Ölümünün 37. yılında Mehmet ULUKAN Yılmaz Güney’i yazdı – “Yılmaz Güney, deyince aklına ilk gelen nedir diye düşündüğümde cevabı hemen veriyorum: Yılmaz Güney cesarettir.”
Yine Yılmaz Güney’in ölüm yıl dönümü, yine sevenleri tarafından pek çok yazıyla anılacak, artık unutulmaya başlayan sineması anlatılacak daha çok, aldığı ödüller ve belki kitapları da. Yaşama gözlerini kapandığında sadece 47 yaşındaydı. Bir sanatçı için en verimli, en üretken olabilecek yıllar. Yazılmamış hayallerini beraberinde götürdü, bazıları not defterlerinde kaldı, bazıları da bugün artık yaşlanmış dostlarının aklında. Yeşilçam’a alternatif bir sinema hareketi oluşturmak istemişti, içinde yetenekli, yoksul gençlerin çalışacağı. Adını “Kızılçam” mı koyarlardı, bilmiyorum; olmadı. Sanatçılığının ve hayatının son yıllarını hücrelerde, hapislerde, sürgünlerde geçirdi; 15 yılını.
Geriye ne mi kaldı…
Yüzden fazlası hala kayıp (12 Eylül’de yakıldığı düşünülüyor), 119 film, bunların sadece yedisinde oynamamıştı. 61 senaryosu filme çekildi; çekilemeyenlerin sayısını bilmiyorum. 22 filmin yönetmenliği ve 24 basılı kitap. Yoksul evlerin duvarlarında solmuş posterleri ve milyonlarca insanın kalbindeki sevgili yeri. Dünya ve Türkiye Sinema Tarihindeki değerli yeri. 47 yıllık kısa hayatının sonunda geriye bunlar kaldı işte.
1937 yılı baharında Adana’nın Yüreğir ovasının Yenice köyünde dünya gelir. Adını Yılmaz koyarlar, Yılmaz Pütün. Annesi Varto’lu, babası Siverek’lidir. Dokuz yaşından beri çalışır, çobanlık, su satmak, simitçilik, pamuk tarlaları… 13 yaşında ikinci el bisikletiyle Kemal ve And film şirketlerinin bobinlerini salonlara taşır. O teneke film bobinlerinin içinde, insanlar için “beyaz rüyalar” taşıdığını biliyordur. Zeki bir öğrencidir, derslerini de ihmal etmez ama en çok edebiyata düşkündür çünkü kendi öykülerini yazmak istiyordur. Nitekim daha lise yıllarında ilk öyküleri edebiyat dergilerinde yayınlanmaya başlar.
Sanatçı nasıl olunur, nasıl özgün eserler üretirler? Biliyorum saçma bir soru çünkü her sanatçının hikayesi ve itici noktaları farklıdır. Bu sorunun tek yanıtı olamaz ama ortak bir konu vardır hepsinde; çocukluk.
“Çocukluk günlerim, anamın acıklı, türkülü masallarıyla, hikayeleriyle doludur. Yenice’den o uzun kış geceleri, masal anlatsın diye zengin evlerine çağırırlardı anamı. Anam beni ve küçük bacımı da yanında götürürdü. Kadınlar, çocuklar bir odaya doluşur, anamı dinlerdik. Herkesi ağlatırdı anam. Biz de ağlardık. Masal kahramanlarının ağzından türküler söylerdi anam; dokunaklı ve etkili. Zengin evlerinde bize, ceviz, kızılcık kurusu, pestil verirlerdi. Ben bunların bir kısmını yer, bir kısmını da kan kardeşim İsmail’e götürürdüm. Kara kuru bir çocuktu İsmail. Dişleri kapkaraydı. Sekiz yaşlarındaydık…” (Selimiye Üçlemesi -1)
1944-45’li yıllar, televizyon yok, çoğu evde radyo da yok. Zengin evlerinin duvarlarında geyikli halılar asılıdır, bir küçük çocuk olarak hem ananızı dinler hem de diğer insanları ve evi incelersiniz. Bunlar kafanıza yazılır. Gece yorganı kafanıza çektiğinizde soğuk gecelerde kendi hikayeleriniz, hayalleriniz kurulur. Hikaye yazarlığı annesinden mi geçmiştir Yılmaz Pütün’e? Kuşkusuz evet. Ama yeterli değildir elbet. 1950’li yıllarda Yasaklı Nazım Hikmet’i, dünya edebiyatını ve güncel dergileri okur. Eline para geçtiğinde neredeyse hepsini kitaplara verir. Büyük bir açlıkla okur ve kendini geliştirir. Çocukluktan kalan sadece yoksulluk değildir küçük Yılmaz’a, başka acılar da birikir yüreğinde.
“Sekiz, dokuz yaşlarındaydım. Anam ağlıyordu evimizde. Bacım da ağlıyordu. Komşular anamı yatıştırmaya çalışıyorlardı. Akşamdı. “Baban bir ana daha getiriyor” dediler bana. … Çocukluğumun mutlu günleri gitmişti artık. Anam, babam, bacım ve yeni anam kerpiçten bir göz evimizi paylaşmaya başladık. … Çok içki içerdi babam. Esrar içerdi… Düşman sahibi olduğu için silah taşırdı. Babamla ilgili ilk anılarımın içinde, içki, silah ve kitap vardı. … Bir başucu kitabı vardı. Adı; Atatürk. Çok severdi Atatürk’ü bir de Esat Mahmut’un romanlarını okurdu…
Çocukluğumun unutulmaz acılarını taşırım. Evimizde hiç huzur olmadı. Babam sık sık anamı döver bizi evden kovardı. Evimizin önünde bir dut, iki incir ağacı vardı. Bu ağaçların altında yatardık. Bazen de anamız bacımla benim elimi tutar Adana’ya kadar yürürdük. 27 kilometreydi Adana. Yol boyunca Kürtçe türküler söyler, ağlardı anam. Biz Kürtçe bilmezdik ama anamızın hali ağlatırdı bizi. …”
Bir sinema perdesinde yürüyen üç kişiyi seyrettiğinizi düşünün. Rüzgarlı, tozlu bir yol. Bir kadın, yanında dokuz yaşlarında, saçları üç numara traşlı, zayıf, kara bir oğlan ve yedi yaşlarında koşuşturarak ve taşlara sıkça takılarak yürüyen incecik bir kız çocuğu. Yanlarından bazen burunlu kamyonlar geçiyor bazen at arabaları. Üçü de ağlayarak yürüyorlar. Kimse fark etmiyor. Sene 1946, mevsim sonbahar. Yirmi yedi kilometreyi sizce kaç saatte yürüyebilirler? O küçük çocukların ayaklarında ne var?
Bunları yazmamın nedeni bir “Yılmaz Güney” nasıl olunuyor, anlamanız için.
Lise yıllarında ilk öyküleri yerel dergilerde yer almaya başlar. Pek çok ünlü edebiyatçıyla tanışma fırsatını yaratır, onlarla edebiyat ve üslup üstüne tartışır. Azim, hırs, coşku ve cesaretiyle yukarıya doğru koşar adım tırmanmak istiyordur. Yaşar Kemal’in dikkatini çeker ve onu Yönetmen Atıf Yılmaz ile tanıştırır.
“Bir dayanışma örneği olarak; Atıf Yılmaz bana ‘Sen bize senaryoda yardım edersin’ dedi. Yaşar Kemal de çıkardı 500 TL verdi hemen. Bunlar olumlu şeyler. Ve Yaşar Kemal’in 500 TL’si, Atıf Yılmaz’ın desteği; ben birden sinemaya senaryo yardımcısı olarak girdim. Hemen adımı da değiştirdim. O zamana kadar adım Yılmaz Pütün. Sinema ilişkisine girince dedim ki: Benim adım Yılmaz Pütün değil, Yılmaz Güney.”
“Bu Vatanın Çocukları”. Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı bu filmde asistanlık da yapar, küçük bir rolde kamera karşısına da geçer. Bir yıl sonra yine Yaşar Kemal’in eseri “Üç Anadolu” efsanesinden “Alageyik” öyküsünü senaryolaştırırlar, Atıf Yılmaz bu filmde ona başrol verir. Artık hem senarist hem de oyuncu olmuştur. Hayalleri tam gerçekleşmişken, 18 yaşındayken yazdığı bir öyküsü için “komünist propagandası” suçlamasıyla açılan dava temyizden sonuçlanır ve 1961 yılında bir buçuk yıl hapis ve sürgün cezası alır. Bu ceza yüzünden üniversite eğitimi yarım kalacaktır.
Tuncel Kurtiz ile 1955 yılından beri arkadaşlardır, aynı üniversitede okumuşlar ve aynı dergilerde yazılar yazmışlar.
(2008 Eylül.. Pınar Aydın röportajı MİHA)
“Kurtiz bize Yılmaz’ın kitaplarını mutlaka okumamızı öğütlüyor. “Yılmaz’ın hikayeleri harikaydı. Benden daha iyi yazardı. Benim hikayelerim sadece kendi dergilerimizde yayımlanıyordu. Yılmaz ‘Üç bilinmeyenli eşitsizlik’ diye bir yazı yazdı ve yedi buçuk yıla mahkum oldu. Yargıtay’da iki buçuk yıla düştü. Yılmaz hala düşünüyor, ’Kaçayım mı kaçmayayım mı?’ diye. Sene 1959, Suriye’ye gitmeyi düşündü ve gitmedi, ‘yatacağım’ dedi. Ve o sırada 27 Mayıs İhtilali oldu. Yılmaz girdi hapishaneye. Nevşehir Cezaevi’nde bir buçuk yıl hapis yattı. Bir yıl da Konya’da sürgün yaşadı… Sürgün ne demek biliyor musun? Konya’da oturacaksın her gün karakola gideceksin. Nasıl geçineceksin? Ben o yıllarda tiyatroya devam ediyordum. 450 lira maaş alıyordum. Kolay değil ben de ancak yaşıyorum. Yılmaz’dan haber alamıyorduk.”
Selimiye Üçlemesi’nin ilk kitabı Hücrem’de kendisi o yıllarını anlatır.
“İlk hücreyi 61 Mayıs’ında tanıdım. Sözde demokrasinin ve özgürlüğün geldiği ilk yıl… Ünlü profesörlerden birinin bilirkişiliğiyle, iki satırlık yazı için, Menderes iktidarının verdiği cezayı yatmak. Ömür boyu amme haklarından yoksun kalmak, hiç bir af’dan yararlanmamak. Ve sonra “Özgürlük”, “Demokrasi”, “İnsan hakları” edebiyatı. Sahtekarlar!..
Cezaevi müdürü, diğer mahkumlarla ilişkimi kesmek için karantinada kaldığım bir hafta sonunda “Kapalı”ya atılmamı istemişti. Kapalı, küçük bir koğuştu, açık havaya çıkılmıyordu… Sonra beni hücreye verdiler… konuşmak yasaktı benimle. Çünkü ben “komünist” idim.”
Tuncel Kurtiz bir söyleşide, “o yıllarda Yılmaz ile ben kendimize “Komünist” diyorduk ama komünizmin ne olduğunu bilmiyorduk” der. “Sadece haksızlığa, adaletsizliğe karşı çıkıyorduk”.
“Hücrem iki buçuk metre boyunda, bir buçuk metre enindeydi. Tuvaleti içinde, keskin sidik ve bok kokardı… Üsküdar’da Paşakapısı Cezaevi’nde, hücrede. Hüzün, keder ve ben… Solumdaki arkadaş altmış yaşlarında var, hasta, sabahtan başlardı kısa aralıklarla o hüzün veren boğuk sesiyle, hep aynı türküye;
“mendilimin yeşili
ben kaybettim eşimi
al bu mendil sende dursun
sil gözünün yaşını.”
Bir sinir anında karısını kesmişti ve pişmanlığı bir kapanmaz yara olarak büyüyordu.”
Kısa süre sonra onu Nevşehir Cezaevi’ne naklederler. “İlk romanımı, Boynu Bükük Öldüler’i orada yazdım. Nevşehir Cezaevi benim İlkokulumdur. Bir gün anam geldi ziyaretime. Çenesi burnuna değiyordu. Ağzında hiç dişi yoktu. Bana biber salçası, bulgur ve yeşil zeytin getirmişti. Hem sevindim hem üzüldüm… Dişlerini yaptırmak için biriktirdiği parayı yola ve bana ufak tefek şeyler almak için harcamış. “ (Selimiye Üçlemesi -1)
Bu ilk hapisliğinde roman ve hikayeler yazar ve içeriye madem “Komünist” olduğu için düşmüştür, bunu öğrenmeyi de hedefler ama yasaklar yüzünden içeriye istediği kitapları getiremez. Çıkar çıkmaz filmlere başlayacaktır yine, içerde bunları planlar.
“1963’te, aktörlüğe başladım. Amaçlarımı gerçekleştirebilmek için aktör olmayı, hem de en meşhurlarından biri olmayı cezaevindeyken planlamıştım.” (Güney, 2004: 10)
Televizyonun henüz yaygınlaşmadığı ve dizilerin olmadığı, fotoroman ve sinema yılları.
1970 yılına kadar, anormal sayıda filmde çalışır, yazar, oynar, yönetir. Çoğu ticari filmdir bunların. On, on beş günde çekilen senaryolar da vardı. Ama bunlar aynı zamanda kendisine şöhret ve para getiren filmlerdir. “Çirkin Kral” olur. Bir karşı kral, yenilmişlerin, yoksul çocukların, çeyizsiz, kanadı kırık kızların kralı. Gerçek anlamda bir kitle sanatçısıdır artık. Ondan sonra bu kadar ilgi ve sevgiyi sadece Kemal Sunal görmüştür. Sunal da onun gibi “yoksul ve ezilmiş halk çocuğu” karakterini beyaz perdeye yansıtmıştır. Seyirciler onunla güler, onunla sevinir ve ağlardı. Ama bu “şöhret yılları”nda onu hiç sevmeyen birisi vardı; kendisi.
“… hırs, inat, kin, nefret, acımasızlık yön verdi hayatıma bir zamanlar. Bütün bu dengesiz duyguları, sağlıklı bir biçimde yönetecek, bir bilinç birikiminden yoksundum. Gerek işçi-köylü hareketleri, gerekse öğrenci hareketleriyle organik bağım yoktu. Teorik ve ideolojik temelim zayıftı. Yoksul halkımızdan söz ediyor, onların mutluluğu için elimden gelen her şeyi yapacağıma inanıyordum. Ama pis bir burjuva gibi yaşıyordum. Bataklığın ortasındaydım, kıpırdadıkça batıyordum. Gece gündüz içki içiyor, kumar oynuyordum. İstanbul’un sayılı kumarbazlarından biriydim ve hep de kaybediyordum… İnsanın kendisiyle, kendi gerçekliğiyle baş başa kalması, eksikliklerini, zaaflarını, sahtekarlıklarını fark etmesi, başlarda büyük sarsıntılara yol açıyordu. Gerçeğin amansız ağırlığı altında eziliyordum. … O anlar en güçsüz en dayanıksız anlarımdı. Kabuk değiştiren bir “böcük” gibiydim. … İmdadıma 12 Mart yetişti…”
1970 Güney için pek çok güzel şeyin başlangıcı olur. Büyük aşk yaşadığı Fatoş Güney ile o yıl tanışır. Jale Fatma’yı setini ziyaret eden gençlerin arasında görür ve yanına gidip seni rüyamda gördüm, der. Jale Fatma, bilinen adıyla Fatoş, zengin bir sanayicinin kızıdır, İtalyan Lisesi’nde okumuş, Moda’da yaşamakta, çok farklı bir dünyadan gelmektedir. Aralarındaki on beş yaş farkına rağmen ondan etkilenir. “Hani derler ya; bir kitap okudum hayatım değişti, diye. Yılmaz bana okumam için -Boynu Bükük Öldüler- kitabını verdi. Okudum ve bütün hayatım değişti…” Ailesinin karşı çıkması boşunadır, o da Yılmaz Güney gibi inatçı, karşı bir kızdır. Tanışmalarından altı ay sonra evlenirler. Fatoş ile beraberliği Güney’i olumlu etkiler.
“Benim serseri hayatım seninle son buldu. Sen beni hayata bağlayan en güzel köprüsün. Köprülerin en güzelisin.”
Yeni evliyken Çukurova’ya film çekmek için giderler. (Yüzyılın En İyi Türk Filmi, 47. SİYAD Türk Sineması Ödülleri, 2015) Umut’u çekmek için. Adana’ya giderken film ekibinin eline dört sayfalık bir sinopsis vermiştir Güney. Ama o filmi kafasında çoktan görmüştür. Bu babasının umutsuz hikayesidir. Gerçektir.
Tuncel Kurtiz o sırada yedek subaydır, Yılmaz, “gel ‘Umut’u çekiyoruz” deyince, birliğin doktoru arkadaşına gittiğinde “Sen zaten delisin, oğlum” deyip on beş gün “hava değişimi” verir. Film Adana sıcağında 22 iş gününde bitirilir. Yapımcı Arif Keskiner, görüntü yönetmeni Kaya Erezez’dir. Sansür yüzünden filmi yıllar sonra gördüğünde; “Sadece sansürle uğraşmıyorduk; teknik olanaklarımız da çok geriydi. 1970’de film çekiyoruz ama kameram 60 modeldi. Bu filmler büyük eserlerdir. Şimdiki olanaklar olsa Yılmaz dağları devirirdi.” diye anlatır. Müziği aynı zamanda aktörlük de yapan Arif Erkin yapmıştır. Parasızlıktan bu filmde bir tek Bas Klarnet kullanabilmiştir. Belki de bu çaresizliğimiz, filmde anlatılan umutsuzluğa uygun düşmüştür, diye anlatır o da. Film yasaklanınca yurtdışı festivallerine de gidemez. Ama sonra filmin bobinlerini bir bavul içine Arif Keskiner koyar ve Yılmaz Güney’in ısrarlarıyla Tuncel Kurtiz kaçırır. “Çiçek Arif, o zamanki adıyla Komünist Arif filmi bavula koydu. Sene 1971, yer Yeşilköy. Bugünkü gibi kontroller yok. Filmi yurtdışına kaçırmayı başardık. Yılmaz benim de gitmemi istiyordu. Filmi benim takdim etmemi istiyordu Yılmaz. Ben aşk içinde, biraz da şaşkın, bir otomobille Cannes yollarına düştüm. Film coşkuyla karşılandı. İyi ki gitmişim; gitmeseydim film gösterilemeyecekti. Bobinler karmakarışık sarılıp bavula konulmuştu. Filmi bilen tek insan bendim orada. Doğru sıralamayı yapana kadar canımız çıktı. Ama yetiştirdik filmi. Yılmaz, o sırada filmi kaçırmaktan içeri alındı. Ben dönmedim, nereye dönüyorsun. Ne diyeceğim ben kaçırmadım mı diyeceğim. Arif mi kaçırdı diyeceğim filmi.” (16.09.2008 Radikal)
“Yol”, filmi de yıllar sonra yurtdışına kaçırılıp yine Cannes’da gösterilecek ve büyük ödülü alacaktır.
Umut filmi yıllar sonra restore edilerek Venedik Film Festivali’nde “Klasikler” bölümünde gösterilir, alkışlarla…
Uzun anlatmamın nedeni Yılmaz Güney’in mücadele azmini göstermek içindir. Adı gibi hiç yılmayan bir savaşçıdır o. Yokluklar içinden büyük çabalar ve azimle ortaya büyük filmler çıkartmıştır. “Yılmaz Güney” olmak hiç de kolay değildir.
Fatoş Güney anlatıyor; (Gazete Duvar; Muazzez Uslu Avcı, 7 Ekim 2017)
“… Eve geldim, arkamdan da Ulaş (Bardakçı) girdi; Yılmaz’la bir şeyler konuştular tekrar çıktılar. Sokağa çıkma yasağı 8’de başlıyordu ve 8’e az kala Yılmaz geldi. Yanında Mahir (Çayan), Oktay (Etiman) ve Hüseyin (Cevahir) vardı.
Çok şaşırdım, Yılmaz’a ”Bizimle mi kalacaklar?” dedim, ”Evet, çatı arasına çıkacaklar” dedi. Ellerinde kocaman silahları vardı. Birbirlerinin omuzlarına basarak çatı arasına çıktılar… Yılmaz silahları da onlara uzattı ve kapak kapandı. Zaten o anda sokağa çıkma yasağı başlamıştı. Bizim evin tam karşısında MİT’in binası vardı ve arsasında öbek öbek askerler cemseler toplanıyordu. O gece ben de taze fasulye pişirmiştim, Yılmaz’ı bekliyordum yemek için… Işıkları söndürdük sürekli perde aralığından karşıdaki MİT binasını izliyorduk.
Yılmaz çok heyecanlıydı çünkü az çok başımıza gelecekleri kestirebiliyordu. … Hamileliğim onu tedirgin ediyordu. Fakat ben pek anlam veremiyordum, işin vahametini anlayamamıştım doğrusu. ”Ne olacak al tarafı evimize saklanmış insanlar ne kadar tehlikeli olabilirlerdi ki ?” düşüncesiyle uyumuşum…
Levent’te oturuyorduk. Yılmaz kapıyı açıp bahçede ve kapının önünde bizim evi basmaya gelmiş askerlere ”Buyurun bir şey mi arıyordunuz?” diye sormuş. ”Evet, kaçak anarşistleri arıyoruz” demiş askerler. Yılmaz da ”Buyrun onlar zaten buradalar, biz de sizi bekliyorduk” diyerek karşılık vermiş.
Evet resmen rol yapmış. Evi aramamız lazım, demişler ve Yılmaz, buyurun bakın dedikten sonra onları yukarı çıkarmış. Onların seslerini duyunca kafamı yorganın altına soktum sesleri dinledim. Yılmaz; ”Karım uyuyor, onu uyandırmadan arayın lütfen” dedi. Yılmaz’a ”Sen bizimle geleceksin hakkınızda tutuklama kararı var” dediler. Yılmaz, ”Peki, üstümü giyip geliyorum” dedi. Ve odama girdi bana ”Sen sakın telaş etme, beni götürüyorlar … sen gerekeni yaparsın” dedi, çok telaşlıydı. Sonra onlar gider gitmez ben hemen çatı kapağına vurdum ”Yılmaz’ı götürdüler” dedim…”
(Selimiye Üçlemesi – 1 Syf. 36)
“… Bir gece beni alıp götürdüklerinde, bir yığın zaaf taşıyordum içimde, cesur da değildim. Evet… Cezaevi günlerim benim için yeniden doğuş olmuştur. Arınmak, yalınlaşmak, bir takım sahteliklerden kurtulmak zorunluluğu duydum orada… Tam Yenice’den başlayıp, o tarlalardan, kırlardan başlayıp, olumlu olumsuz bir yığın konaktan geçerek bugüne dek uzanan yaşam çizgim zikzaklarla doludur…”
Ulaş Bardakçı 19 Şubat 1972’de öldürüldü. 17 Mart’ta Yılmaz Güney yakalandı, sorgusundan sonra Selimiye Cezaevi’ne konuldu. Başta Mahir Çayan olmak üzere diğer Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi üyelerini sakladığı gerekçesiyle mahkûm edildi. Yılmaz Güney içeride kaldığı süre boyunca sinema ve sanat ile ilgili fikirlerini; şiir ve öykülerini o dönemde çıkarmaya başladığı Güney Dergisi’nde yayınlamıştır.
(Selimiye Mektupları, 20 Temmuz 1972)
“… Sevgili, inan, şurada bulunduğum günler, benim için sanatım için çok faydalı olmuştur. Bütün dünyada sözü edilecek filmler yapacağım. Bir gün Dünya Sineması içinde mütevazı ve saygıdeğer bir yerimiz olacak. Türkiye sinemasını dünyaya ben ve benim gibi düşünenler götüreceğiz. Hapis olan benim fiziğimdir sevgili, kafam değil ve onu kimse durduramaz. …”
1974’te CHP MSP Koalisyon Hükümeti’nin çıkarttığı af yasasından yararlanıp cezaevinden çıktı. Yılmaz Güney aynı yıl “Arkadaş” filmini çekti. Yine aynı yıl “Endişe” adlı filmi çekerken Yumurtalık ilçesindeki bir gazinoda, ilçe yargıcı Sefa Mutlu ile çıkan tartışma ölümle sonuçlandı ve tutuklandı. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanması sonucu, Temmuz 1976’da 19 yıl hapis cezasına çarptırıldı. “Canım Sevgili”, “Ciğerim” diye seslendiği genç karısı ve oğlu da onunla birlikte cezaevlerini gezecekti.
(İndependent Türkçe; Esra Çiftçi, 27 Şubat 2021)
“Duvarın bir yanında Yılmaz, diğer yanında oğlumla biz vardık. Yılmaz’ı sürekli bir hapishaneden diğerine sürüyorlardı. Biz de gönderildiği her şehre peşinden gidip ev kiralayarak orada yaşamımızı sürdürüyorduk. Oğlumuz ilkokula Kayseri’de başlamak zorunda kaldı. Ankara, Kayseri, İzmit, İmralı ve Isparta olmak üzere değişik cezaevleri gördük.”
Fatoş Güney hiç onu yalnız bırakmadı. Yılmaz Güney de “Acı ve sevinçlerimin vazgeçilmez ortağı, fedakarlık, feragat, vefa örneği yiğit karım Fatoş’a…” Selimiye Üçlemesi kitabının girişine böyle yazmıştı.
Fatoş Güney ise;
“Bu aşkın hikâyesi, güçlü, sıra dışı bir adamın tel örgüler, demir parmaklıklar ardından bile, aşkının ışığını ve kuvvetini on yıl boyunca, yirmi-otuz yaş aralığındaki genç bir kadına geçirmiş olmasının ve O’nu kendisine bağlı tutmasının sihirli ve büyülü hikâyesidir…”
Fatoş Güney, bu acılı süreçleri geçtiğimiz yıl yayınlanan “Camları Kırın, Kuşlar Kurtulsun” kitabında ayrıntılı olarak anlatmaktadır. “Yılmaz’ın benim için İmralı Cezaevi’nin sahilinden taş toplaması hâlâ beni çok etkiler. Düşündükçe hâlâ ağlarım hatta. Kadınlar tektaş pırlanta beklerken benim 8 bin 363 tane, pırlantadan daha değerli, aşkla, tek tek seçilmiş çakıl taşlarım var. Sekiz yıllık evliliğimizin her günü için sahilden taş toplamıştı. Bunu kim yapar bu devirde? Yılmaz benim hayatım, ciğerim, nefesim.”
Bir adam düşünün, on yıldır hapiste ama bir kaç istisna hariç kimse ona bir şeye ihtiyacın var mı diye sormamış. Ama her gün gelen mektuplarda ondan hep bir şey istenmiş. O da elinden geldiği kadar karşılamaya çalışmış. Ama karısı ve küçük oğlu için de sevgisini göstermeyi hiç eksik etmemiş. Hasretlikten ölse bile…
Oğlu Yılmaz ile 30.10.2000 tarihinde Hürriyet Gazetesi’ndeki çıkan röportajda gizlice İmralı’ya girip bir hafta babasıyla kalmasını anlatır.
“Türkiye’de babamla yaşadığım en uzun zaman, İmralı Yarı Açık Cezaevi’nde onunla beraber geçirdiğim 7 gündür. O zaman 8 yaşındaydım. Gündüzleri deniz kenarına gidip kıyıya vuran deterjan kutularını toplayıp kale yapardık. Sonra da beraberce denize girerdik. Bir gece tutturdum bana kum getirsin diye. Yanımda getirdiğim küçük askerlere çölde savaş yaptırmaya karar vermiştim çünkü. Bizim kaldığımız kulübe tepedeydi, sahil bayağı uzaktı. Gitti, bir kova dolusu kum getirdi. Gündüzleri bana çarpım tablolarını çalıştırırdı.
İmralı’da çok güzel kiraz ağaçları vardı. Babam beni sırtına alır, ben de kirazları kopartıp yerdim. O kadar çok yemişim ki, ertesi gün ishal oldum. Bana ilaçlar içirdiler, bu sefer de kabız oldum. Babam bana zeytinyağı içmem gerektiğini söyledi. Ben kesinlikle reddettim. Babamın koğuşunda kalan dört kişi daha var, adi suçlardan yatan. Hepimiz yer sofrasına oturduk, beni ikna etmek için babam dahil hepsi üçer kaşık zeytinyağı içtiler. Ben yine de içmedim, çok inatçıyımdır. Ertesi gün baktım, tuvalete taşınan taşınana, hepsi ishal olmuş.
Babam hapishanede de büyük bir disiplin içindeydi. Her sabah tıraşını olup kokusunu sürerdi. Güzel giyinirdi.”
Sürü filmini Berlin Film Festivali’nde izleyen İsviçreli yapımcı Donat Keusch, filmin İsviçre yayın haklarını almak için İstanbul’a gelir. Aynı zamanda yeni projelerini öğrenmek ister.
“Yılmaz’ı hiç tanımıyordum. Hapishaneden bir günlüğüne, bir domates arabasının içinde çıktı, İstanbul’a geldi. Uzun bir konuşma yaptık. Tabii çeviriden dolayı da uzadı, ben Türkçe, o İngilizce bilmiyor. Fakat çok çabuk anladık birbirimizi. Çünkü benim geçmişimle onun geçmişi bir bakıma birbirine benzerdi. Politik duruşlarımız da birbirine yakındı. Ona ülkeden ayrılması gerektiğini söylemiş, “Aksi takdirde hapishanede ölürsün” demiştim. Fakat Yılmaz o zaman beni reddetti, “Sadece burada çalışabilirim, burası benim ülkem, benim kültürüm, benim dilim” demişti.” (Sabah Gazetesi Röportaj, 7.1.2018, Olgan Özyurt, Mehmet Bediroğlu)
Yapımcı Donat Keusch, “Yol” filminin ortak yapımcısı olacak ve ilişkisini onunla hiç kesmeyecekti.
12 Eylül Askeri darbesi ile birlikte, yazıları yüzünden davalar açılmaya başladı. Öyle ki istenen cezalar yüz yılı buluyordu. O zamanlar İmralı Yarı Açık Cezaevi’nde yatıyordu ama karar kesinleştiğinde başka cezaevine nakledilecekti. Yol filminin çekimleri bitmişti. Mide ağrıları şiddetlenmişti. Keusch, ona İsviçre’den ilaçlar yolluyordu. Ama bir şey yapmazlarsa öleceğini biliyordu, Yılmaz’ı ikna etti ve o hiç istememesine rağmen ülkeyi terk etmeye karar verdi.
Bir günlük izine çıktı, bir daha da geri dönmedi.
Cannes’da “Yol” filmi ile büyük ödül, Altın Palmiye’yi alır.
Paris’de çocuk koğuşunda çıkan isyanın tüm hapishaneye yayılmasını anlatan “Duvar” filmini çeker. Gardiyan rolünde Tuncel Kurtiz vardır yine.
Dayanılmaz mide ağrıları için gittiği doktorlar çok geç kalındığını söyler. Ameliyat olur ama yakınlarına bir yıl ömrü kaldığı söylenir. Fatoş Güney’e göre Türkiye’de onun kanser olduğunu biliyorlardı, hastanede yatırmadılar ve hapishanede ölmemesi için kaçmasına göz yummuşlardı.
Tuncel Kurtiz’in telefonu çalar, arayan kırk yıllık dostu; “ ‘İhtiyar’ dedi, ‘Hemen seni arıyorum, başkalarından duyup üzülme, midemin yarısını aldılar’. Ve her zamanki takındığı gülümseme, telefondaki sesinde… ‘Bundan sonra daha ucuza yaşayacağız. İhtiyar sağlığına dikkat et, yakında görüşeceğiz’ demişti. Bu yakında çalışacağız demekti aslında. Yazık ki o da olamadı… Yılmaz rüyalarını da yanında götürdü” (Pınar Aydın, MİHA)
Fatoş Güney bir röportajında Yılmaz’ın Fransa’da bir polisiye dizi projesinde çalışması fikri vardı, der. Belki arkadaşına, yakında görüşeceğiz, derken bu projeyi kastediyordu, kim bilir…
Son politik davranışı, Nevroz kutlamalarındaki “Kazanacağız” konuşmasıdır. Son derece etkili olarak kaleme alınmış bu konuşma sonrasında bazı çevreler tarafından çok eleştiri alır. Onu “enternasyonalist” olmamakla suçlarlar. Bir kaç ay sonra durumu ağırlaşır. Öleceğini hissettiğinde Fatoş’a “Gideceğim yere seni de götürmek mümkün olsa, yapardım. Benden sonra hayatını istediğin şekilde sürdürebilirsin, yalnız şunu iyi bil, beraber olacağın hiç kimse seni benim kadar sevmeyecek” der. Komaya girmeden önce oğlunu görmek ister. Fatoş Güney onun öleceğini bir türlü kabul etmek istemez, o zamanın başkanı Mitterrand’ı arar; “Nereye istersen gönderelim” der, başkan. “Amerika, Rusya… Hemen uçak kaldırırım…” fakat Yılmaz Güney’in yorgun kalbi dayanmaz ve 9 Eylül günü hayata gözlerini kapar. Çok kalabalık bir cenaze töreni sonrasında
Père Lachaise Mezarlığı’na gömülür. Kabrinin üstü her zaman çiçeklerle kaplıdır.
Yılmaz Güney, deyince aklına ilk gelen nedir diye düşündüğümde cevabı hemen veriyorum:
Yılmaz Güney Cesarettir.