Hasan KUL yazdı – Bizler enternasyonalist düşünceyi savunan sosyalistler için dünya halkları kardeştir ve dünya bir bütündür. Bizim için yapay sınırların bir önemi de anlamı da yoktur. Biz, başta ezilen halklar olmak üzere, Avrupa’nın, Asya’nın, ABD’nin ve dünyadaki tüm halkların kardeşleriyiz.
Yılmaz Güney filmlerinden beni en çok etkileyeni “Hudutların Kanunu” filmidir dersem inanın. Ömer Lütfi Akad’ın olağanüstü yönetiminde başta Yılmaz Güney olmak üzere Pervin Par, Osman Alyanak, Erol Taş ve Tuncel Kurtiz devleşiyorlar, daha doğrusu izleyeni o hudutlara götürüp “Hıdır”laştırıyorlar. Filmin senaryosunu Yılmaz Güney’le birlikte Ömer Lütfi Akad yazmış ama sevgili Bekir Yıldız’ın öykülerinden etkilenmeleri görmek de mümkün. Ne olursa olsun, izleyicide “Hudut” gerçeğini, hudut kavramının o yörede yaşayan halkların yaşamında oluşturduğu yıkımları capcanlı yaşatıyor.
Sınır/hudut kavramını, olgusunu mizahi bir dille ele alan Sinan Çetin’in, Propaganda filmini de anmak gerekir. Sevgili Kemal Sunal ve Metin Akpınar’ın olağanüstü oyunlarıyla, bir halkın yaşamında yapay olarak oluşturulan sınırın doğurduğu sorunları traji komik olarak izliyoruz. Konuyu filmlerden açmışken yıllar önce AST’ta izlediğim, sevgili Muzaffer İzgü’nün senaryosunu yazdığı oyundan da söz etmek gerekir. İzgü oyunda izleyenlere şu iletiyi veriyor: “Sınır, bir barış halinin yıkımıdır. Aslında her şey, insan içindir, insanla başlar, insanla biter. Aslolan insanın huzuru, eşitliği, dostluğu, dayanışmasıdır.”
Sınır ya da eski deyimle hudut, bir ülkenin egemenlik alanlarını ifade eder. Yani devlet uluslararası anlaşmalarda belirlenen sınırlar içinde egemenlik haklarını kullanabilir. Buna yabancı ülkelerdeki diplomatik misyon alanları da dahildir. Devlet, kendine ait sınırlar içinde her tür tasarrufta bulunabilir mi? Tabii ki hayır. Devlet egemenlik haklarını taraf olduğu uluslararası anlaşma ve sözleşmelerde belirtilen kurallar içinde kullanabilir. Örneğin 1943 yılının Temmuz ayında Van’ın Özalp ilçesinde canlı hayvan kaçakçılığı yaptığı iddiasıyla 33 Kürt köylüsünü kuşuna dizen General Mustafa Muğlalı olayı ve 28 Aralık 2011’de Roboski’de çoğu çocuk 34 vatandaşın F-16 uçaklarıyla bombalanarak öldürülmesi birer insan hakları ihlâlidir.
Sınırlar insanları biri birinden ayıran yapay oluşumlardır. Sınır kavramının dünya pratiğinde uygulaması da görelidir. Örneğin Ortadoğu coğrafyasında sınırlar 1916 yılında 1. Paylaşım Savaşı sonrasında bir İngiliz ve bir Fransız’ın masa başında cetvel ve pergelle çizdikleri çizgilerle oluşmuştur. Sykes ve Picot adındaki bu iki insanın adıyla anılan anlaşmayla bugün bile süregiden sınırlar belirlenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları 28 Ocak 1920’de toplanan son Meclis-i Mebusan’ın aldığı altı maddelik Misak-ı Milli (Ulusal Ant) kararına göre belirlenmiştir. Bu bildiri 17 Şubat 1920’de ilân edilmiştir. Bu kararda Hatay yoktur, 1939’da referandumla sınırlarımıza katılmıştır. Musul ve Kerkük daha sonra yapılan Ankara Anlaşması’yla sınırlarımız dışında kalmıştır.
21. yüzyıl, sınırlar konusunda garip çelişkileri yaşatmaktadır. Bir yanda Suriye, Afganistan ve Afrika’nın yoksul ülkelerinden kaçan insanlar ölümü göze alarak Avrupa ülkelerine gitmeye çalışırken, Türkiye’de gençlerin üçte ikisi gelecek hayallerini bir Batı ülkesinde yaşamak olarak kurmaktadır. Bir yandan da birçok ülke sınırlarına yüksek duvarlar, duvarların üstüne elektrik verilmiş teller gererek göçmenlerin ülkeye girişini engellemeye çalışmaktadır. ABD, Meksika sınırına, Türkiye, Suriye ve İran sınırına, Yunanistan ise Türkiye sınırına duvar örmüştür ve örmeye devam etmektedir. Avrupa ve ABD’nin telâşı/korkusu bizzat kendilerinin yerlerinden yurtlarından ettiği insanların göçmen olarak ülkelerine gelmesini önlemektir.
ABD ve NATO güçlerinin Afganistan’dan çekilmesinden sonra, ülkeden ve Taliban’dan kaçış başlamış ve düzensiz bir göç dalgası başta Türkiye olmak üzere bir çok ülkeyi etkilemeye başlamıştır. AB ülkeleri her zaman olduğu gibi, göçmenleri kendi ülkelerine kabul etmek yerine Türkiye başta olmak üzere birçok ülkenin göçmenleri barındıran bir politika izlemesini talep etmektedirler. AB ülkelerinin bu tavrı şaşırtıcı değildir ancak Türkiye’de HDP’nin dışındaki muhalefet partilerinin konuyu “Sınır/hudut namustur” yaklaşımıyla, cinsiyetçi bir söylemle ele alışları düşündürücüdür. Bu tavır ister istemez şu soruları beraberinde getirmektedir: Türkiye yıllardır, başta Suriye ve Irak olmak üzere birçok ülkeye sınır ötesi operasyon yapmakta ve bu işe TBMM’de muhalefet partileri de destek olmaktadır.
Yine günümüzde Afganistan sınırlarına yönelen Afgan kadınları, Taliban’ın daha önceki uygulamalarını ve kadın düşmanı politikalarını bilerek ülkeyi terk etmek ve daha güvenli ülkelere gitmek istemektedirler. Konuya “Sınır namustur” yaklaşımıyla bakıldığında hangi namusu savunmak durumundayız? Afganistan’ın sınırlarının namusu mu, yoksa Afgan kadınlarının namusu mu? Bizler enternasyonalist düşünceyi savunan sosyalistler için dünya halkları kardeştir ve dünya bir bütündür. Bizim için yapay sınırların bir önemi de anlamı da yoktur. Biz, başta ezilen halklar olmak üzere, Avrupa’nın, Asya’nın, ABD’nin ve dünyadaki tüm halkların kardeşleriyiz. Onların mücadeleleri bizim mücadelemiz, kazanımları kazanımlarımızdır. Hayallerimizi süsleyen o gün geldiğinde dili, dini, ulusu ne olursa olsun, tüm halklar, sınıfsız, sömürüsüz bir dünyada kardeşçe yaşayacaktır.