını gibi simgesel olaylardan biri de Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in operasyonel bir cinayete kurban edilmesiydi. Dink de sistematik bir karalama, iftira ve hedef gösterme sürecinin sonunda devlet memurlarının yönlendirmesi ve onların maşa haline getirdiği bir tetikçinin eliyle katledildi. Diyarbakır Barosu’nun eski başkanlarından, İnsan Hakları savunucusu Tahir Elçi de benzer yöntemlerle ve faili meçhul kalacak şekilde katledilmişti.
Son yılların gerçekliği ise, derin yapılanmanın saklandığı derinliklerden gün yüzüne çıkarak, dün örtülü bir şekilde yürüttüğü faaliyetlerini artık aleniyet içinde sürdürüyor oluşu. Yargının ve medyanın teslim alınmasıyla sağlanan cezasızlık ortamı, gizlenmeye gerek bırakmıyor. Açıklandığında yer yerinde oynayacak sanılan iddialar kanıtlarıyla ortaya döküldüğü halde, 83 milyonluk ülkede yaprak kımıldamıyor. İnsanların büyük bir çoğunluğu bu tür şeylere şaşıranlara şaşkınlıkla bakıyor. İktidar olmanın bal tutmuş parmağı yalamak olduğu inancı toplumda kabul gördüğü için, yolsuzluklar değil, o yolsuzluklardan kendi payına ne düşeceği, hangi kapıdan daha yağlı bir lokma kapacağı meselesi çok daha önemli hale gelmiş bulunuyor.
Böylesi düzende en anlamsız sorulardan biri de “6-7 Eylül 1955’te neler olmuştu?” sorusu.
Tüm soruların cevabı tek bir tuğlanın ardında saklı, ama o tuğlaya el uzatmanın zamanı henüz gelmedi.