Metin Kayaoğlu yazdı: “Troçki, tarihsellik yolunun kurucularından olduktan sonra, dümende kalmayı başaramamış, ama teslim olmamış, politik yola dönmeyi ve burada varlığını yeni baştan kurmayı göze almıştır.”
“[K]endi kendinize, ‘eğer öleceksen, neyin uğruna ölüyorsun?’ diye sorduğunuzda, karşınızda birden şaşırtıcı bir berraklıkta kapkara bir boşluk beliriyor. Eğer kişi pişmanlık göstermeden ölmek istiyorsa, uğrunda ölünecek hiçbir şey kalmıyor.
“… ve insanın silahlarını bırakmaması için, Troçki olması gerekiyor.”[1]
Bu sözleri, henüz çocuk yaşta Bolşevik olmuş, birçok kez hapse girmiş, Lenin’in ifadesiyle “Partinin gözbebeği”, “en parlak teorisyeni”, Devrimden sonra Politbüro üyeliği dahil en önemli konumlarda bulunduktan sonra, 1938’de ölüm cezası istemiyle yargılandığı ve Batılı gazeteci ve diplomatların izlediği ünlü Moskova Duruşmalarında sarf ediyordu Nikolay Buharin. Buharin, iki hafta içinde kurşuna dizilecekti.
Kurşuna dizilmeden üç ay önce, 15 Ocak 1938’de, karısına yazdığı ve 40 yıl sonra ortaya çıkacak mektupta da benzer şeyler söylüyordu: “Kimseye darılma, kızma. Unutma ki büyük SSCB davası hâlâ yaşıyor ve en önemli olan da bu zaten. Bununla karşılaştırıldığında insanların yazgıları gelip geçici ve değersizdir.”[2]
Buharin, ömrünü verdiği “Dava”yı karşısında görüyordu. Büyük davası şimdi kendini, davanın adına suçluyordu. Böyle bir durumda, Buharin, suçsuz olduğunu savunmanın büyük dava karşısında hain bir küçüklük olacağına kanaat getirmişti. Büyük dava ‘küçücük’ Buharin’i ihanetle suçluyorsa bir bildiği vardı ve Buharin’in büyük davaya son hizmeti onun dediğini kabul etmek olmalıydı. Ama yine de, çelişkili bir yanıyla direniş olduğunu sezdiren bir tutum sergiliyordu Buharin: Büyük davanın karşısına çıkmak için Troçki olmak gerek!
Buharin, Troçki’yi övüyor muydu yeriyor muydu?
*
Bir de Troçki’ye bakalım.
Troçki, Bolşevik Partinin 1924 yılındaki 13. Kongresinde, “Kişiler partiye karşı haklı olamazlar” dedi. Parti “özel hatalar” yapabilirdi ve kendisini mahkûm eden Ocak konferansı kararının “haksız ve yanlış” olduğuna inanmaya devam ettiğini söyledi. Ama sadık bir parti üyesi olarak, “Haklı ya da haksız, bu parti benim partim ve kararlarının sonuçlarına sonuna kadar katlanırım” diye konuştu.[3]
Aynı yılın sonlarında, Troçki’ye yakın olduğu bilinen bir ABD’li komünist, New York’ta, Lenin’in yaşamının son haftalarında dikte ettirdiği söylenen vasiyetinden ve parti içinde dönen “entrikalar”dan Troçki’nin bakış açısıyla söz eden bir yayın yaptı. Bunun, o yılların dünyasında ve özellikle dünya komünistleri arasında çok etkili olacağını söylemeye gerek yok. Partinin, önlerinde Stalin’in olduğu liderleri, konuyla bağlantısı olduğundan kuşkulandıkları Troçki’nin bu iddiaları reddetmesini istediler ve Troçki de, gerekçesini üç yıl sonra “Politbüro çoğunluğu beni zorladı” diye anlatacağı bir açıklama yaptı. Açıklamaya göre, ABD basınında yazılanlar “iftira” ve “kötü niyetli bir yalan”dı.[4]
1927 yılı bahar aylarında Troçki’nin önderliğinde yayınlanan bir bildirgeye Parti liderliği ağır bir tepki verdi. Troçki, “düşmanlar önünde Sovyet devletine sadakatsizlikle” suçlanıyordu. Konu üzerine Troçki ile Stalin’in birden fazla kez konuştuğu kaydedilir. Sonunda Troçki, suçlamalar karşısında Sovyet devleti lehine geri çekilmeye razı oldu. “SSCB’nin ulusal savunmasına kayıtsız şartsız sadık olduğunu teyit eden ve partiyi bölmeye ya da yeni bir parti kurmaya yönelik herhangi bir arzusu olmadığını belirten bir deklarasyon” imzaladı.[5]
Troçki bu olaylar sırasında Buharin gibi davranıyordu. Fakat, Buharin’in onun adını andığı yıllarda artık farklı bir konumdaydı. Büyük davayı temsil eden partiye karşı konumunu uzun tereddütlerden sonra değiştirecekti. Artık partinin büyük davayı temsil etmediğini ve yeni bir Bolşevik Partisi kurmak gerektiğini savunmaya yönelmişti. Troçki buna karşın, davanın büyük tarihsel eserini savunmayı ısrarla koruyordu. Sovyet ülkesini savunmayı ve bu büyük gerçek karşısında kendi varlığının küçüklüğünü anlatmayı sürdürdü. Çünkü ona göre, ömrünün son yıllarında yazdığı güçlü yazı “Bolşevizm mi Stalinizm mi?”de dediği gibi, “Yalnızca yedikleri darbelerden ürktükleri için tarihsel sürece sırt çeviren sekterler bunu görmemeyi başarabilir”di.
Troçki, 1930’larda ülkeyi toptan karşısına alsaydı sorun kalmazdı. Herhangi bir kapitalist devlete karşı nasıl mücadele ediliyorsa öyle mücadele edilmesi gündeme gelirdi. Fakat, onda, biz Marksist kuşakların en azından yöntem olarak edineceği bir yaklaşım vardı.
Bu yıllar boyunca Troçki önce 1925’te Partinin politbürosundan, ardından 1927’de Partiden çıkarılmıştı. Sonra ülkeden çıkarıldı ve uzun sürgün yıllarının ardından, sonu, kendini kovan iradenin eseri oldu. Öldürüldü.
Tarihsel ve politik
Kişiler, parti karşısında, sosyalist devlet karşısında, tarih karşısında haklı olabilir mi?
*
Marksistin varlığının başlangıcı tarihsel-olana karşı politik mücadeledir. Az güce dayanan, muhalefette olmanın ve mahrumiyetin damgaladığı, ve neredeyse her türlü kurumsallığa karşı bir mücadele olarak geçen bu niteliğe “politik uğrak” diyoruz. Ancak Marksistin politik mücadelesi tarihsel-olan konumuna geçmeyi hedefler ve burada birtakım sorunlar ortaya çıkar. Marksist, tarihin bir döneminde tarihsel-olanda bir yer tutarsa “politikliği”ni ne yapacaktır?
Nitekim bu oldu ve Marksistler, dünyanın büyük bir ülkesinde tarihin ana yoluna yerleşmeyi başardı. Rusya’da Ekim Devrimiyle çağdaş dünyanın anlamlı bir süre boyunca yaşayan ilk sosyalist iktidarını kurdular. Artık iktidarı eleştirme değil, iktidar olarak eleştirilme konumundaydılar. Bunun ne büyük bir olay olduğunu bugün muhtemelen yeterince idrak edemiyoruz. Marksistler böylece kendilerini küçük muhalefet partileri içinde son derece zor koşullarda tarihin ana güçlerine karşı mücadele etmeye çalışan bir yerden çıkmış ve tarihin ana güçleri arasına yerleşmiş buldular. Bu, militanları nezdinde partiye ve davaya çok büyük bir güç sağlıyordu. Artık Marksistler, bir kurumsallıktan ve daha önce hiç bilmedikleri bir yerden, devlet gibi bir kudret aygıtından bakıyorlardı dünyaya. Sanki tarihin gidişatının devrimci dümenine geçmişlerdi. Bu duruma da “tarihsel uğrak” diyoruz. Tarihsel uğrakta Marksistler artık devletlûdür; nitekim çeşitli zamanlarda kendi devletleri olmasa da bir devletlû güce devrimcilik atfederek hareket eden Marksistler de bu anlamda tarihsel nitelik edinmişlerdir. Bir iktidara karşı mücadele yürütürken Marksistin politik devrimciliğini saptamak hiç zor değildir. Fakat kendisi iktidar olduktan sonra politik devrimciliğini nasıl yürüteceği belirsizdir.
Lenin, Marksizmi bu yola sokmayı ve Marksizmin tarihin ana güçlerinden biri olmasını sağlayan simge addı. Stalin, gözlerini dünyaya ağır mahrumiyetlerin yaşandığı politik uğrakta açmış ve müthiş bir sadakatle girdiği tarihsellik yolunda yürümeyi de başarmıştır. Politik yolda başlayan politik yaşamıyla Buharin, tarihsellik yolunun eleştirel katılımcısı olmuş, ancak bu yoldan çıkmayı, geri dönmeyi ve tarihselliğe karşı politik yola girmeyi artık hiç düşünmemiştir bile.
Troçki, tarihsellik yolunun kurucularından olduktan sonra, dümende kalmayı başaramamış, ama teslim olmamış, politik yola dönmeyi ve burada varlığını yeni baştan kurmayı göze almıştır. Bir bakıma kendine karşı mücadele edebilmeyi başarmıştır. İşte Buharin’in gerilimli yergi/övgüsüne mazhar olan Troçki’nin bu özelliğidir.
Gayet kolay anlaşılacak nedenlerle, Sovyetler Birliğinde devrimden önce partili olanların yüksek değeri vardı. Devrim sırasında ve iç savaşta partiye katılanların da yüksek riski göze almaları nedeniyle saygınlığı bulunuyordu. Fakat iç savaşın bitiminden sonra partiye katılanların, bugün Türkiye’de AKP’li olmaktan yapısal olarak farklı olmayabileceğini Bolşevik önderler de gayet açıklıkla görüyordu. Lenin’in bu dönemde, “Yoldaşlar; artık işimiz çok zor, çünkü bütün alçaklar safımıza üşüşecek” dediği anlatılır. Bu yolun tersine gitmekte, akıntıya karşı çıkmakta, devletlû sosyalizmin korunaklı alanından çıkmayı göze almakta da reddedilemeyecek bir değer vardır.
*
Komünist kişiler; komünist parti ve sosyalist devlet karşısında elbette haklı olabilir. Ama bu bir iddiayla ve iddiaya dayanan hareketle hak kazanacak bir durumdur. Haklı olmak, aslında kendini haklı görmekle başlayacak bir süreçtir. Ardından, hakkını aramanın çetin yolları gelecektir.
Troçki, partinin haklı olduğunu söylerken, bir ön kabulle yaklaşıyordu. Bu, partinin komünistliğinin ve yüksek öneminin takdir edilmesiydi.
Parti ezel-ebed bir varlık değildir. O ancak büyük davayı temsil ettiği kabul edildiği sürece karşı konulmaz bir temsiliyete sahiptir. Nitekim parti, muhalefet yıllarında küçücük bir ekip iken varlık hakkını nereden alıyordu? Normatif bir şeyden değil, maddi varlık hakkından söz ediyoruz. Az sayıda militan kişinin varlıklarını ortaya koyan güçlü inancından başka bir şey değildir bu. Ama ancak bu yoldan ulaşılabildi dev varlığa…
Bu, dönüş yolu kapalı bir süreç olamaz. Yine bazı kimseler, partinin komünist olarak varlık vasfının yittiği iddiasıyla yeni bir parti oluşumuna gitme hakkını kullanmaya karar verebilir. Artık, iki varlık hakkının mücadelesi başlamıştır: Bir yanda Stalin’in şahsında temsil olan dev bir güç olarak parti, öbür yanda Troçki’nin şahsında temsil edilen küçücük bir öbek. Bir dış varlık olarak, ‒hele bir rakip olarak!‒ Troçki’nin girişiminin karşısında yer alan güç ile, daha kuruluş yıllarında küçük bir topluluk iken Lenin’lerin karşısındaki dev güç arasında kategorik bir fark yoktur. Dev güçler midelerini bulandıran küçük sineği ezmek isteyeceklerdir ve burada ellerini tutan hiçbir şey olamaz. Sinekler de var kalmak için uğraşacaklardır; yine ellerini tutan hiçbir şey olamaz. İkisinin de kendi yordamınca hareket etme hakkı vardır. Burada normatif yaklaşıma yer yoktur.
*
1925’te “Politbüro’nun gergin geçen bir toplantısında Stalin’e “devrimin mezar kazıcısı” deyince parti merkez komitesi Troçki’yi Politbüro üyeliğinden çıkardı.”[6] Orta Asya’ya sürgüne gitmeyi reddettiği için zorla götürüldü. Ötekiler gibi teslim olmadı. Sürgün yerinde de direşken bir çabayla taraftarlarıyla ilişkilerini sürdürmeye çalıştı. Karşı taraf yani Stalin için tek tehdit olmayı sürdürüyordu.
Bolşevik Partisi dışındakilerce ve dünya kamuoyunca devrimin Lenin’den sonra en büyük önderi kabul edilen, Kızıl Ordunun kudretli kurucusu, kitleleri büyüleyen konuşmalarıyla Troçki böyle bir akıbete hazır mıydı, bunu öngörmüş, “hak etmiş” miydi?
Stalin’e o lafı ettiği andan itibaren artık dişe diş bir mücadelenin ön safında olduğu ve “devrimin mezar kazıcısı”nın devrimi yaşatmak isteyenle kendi yordamınca mücadele edeceğini öngörmek hiç de zor değildir.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi, tarihinin bir döneminde komünist niteliğini kesin olarak kaybetmiştir. Bu, Troçki’nin saptadığı tarih değilse, Stalin’i savunanların saptadığı tarihtir; o değilse Gorbaçovların çıktığı zamandır. Fakat, o parti, komünist niteliğini mutlaka feshedildiği tarihten bir aşamayı temsil edecek kadar önce yitirmiş olmalıdır. Yani kurumsal varlığı ile politik niteliği arasında bir süre örtüşmezliği mutlaka olmalıdır. Aksi halde, ancak meslekten bir tarihçi bakımından geçerli ölçütler kullanılmış olur ve söz konusu tarihin Marksist eleştirisi mümkün olamaz.
Sovyetler Birliğinde yaşayan parti üyesi bir komünistin, partinin komünist niteliğini kaybettiği ya da kaybetmekte olduğu görüşüne vardığında yapması gereken nedir? Ya partiye egemen olacak ve komünist olmayanları tasfiye edecek, ya da partiden ayrılacak ve yeni bir komünist parti kurmak için mücadeleye başlayacaktır. Troçki’nin yaptığı kategorik olarak budur. Başarısız ve beceriksizce yapmıştır ama uğraşmaktan geri durmamıştır. Bu çok değerli bir tutumdur. Başka bir girişim olduğunu bilmiyoruz. Uzun yaşamının sonuna kadar savunduğu Stalin’in Kruşçev tarafından mahkûmiyetinden sonra, Molotov’un yaptığının hiç de komünistçe olmadığını, bir “komünist memur” gibi Stalin savunusu yaptığını ileri süreceğiz.[7]
Bu konuda bildiğimiz tek örnek olan Troçki, övgünün yöneltilebileceği yegâne Marksist kimliktir. Fakat, yine burada ona Bolşevikçe eleştiriler yöneltmek gerekiyor. Troçki, kategorik olarak, devrimden önce nasıl davrandıysa, devrimin yerleşmesinden sonra kendi deyimiyle “Stalinizm”e karşı mücadelesinde de öyle davranmıştır. Tarihsel sorumlulukla yüklü büyük tereddüdüyle politik inisiyatif geliştirememesinin bir karmaşasıdır davranışlarında gözlenen. Fikirlerin salt fikirler olmadığını, birtakım insan bireylerine ulaşması ve onların davranışlarında maddileşmesi gerektiğini, bunun için sıkı bir şekilde örgütlenmeyi başarmak gerektiğini, Troçki’nin devrim için devrimden önde de devrimden sonra da kotaramadığını söylemek zorundayız. O koşullarda yenilmesi kaçınılmaz olabilirdi, ama Troçki politik bir yenilgiyi yaşayacak aşamaya kadar getiremedi mücadelesini.
Troçki çok elverişsiz koşullara sahipken rakibi Stalin tam tersine tarihin bütün avantajlarına sahipti. Troçki, kuruluşunda bizatihi adı kazılı olan bir tarihsel gücü bütün maddi ve manevi bileşimiyle karşısında bulmuştu. Bu, Marx’tan Lenin’e kadar bir mirasın ve bir dünya ülkesinin politik devrimci tarihinin üzerinde yükselen dev bir partinin götürücülüğünde “tarihsel sosyalizm”in gücüydü. Bırakalım çok büyük olumlu nitelikleri ve yetenekleri olan Stalin’i, Kruşçev ve Brejnev’i ve hatta Gorbaçov gibilerini “komünist” roller oynamaya memur eden büyük bir kazanımın gücüydü.
Stalin, politik komünist nitelik ile tarihsel komünist nitelik (sosyalist bir devletin başında ve bir toplumun günlük iaşesinin sorumluluğunu üstlenmek olarak anlaşılsın) gibi bir arada nasıl bulunacağının daha önce hiçbir bilgisine sahip olunmayan iki niteliği, ikincisinin etkisinin her geçen zaman boyunca birinciyi boğduğu bir süreç boyunca birleştirebilmeyi başarmış bir figürdü. Zinovyev, Kamenev, Radek, Buharin gibi Bolşevik önderler tarihsel komünistlik sürecinde yok oldular. Troçki, parlak bir şekilde taşıdığı tarihsel komünist niteliği koruyamadı ve giderek ideolojik ağırlıklı politik komünist niteliğe dönmek durumunda kaldı.
Fakat Stalin’le sanki bir elini bağlayarak savaşıyordu. Çünkü o, Ekim Devriminin ülkesine hiçbir zaman düşmanlık gütmedi. Stalin ise o ülkeyle özdeş bir konumdaydı ve bu büyük avantajını sonuna kadar kullanmaktan çekinmedi. Bunun için Troçki’yi övebiliriz ama Stalin’i yeremeyiz. Politik mücadelenin her türlü silah kullanılarak yapılacağını ikisi de gayet iyi biliyordu. Troçki nasıl bildiği gibi mücadele etme hakkına sahipse Stalin de aynı hakka sahipti. Ve Stalin, hakkını gücüyle kaim edecek muazzam bir konumda bulunmayı başardı ömrü boyunca.
1930’larda yaşasaydık
Ernst Mandel’in, “Nazizmin Moskova duruşmalarıyla birleştiği 1930’lu yıllarda militan olsaydınız ne yapacaktınız?” diyerek genç kuşaklardan şikayet ettiği anlatılır.
Stalin’in 1930’larda yaptıkları açıkça yanlıştır. Hukuki bir konum vehmedip suç demiyoruz. Mao’nun yaptığı ayrımı izleyerek söyleyebiliriz; Stalin, halk içindeki çelişkileri düşmanla aramızdaki çelişkiye indirgemiştir. Stalin, kısa devre yaparak Troçki ve öteki Bolşevik önderlerle çelişkilerini düşmanca çözdü. Leninist politikaya uyduğu söylenen bu değerlendirmenin olgusal bir yanlışlık taşıdığını güçlü bir şekilde ileri sürebiliriz. Lenin, Troçki, Stalin ve öteki Bolşevikler, düşmanı ya da düşmanlaşan hareketleri ezmekte hiçbir tereddüt göstermeden şiddet uygulamıştır ve bunda ilkesel hiçbir sorun yoktur. Fakat Stalin, kitleleri ve partilileri organik yollarla ikna etmenin ‒yani “çapraz politika”nın‒ gayet zor ama aynı zamanda gayet Leninist yolunu izlemeyi zorsundu ve devlet gücünün yukarıdan olanaklarını ‒”dikey politika”yı‒ kullandı. Böyle yaparak başarılı olsaydı bu yine de tarihsel sosyalizm namına bir kazanım olarak kaydedilecekti, fakat o, bu suretle sosyalizmi politik olarak savunacak kitlevi dinamiği geliştirmek bir yana, yok etmiştir.
Fakat burada bir soru sormak zorundayız: Moskova duruşmalarının sanırız üçü de yabancı basına ve diplomatlara açık şekilde yapıldı. Peki, devrim öncesinden gelen o kadar Bolşevik önderin hiçbiri neden mahkeme salonlarını politik mücadelenin arenasına çevirmedi ve süklüm püklüm bir şekilde suçlamaları kabul etti? Anlı şanlı komünistler, kimilerinin iddia ettiği gibi, ağır işkenceler ve yakınlarının eziyetlere maruz kalacağı tehditleri sonucu mu sözde itiraflarda bulundu ve suçlamaları kabul etti? Böyle bir gerekçenin çeşitli ülkelerin ağır koşullarında mücadele yürüten Marksistler için hiçbir geçerliği olmadığını anlatmaya gerek olmayacağını sanıyoruz. Ancak yine de komünistlerin teslimiyetinin bir açıklaması olmalı.
Bize göre, yargılanan Bolşeviklerin, içinde bulundukları koşulları açıklamak için ideolojik bir modelleri yoktu. Onlar çarlığa karşı mücadele için birer ideolojik özne olmuşlardı ama ideolojik özneleşme süreçlerinde sosyalist devletle ilişkileri ancak hizmet olarak belirlenmişti. Sosyalist olduğundan kuşku duymadıkları bir iktidara karşı nasıl mücadele edileceğini hiç bilmiyorlardı. Uğruna varlıklarını adadıkları hedef, namlusunu kendilerine çevirmişti. Bunun, ne olursa olsun, söz konusu Bolşeviklerin acımasız eleştirisi için bir gerekçe olduğunu vurgulamak zorunludur. Bolşevikler, Marksizmin tarihsel gücünün varlığı altında ezildiler. Devrim öncesindeki devrimcilik gerekçelerini yitirdiler ve bunu yeniden oluşturmayı başaramadılar ya da düşünemediler bile. Oysa bir Marksist için politik devrimciliğin bitişi söz konusu olmamalıydı. (Tam burada, Sovyet devletinin mahkemelerinde ve hapishanelerinde komünistçe direnmiş meçhul militanlar olabileceğini söylemek zorunludur.)
İşte Troçki’nin farkı burada ortaya çıkmaktadır. Ne kadar çok yanlışı, yetersizliği, hatası, kusuru olursa olsun; karşı çıkması ve bunun için bir model oluşturması Troçki’nin doğrusudur. Troçki, Lenin’in birtakım işaretlerinden sonra sosyalizm deneyimlerinin sorunlarına ilişkin bir yaklaşım modeli geliştiren ilk Marksisttir.
Devrimin gerçekliği ve menzili
Bir devrim mümkün müydü? Rusya gibi geri bir ülkede komünistlerin önderliğinde bir devrim mümkün müydü? Böyle bir ülkede komünistlerin önderliğinde bir iktidar mümkün müydü? Böyle bir ülkede sosyalist kuruluş, yani tek ülkede sosyalizm mümkün müydü?
İlk üç başlığın, tek tek ya da toptan, mümkün de gerekli de olmadığı düşüncesiyle uğraşmanın yeri, Marksizm içi bir sorunu ele aldığımız burası değil. Troçki ile Stalin, ilk iki sorunun yanıtında özdeşti. Üçüncüde Troçki olumlu yanıtla başlıyor, ama dördüncü soruyla bitiştiği yerlerde Stalin’le ayrışıyordu. Dördüncü soruya Troçki’nin yanıtı kesin bir hayırdı. Bunun, aralarındaki temel bir ayrım olduğu açıktır. Troçki’nin trajedisinin üçüncü soruyla dördüncünün ilişkilendiği yere özgü olduğu kanısındayız. Troçki, üçüncüyü durdurmaya ya da yöneltmeye çalışmıştır.
Stalin, Ekim Devriminin yerelliğine sıkı sıkıya ve kıskançlıkla sarılanların herhalde başında geliyordu. Troçki için Sovyetler Birliği dünya devrimi için acil bir atlama tahtasıydı. Lenin, ikili bir yaklaşım içindeydi. Bize göre, bazı bakımlardan Troçki’ye yakın olsa da daha çok Stalin tarzının dinamik ve mükemmel örneğiydi.
Stalin, daha 1918 Ocak ayında Lenin’e karşı “Batı’da devrimci hareket yoktur” diyebilen, tek merkez komitesi üyesiydi.[8] Buna karşılık Troçki, baştan beri dünya devrimi diyen ve bu uğurda Rusya’da yenilgiyi göze alabilen biriydi. Lenin, 1917 Nisan ayında trenden “Dünya devrimi başlıyor” diye indi ve buna uzun süre inandı. Ama katı gerçek onu Rusya’ya derinleşmek zorunda bıraktı. Troçki de bir yönüyle Lenin’in tarzını izledi. Devrimin gereklerine kudretli bir enerjiyle yoğunlaştı. Ancak, parti tarafından görevlendirildiği halde, Brest-Litovsk’ta bir barış antlaşmasına Avrupa devrimi uğruna karşı çıktı. Lenin, bu vahim hatadan dönmeyi sağlayacak ve “Devrim sözü neredeyse devrimi boğuyordu” diyecekti. Bunun muhatabı elbette öncelikle Troçki’ydi. Lenin’e göre politika bir yer ile kaimdi ve ancak bir müstahkem mevkiden başlayarak yayılabilirdi. Troçki her ne kadar sonradan Brest-Litovsk konusunda Lenin’in haklı olduğunu belirtse de bu hakkı ancak Lenin gibi bir zorlayıcının varlığında tanıyacak gibiydi.
Lenin, dünya devrimi beklentisini bırakmadı. Bu beklenti önce Avrupa’ya dönüktü, ardından Asya’ya döndü. Ama bu arada “yerleşme”yi de hiçbir şekilde ihmal etmedi ve ayağını Rusya toprağına daha sağlam bir şekilde basmayı gözetti. Troçki’nin, ne olursa olsun, tarihe bu yerleşmeyi yeterince gözetmeyen biri olarak geçeceği kesin olsa gerektir. Ona göre, devrim ülkesinde sosyalizm kurulamazdı; devrimin yayılması zorunluydu. Troçki, özgül alanın sorunlarıyla uğraşmayı ihmal eder gözüküyordu. Onun, kitleler üzerinde büyük nüfuza sahip olmasına, partinin “orta ve alt düzey üyeleri arasında geniş bir popülarite”si olmasına karşın, parti organları ve kadrolarında sıkı sıkıya izlenebilen bir etki yaratamaması bile buna bir kanıttır. Yani tümel ile tekil arasında sağlam bir halka oluşturamıyor, ancak genel bir bağ kurabiliyordu.
Troçki, her ne kadar geri Rusya’da devrimi mümkün görüyor ise de, ileri ülkelere yayılma olanakları bulmazsa devrimin yozlaşmasının kaçınılmaz olduğunu söylüyordu. Burada Troçki’nin üretici güçlerin politik teorisi denilen anlayışla bağlarını koparmadığını görüyoruz. Lenin de devrimin başta batıya doğru yayılmasının şart olduğunu kabul etmişti. Ancak o, bu olanaksızlıkları görünce “gerçekle uzlaşma”ktan kaçınmamış ve devrim toprağında sosyalizmi inşa etmeye en azından başlanabileceğini, buna zorunlu olduklarını söylemişti. Troçki ile Lenin arasında bu konuda kategorik bir ayrımın olduğunu saptayabiliriz. Lenin, ne olursa olsun, tarihsel bakımdan ucu açık bir tutumu koruyor ve en küçük bir olanağı bile devrimin ilerletilmesi bakımından geliştirerek öne çıkarmayı gözetiyordu.
Troçki, 1937 tarihli “Bolşevizm mi Stalinizm mi?”de bambaşka bir yerdeydi: “Sonradan, bizzat yönetici parti içinde hiziplerin yasaklanmasıyla tamamlanan bu önlemin ne büyük tehlikeler barındırdığını Bolşevikler başından beri açıkça görüyorlardı. Ne var ki, tehlikenin kaynağı doktrin ya da taktik değil, içte ve dışta zor durumlarla karşı karşıya bulunan diktatörlüğün maddi zayıflığıydı. Devrim hiç değilse Almanya’da zafere ulaşmış olsaydı, diğer Sovyet partilerini yasaklama zorunluluğu bir anda ortadan kalkacaktı.”
Troçki’nin üretim güçlerinin düzeyinde bu ölçüde “bir anda” ortaya çıkıverecek belirleyicilikler görmesi, onun devrim ülkesine neden sonuna kadar yüklenmediğine ilişkin bir kuşku doğmasına neden olacaktır. Devrimin ancak ileri üretim güçleri topraklarına uzanarak yaşayabileceği görüşü, Troçki’de ileri üretim güçlerinin mucizevi etkiler yaratacağı ve karşılaşılan sorunları çözüvereceği düşüncesini yaratıyordu. Troçki’nin mazereti, devrime İkinci Enternasyonalcilerden gelen eleştiriler karşısında zayıf olmakla kalmıyor, devrim ülkesinde direşken bir ısrarın gereğini de zayıflatıyordu. Oysa, muhtemelen, karşılaşılan sorun, Troçki’nin geri ülkede devrim yaklaşımını aşan bir boyuta sahipti. Eğer devrimler bir kriz ortamında politik aygıta yönelen çetin mücadeleyle gelişecekse, sorun, üretim düzeyinden önce, devlet düzleminde sürecek çatışmalarla ilgilidir. Bu doğruysa, dikkatin yine devrim ülkesine yoğunlaşması gerekecektir.
Troçki ve Stalin
Stalin, bir sosyalist kuruculuğu tam boy üstlenen ilk Marksisttir. Troçki bu sosyalist kuruculuğu bir modelle eleştiren ilk Marksisttir.
Lenin ile Troçki henüz başındayken, neredeyse aynı zamanlarda, biri ölümle öteki politik nedenlerle, kurucu sürecin dışına düştüler. Stalin, tarihsel sürecin daha çok aşamasını bir Marksist olarak karşılamakla karşı karşıya kalmıştır. Bu, şu ya da bu sebeple diğerlerinin değil, onun omuzlamayı başardığı bir yüktür ve aynı zamanda, daha ileride olduğu için daha fazla eleştirinin de muhatabı olmak durumundadır.
Marksizmi, tarihin büyük çığırına açmayı başaran ad olarak Lenin yazılmak zorundadır. Fakat bu çığırda yol almayı Lenin’in gösterdiği doğrultuyu edinmeye çalışarak gözeten, yeni yollar açmaya cüret eden Stalin’dir. Troçki, bu büyük tarihsel yürüyüşün önünde olamadığı için yapısal bir başarısızlıkla sakatlanmıştır. Evet; iktidarda kalmayı başaramamak Troçki’nin büyük kusurudur. Ama o da, içinde olamadığı sürecin dışına devrimci tarzda çıkmayı başarmıştır.
“Ya Stalin ya Troçki” geçen yüzyıla ait bir ikiliktir. İçinde bulunduğumuz yüzyılın ağırlıklı eğilimi bu ikilik değil; ne Stalin ne Troçki’dir! Çünkü haklılar; Troçki de ‒anlayış olarak öyle gözükmese de‒, Stalin kadar devletlû sosyalizmin insanıdır ve elbette Stalin kadar olmasa da epeyce “mahkûm edici” bir pratiğin sahibidir.
Stalin ve Troçki, Marksizmin Leninizmle tarihe geçen büyük devrimci diyalektiğinin içinde yer almıştır. Troçki’nin Leninist olmadan önceki tarihini bu diyalektiğin zayıf bir ön-tarihi olarak değerlendirmekte sakınca yok. Troçki’nin Stalin’i İkinci Enternasyonal’in tezlerine dönmekle suçladığını biliriz. Troçki’nin kendisinin de başka bir yoldan bu türden yönleri olduğunu görüyoruz. Ancak ne olursa olsun, geçen yüzyılda açılan tarihsel-politik makas yüzyılın bitiminde kapanmıştır. Biz artık Troçki ve Stalin’in mirasını teorik olarak değerlendirmek durumundayız. Teorik edinimin politikaya tahvilinde bu iki Marksistin yerinin ne olacağı tarihsel koşullar içinde görülecektir.
Geçen yüzyılın içindeyken Stalin ve Troçki’yi tek bir tarihsel havzanın içinde değerlendirmek olanaksız gibiydi. Ama artık politik yüklerimizi tarihsel-olana havale etme aşamasındayız. Bu liberal bir uzlaşımcılık değildir. Tarihimizin kuşkusuz dışına düşenler var ve kuşkusuz içinde olanlar var.
Bu mesafeyi alamayanlar geçmiş tarihin bir parçasını ilkeselleştirenlerdir. Troçki’nin dediği gibi, “yedikleri darbelerin ürküntüsünü” hâlâ hayali bir ağrı gibi taşıyanlarla elbette gidilecek yol olamaz.
Akıntıya karşı
Troçki’nin, Ağustos 1937’de kaleme aldığı “Bolşevizm mi Stalinizm mi?”nin başlangıç sözleriyle bitirelim: “Günümüz benzeri gerici dönemler, işçi sınıfını öncüsünden yalıtıp dağıtmakla ve zayıflatmakla kalmaz, aynı zamanda politik düşünceyi çoktandır aşmış olduğu evrelerin gerisine savurarak, hareketin genel ideolojik düzeyinin düşmesine de neden olur. Bu koşullarda öncünün başlıca görevi, bu genel gerileme seline kapılmamaktır.
“Akıntıya karşı gitmek gerekir. Eğer elverişsiz güçler dengesi daha önce kazanılmış olan politik mevzilerin korunmasına olanak tanımıyorsa, en azından ideolojik mevzilerde direnmek gerekir, çünkü geçmişte büyük bedeller karşılığında kazanılan deneyim bu ideolojik mevzilerde yoğunlaşmıştır. Böyle bir politika budalalara “sekterlik” gibi görünür. Gerçekte ise bu, gelecek tarihsel yükseliş dalgasıyla birlikte yeni ve devasa bir sıçrayış yapabilmek için önceden hazırlanmaktan başka bir şey değildir.”
[1] Nikolay Buharin, “Mahkeme İfadesi”, Yeni Demokrasi, Sayı 17, Ocak 1989, s. 97.
[2] Nikolay Buharin, Her Şey Nasıl Başladı?, Çev. Anahid Hazaryan, Ankara 2003, Epos Yay., s. 412.
[3] E. H. Carr, Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi: 1917-1929, Çev. Levent Cinemre, Mer Yay., İstanbul 1992, s. s. 79.
[4] Carr, a.g.e., s. 87-88.
[5] Carr, a.g.e., s. 121-22.
[6] Carr, a.g.e., s. 121.
[7] Feliks Çuyev, Molotov Anlatıyor, Çev. Suna Kabasakal, Yordam Yay., İstanbul 2007.
[8] Carr, a.g.e., s. 170.