Hasan KUL yazdı – “23 Nisan 1920’de henüz Saltanat ve Hilâfet Kurumu yerinde duruyor, ilga edilmemiş, Ulusal Kurtuluş Savaşı devam ediyor, Cumhuriyetin ilân edilmesine üç, laiklik ilkesinin Anayasaya girmesine 17 yıl var.”
Ülkede gündem yoğun. İnsan hangi konudan başlayacağını, hangi konuyu önemli görüp üzerine gideceğini şaşırıyor. Ancak şu kadarını başlarken söyleyelim, ülkemizde yaşananlar hukukun işlediği, denge denetim sistemlerinin bulunduğu başka bir ülkede yaşansa bürokratları, bakanları, hükümetleri devirecek, istifaların art arda geldiği bir iklimi doğururdu. Japonya’da yaşanmış olsaydı, birçok kişi harakiri yapmış olurdu.
Siyasi tarihimize 17-25 Aralık olarak geçen ve siyasal iktidarın TBMM’deki sayısal çoğunluğu ile üstü örtülen, hatta olayın kahramanlarından birinin ödüllendirilerek büyükelçi yapıldığı bir olayın taraflarından biri, anılan olaydaki belgelerin, tapelerin, teknik takip raporlarının -en azından kendisi ile ilgili bölümlerinin- gerçek olduğunu ve kendisinin haksız biçimde bir “Hırsız çuvalına” atıldığını beyan etmektedir. Bu bir itiraftır, ayrıca kendisi dışındaki üç bakan hakkında bir suç duyurusudur. Üstelik aynı konu, daha önce bir TV açık oturumunda halen İç İşleri Bakanı olan kişi tarafından da dile getirilmiştir.
İkinci günden ekonomiden. Ülkemiz ikinci çeyrekte bir yıl önceki aynı döneme oranla %21.7 büyümüştür. Her ne kadar veriler TUİK tarafından verilmiş olsa da bir hukukçu olarak ben inanmak zorundayım. Büyümenin ne olduğunu daha önce yazmıştım ama kısaca yineleyelim. Bir önceki döneme oranla ülkede daha fazla ihracat, daha fazla bina, hastane, okul, fabrika, et, süt ekmek vb. üretilmişse o oranda ülke büyümüştür. Ancak büyümenin nominal olarak kağıt üstünde gösterilmesi sıradan yurttaşı ilgilendirmez. Büyümenin yurttaşa yansıyan kısmı, bu büyüme onun yaşam koşullarında bir iyileşmeye yol açmış mıdır? Örneğin, bir önceki döneme oranla daha fazla sağlık hizmeti, daha fazla tatil, çocuğuna daha kaliteli eğitim alabilmekte midir?
Yukarıdaki sorular, çok önemli bir sosyal politika sorusunu gündeme getirir: Ülkede gelir dağılımı adaleti var mıdır? Yani ülkede üretilen pastadan toplum kesimleri hangi oranda pay almaktadır? Bilindiği gibi “Kişi başına düşen ulusal gelir” hesaplanırken, bir yılda üretilen toplam ulusal gelir nüfusa bölünür ve kişi başına düşen ulusal gelir hesaplanır. Oysa bu hiç bir anlamı olmayan bir rakamdır sadece. Çünkü bir holding patronu da asgari ücretle açlık sınırında yaşayan insan da aynı geliri alıyormuş gibi bir tablo çıkar ortaya.
Piyasa ekonomisinin geçerli olduğu bizim gibi ülkelerde iktisatçılar toplum kesimlerini beşli bir piramitle gösterirler: Alt, alt orta, orta, üst orta ve üst. Resmi rakamlar gösteriyor ki, ulusal gelirden %53 oranında payı toplumun çok küçük bir azınlığı alırken, geriye kalan %47’lik bölüm toplumun %80’i tarafından paylaşılmaktadır. Anlayacağınız, ülkemizde çok ciddi bir gelir dağılımı adaletsizliği vardır. Bunu aynı sistem içinde yer alan Batı’nın refah devletleri olarak anılan devletleri vergi sistemiyle dengelemeye çalışmaktadırlar. Tabii ki oralarda da tam bir eşitliğin olduğunu iddia etmek mümkün değildir.
Son gündem de Adli yılın açılışı olsun. 28 yıllık avukatlık yaşantımda Ankara Adliyesi’nde yapılan iki, üç açılışın dışında hiç birine katılmadım. Ülkemizde bu konudaki teamül, Eylül ayının başında önceden belirlenen bir salonda, bu adliye olabilir, Barolar Birliği’nin salonu olabilir, Danıştay ya da Yargıtay’ın toplantı salonu olabilir, ama asla yargı üzerindeki pratikleriyle yargıyı yürütmenin emrine sokan bir saray olamaz. Toplantıda Barolar Birliği Başkanı konuşur, yargının sorunlarını, düşünce ve ifade özgürlüğü konusundaki duyarlılıkları dile getirir ve devlet ricali bunları dinler, not alır ve resepsiyonla toplantı biterdi.
Adli yıl açılışıyla ilgili belleğimde kalan bir olayı anlatarak, son açılışa sözü getirmek istiyorum. Yılını anımsamıyorum. Abdullah Gül Cumhurbaşkanı, RTE Başbakan. Danıştay salonunda tören yapılıyor ve kürsüde Metin Feyzioğlu. Konuşmanın bir yerinde Başbakan konuşmaya itiraz ediyor, hatiple tartışıyor ve Cumhurbaşkanına dönerek, “Kalkın gidiyoruz!” diyor ve salondan çıkıp gidiyorlar. Olay aynen böyle oldu. Kaderin cilvesine bakın ki, o TBB Başkanı bugün siyasal iktidarın desteği ile o koltukta ve varlığını o iktidarın bekasına bağlamış durumda.
Yazılı ve görsel basına yansıdığına göre görkemli bir Yargıtay binası yapılmış, Adli yıl açılışı o binada yapılacak. Ana muhalefet partisi başkanı dahil devlet ricali orada. Kurdela kesiliyor ve sahneye Cumhurbaşkanı, Yargıtay Başkanı ve Diyanet İşleri Başkanı çıkıyor. Dualarla adli yıl açılıyor. Adaletin simgesi Themis’in gözlerindeki bağ çoktandır açıldığı için bu manzara insanları şaşırtmıyor. Bu konuda beni düşündüren bir değerlendirmeyi tartışıp konuyu bağlayacağım. Bir TV kanalında ana muhalefet partisi genel başkan yardımcısı şöyle dedi: “Atatürk 1. Meclisi açtığı zaman yanındaki hocaların dualarıyla açtı. Dua okunarak adli yılın başlatılması ve Yargıtay binasının açılması sorun değil.”
Atatürk’ü savunmak ya da eleştirmek kastım olmadan iki saptama yapmak istiyorum: 23 Nisan 1920’de henüz Saltanat ve Hilâfet Kurumu yerinde duruyor, ilga edilmemiş, Ulusal Kurtuluş Savaşı devam ediyor, Cumhuriyetin ilân edilmesine üç, laiklik ilkesinin Anayasaya girmesine 17 yıl var. İkinci saptamam da şu olsun: Bir liderin, Atatürk bile olsa hata yapma olasılığı olamaz mı? Unutmadan, ne demişti Atatürk: “Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir, fendir.”