Sungur Savran yazdı: “Trotskiy, Stalin’in öldürttüğü son Bolşeviktir. Ondan önce hepsini temizlemiş bulunuyordu. Bunu anlamak çok önemli. Trotskiy cinayetinin anlamı ancak böyle kavranabilir.”
20. yüzyılın ilk yarısında resim sanatında devrimci bir atılım yaşandı. Hayır, Picasso ve Braque’ın paralel biçimde geliştirdiği kübizm okulundan ya da dada/gerçeküstücülük açılımından söz etmiyoruz. Onlar, ne kadar önemli olsalar da, her ikisi de aydınların ve sanatçıların emperyalist kapitalizmin Birinci Dünya Savaşı mezbahasına tam bir tepki sanatıydı. Bizim resim sanatında sözünü ettiğimiz devrimci atılım, Avrupa’da ya da Amerika’da değil, o dönemin azgelişmiş bir toplumu olan Meksika’da yaşandı. Bu sanat en dolaysız biçimde kendini devrime ve proletaryaya adamıştı. Bir tepki sanatı değil, bir umut sanatıydı. Sovyet Rusya’da da resim sanatında müthiş bir canlanma yaşanıyordu ama o bile Meksika’daki okul kadar dolaysız biçimde devrimi öne çıkarmıyordu.
Meksika’nın duvar ressamları, resmin ölçeğini dev boyutlara doğru büyüterek küçük bir tuvale sığmayacak kadar çok olan emekçi kitleleri, işçileri ve köylüleri, sanatın tam merkezine almayı başardılar. Bunu olanaklı kılan, içinde yaşadıkları sarsıcı devrimdi: Meksika devrimi 1910-1920 yılları arasında ülkeyi bir baştan bir başa sarmış, yoksul köylülüğün isyanıyla radikalleşmiş, içinden Emiliano Zapata ve Pancho Villa gibi köylü önderleri çıkarmış, bütün bunlar ülkenin aydınlarına büyük bir şevk vermişti. Ama bir şey daha olmuştu: Devrimci sanatçılar duvar resimlerini sadece okulların, sanat merkezlerinin değil, cumhurbaşkanlığı sarayının duvarlarına kadar her yere yapmaya olanak kazanmışlardı. Bu duvar ressamları 20. yüzyılın Leonardo da Vinci’si ve Mikelanjelo’suydu. Ama onları heyecanla koca koca duvarlara resim yapmaya iten, bu Rönesans sanatçılarından farklı olarak, Hıristiyanlığın ruhu değil, devrimin maddesiydi.
Hepsi Marksistti. Yani sadece Meksika köylü devriminden değil, Rusya’nın Ekim devriminden de etkilenmiş ve esinlenmişlerdi. En azından üç büyükleri: yani José Clemente Orozco (1883-1949), Diego Rivera (1886-1957) ve David Alfaro Siqueiros (1896-1974).
İşte bu büyük ressamlardan yaşça ikincisi, Diego Rivera, Trotskiy’i siyasi mülteci olarak Meksika’ya getirdi, üçüncüsü, David Siqueiros Trotskiy’e suikast yaptı. Öldüreyazdı, ama başaramadı. Ama bundan sadece üç ay sonra bir başka katil, 20 Ağustos 1940’ta Trotskiy’in başına bir buz baltası indirecekti. Rus devriminin büyük önderi ertesi gün, 21 Ağustos’ta hayatını yitiriyordu.
Mavi gökte çakan bir şimşek mi?
Lev Davidoviç Trotskiy, Lenin’den sonra Ekim devriminin iki numarasıydı. Hem dünyanın hem de Rusya’nın işçi sınıfının gözünde böyleydi. 1905 devriminde başkent Petrograd’ın (bugün Petersburg) İşçi Sovyeti’nin başkanı, 1917’de yeniden aynı göreve getiriliyor. Lenin Çarlığın saldırısı karşısında Finlandiya’da yeraltına girdiği için Ekim devriminin bütün pratik hazırlığını ve uygulamasını Trotskiy yönetiyor. İktidarı işçi sınıfı ele geçirdikten sonra Lenin başbakanlığa denk düşen bir görev üstleniyor. Trotskiy önce Dışişleri Bakanı, sonra Kızıl Ordu’nun başkomutanı. Kendisi Marksist olan ve Sovyetler Birliği’ne gönülden bağlı olduğunu söyleyen bir büyük ressam, Siqueiros Trotskiy’i neden öldürmek istemiş olsun? Trotskiy’i öldürmeyi başaran ikinci kişi de Ramon Mercader adında, İspanya iç savaşında faşistlere karşı mücadele etmiş bir komünist aileden gelen bir İspanyol’du. Yani o da komünizm taraftarıydı. Kendilerini komünist gören insanlar devrimin en büyük kahramanlarından birini öldürmek için neden ellerinden geleni yapıyorlardı?
Bu sorunun cevabını bugün vermek isteyen bir sosyalist, bir Marksist, şayet meseleyle zaten tanışık değilse ve okumalarıyla, tartışmalarıyla Trotskiy suikastının sırrını çözmüş değilse, incelemeye hiçbir biçimde şahıs olarak Trotskiy ile başlamamalıdır. Evet, Trotskiy’in Lenin’in 1924’teki ölümünden sonra partide ve genç Sovyet devletinde gittikçe ipleri eline alan Stalin tarafından 1927’de iç sürgüne, 1929’da ise İstanbul’a dış sürgüne yollandığını bilmesi iyidir. Trotskiy böylece Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nde (SBKP) Sol Muhalefet adı altında vermekte olduğu mücadelede önemli bir geri düşüş yaşamıştır. Ama Trotskiy’in neden muhalefet ettiğini, Stalin’in onu neden ülkeden uzaklaştırdığını iki liderin kişisel görüşlerinden hareketle değil, ülkede yaşanan ve komünizmin 20. yüzyılda gelişimi açısından dünya-tarihsel önem taşıyan çok daha büyük gelişmelerin içine yerleştirmek en doğru yöntemdir.
Trotskiy suikastı birdenbire mavi gökte çakan bir şimşek gibi beklenmedik biçimde olmamıştır. Trotskiy Siqueiros’un örgütlediği saldırıdan önce bile kendisine suikast yapılmasını zaten bekliyordu. Meksika’nın başkentinde Meksiko’da içinde oturduğu, Diego Rivera ile onun eşi Frida Kahlo’ya ait bahçeli ev, yapılan askeri yığınakla bir küçük kaleye benzemişti! Peki, neden? Ne oluyordu?
Moskova davaları ve “Büyük Temizlik”
Trotskiy suikastının evveliyatı meselenin Trotskiy’in kişiliğinin ve mücadelesinin çok ötesine taşan bir gelişme ile ilgili olduğunu nesnel biçimde ortaya koyuyor. Trotskiy’in dışına atıldığı SBKP’nin 1934’te toplanan 17. Kongresi’nde Merkez Komitesi için herkesten (yani Stalin’den de) daha yüksek oy alan Leningrad (Petersburg) örgütü lideri Sergey Kirov aynı yılın sonunda bir suikasta kurban gidiyordu. Stalin ve yardımcıları bu olaydan Lenin’in en yakın çalışma arkadaşlarından Zinovyev ve Kamenev’i sorumlu tutacaktır. Bu olayla birlikte SBKP’de bir cadı avı başlıyordu.
1936-1938 arasındaki üç yıl SBKP’nin, yani şimdi adı ve görevi değişmiş olan Bolşevik Partisi’nin hem önderlerinin hem kadro ve militanlarının bir “Büyük Temizliğe” maruz kaldığı bir terör dönemi oldu. 1936’daki davada Zinovyev, Kamenev ve bir dizi başka eski Bolşevik, Trotskiy’le birlikte yönetimi devirme, bu amaçla faşizm ile işbirliği yapma, faşist ülkelerin yardımını alabilmek için Sovyetler Birliği’nin topraklarının belirli kısımlarını vaad etme gibi suçlamalarla yargılandı ve kurşuna dizildi. Trotskiy ve oğlu Lev (Lyova) Sedov da gıyaben suçlu bulundu ama ülke dışında oldukları için idam edilemedi. 1937’deki davada sıra Pyatakov, Radek ve bir dizi başka Bolşevik önderdeydi. Bunlar da benzer suçlar temelinde idam edildiler. 1938’de sıra partinin teorisyeni Nikolay Buharin, ülkenin Lenin’den sonraki ilk başbakanı Aleksandr Rıkov, Ukrayna Sovyet Cumhuriyeti’nin başı, Romen-Bulgar asıllı devrimci Hristo Rakovski ve bir dizi başka Bolşevik öndere geldi. Onların encamı da farklı olmadı.
Bu arada 1937’de bir başka dava daha açıldı. Tek günlük bir mahkeme sonucunda dokuz Kızıl Ordu generali idam edildi. Onlar da faşizm ile işbirliği içinde Sovyetler Birliği’ni yıkmayı, Kızıl Ordu’yu çökertmeyi, Stalin ve diğer birtakım yöneticileri öldürmeyi planlamaktan suçlu bulunmuştu. Dokuz general dedik, oysa bunlardan biri 42 yaşında Kızıl Ordu Mareşali olmuş, İç Savaş’ta Trotskiy’in komutanlığı altında büyük kahramanlıklar göstermiş, bir askerî deha olarak kabul edilen Tuhaçevskiy idi. Kızıl Ordu bu yetenekli askerî önderlikten yoksun kaldığı için, bu idamlardan sadece dört yıl sonra patlak verecek Nazi ordularına karşı savaşta başlarda çok yalpalamıştır.
Bir de yargılanmadan öldürülenler var. Bunlar arasında sosyalist planlama teorisinin en ünlü adı Preobrajenskiy, Marksist değer teorisinin en parlak teorisyenlerinden Rubin, Marksist hukuk teorisinin en gelişkin temsilcisi Paşukanis de var. Ama yargısız infazlar çok daha geniş kapsamlı. Bugün 1936-1938 arasında yaşanan katliamda bir milyon civarında komünistin öldürüldüğü hesaplanıyor. Bu olguları kapitalizmin ideologlarının tezviratı olarak görmek son derecede yanlış olur. Elbette Soğuk Savaş “Sovyetologları”, mesela en başta bu konuda en ünlü kitabı yazmış olan İngiliz tarihçisi Robert Conquest var. Ondan çok daha kalitesiz bir sürü propagandist var. Ama buna karşılık Sovyetler Birliği’ne sempatiyle yaklaşan çok daha ciddi araştırmacılar da var. Mesela kendisi Marksist olmamakla birlikte İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Sovyetler Birliği’ne sempatiyle yaklaşan çok ciddi Hollandalı iktisatçı Michael Ellman, mesela yine Marksist olmamakla birlikte Ekim devriminin, profesyonel tarihçiler arasında en iyi tarihini yazmış olan E.H.Carr’ın kitabının son cildini beraber kaleme aldığı R. W. Davies, mesela hayatının sonuna kadar Sovyetler Birliği’nden ayrılmamış ama rejime muhalif Rus komünisti Roy Medvedev ve kardeşi Jores Medvedev ve daha birçokları. Bunlardan Ellman çok kapsamlı ve titiz bir araştırmanın sonucunda bu dönemin kurbanlarının sayısını 950 bin ila 1,2 milyon olarak veriyor.
Bunlara kaldıkları ortak ikametgâhlardan gece ya da sabaha karşı alınıp öldürülen yabancı komünistler dâhil değil. Yukarıda sözünü ettiğimiz Roy Medvedev, İtalya, Finlandiya, Avusturya, Çekoslovakya, İspanya, Fransa, Romanya, Hollanda, hatta Amerika ve Brezilya’dan komünist partilerce görevlendirilerek Moskova’ya gelip hayatını yitirenlerle bu ülkelerin bir kısmında aynı yıllarda var olan faşist rejimlerin hapishanelerinden daha sonra sağ kurtulan komünistleri karşılaştırarak durumun ne kadar acı olduğuna işaret ediyor.
Son olarak, belki de en çarpıcı olguya değinelim: 1934’te bir suikasta kurban giden partinin Petersburg (Leningrad) sorumlusu Sergey Kirov’un en yüksek oyu aldığı 17. Kongre aslında Stalinistlerin tam bir zafer kongresi idi. Buna rağmen bu kongrede seçilen Merkez Komitesi’nin 139 asil ve yedek üyesinden 98’i, yani tam yüzde 70’i, 1939’daki 18. Kongre’ye varıldığında artık hayatta değildir, Stalin ve adamlarınca katledilmiştir! 18. Kongre’de seçilen Merkez Komitesi üyelerinin sadece 24’ü 17. Kongre’den kalan üyelerdir.
Bütün Bolşevikler faşist, bütün Bolşevikler Sovyetler Birliği’ni yıkmaya çalışıyor!
Bu durumda Trotskiy’in neden öldürüldüğü açık değil mi? Katillerinin Siqueiros ve Mercader gibi kendini komünist sayan Stalin ajanları olması açıklığa kavuşmuyor mu?
Trotskiy, Stalin’in öldürttüğü son Bolşeviktir. Ondan önce hepsini temizlemiş bulunuyordu. Bunu anlamak çok önemli. Trotskiy cinayetinin anlamı ancak böyle kavranabilir.
Ötekiler, Buharin’ler, Zinovyev’ler, Tuhaçevskiy’ler, hele hele Sol Muhalefet mensubu Rakovskiy’ler, Preobrajenskiy’ler, Trotskiy’den daha az komünist değildiler. Trotskiy’i onlardan ayıran iki şey vardır: Birincisi, bunun bir kişi olarak Stalin meselesinden ibaret olmadığını teorik olarak kavrama kapasitesini sadece onun göstermiş olmasıdır. Trotskiy, Stalin’in Bolşevik Partisi’ni oluşturan, Ekim devrimini yapan bütün kadroları imha etmesinin ardında bir sosyo-ekonomik katmanın, ülkeyi 75 yıl yönetip sonunda yıkan, kendine özgü çıkarları olan ama sınıflaşmayan bir sosyo-ekonomik katman olduğunu ve devrimin bu yüzden yozlaştığını kavramıştı.
İkincisi, bu keskin teorik ufuk gerçek bir devrimci tarih bilinci ve sapasağlam bir karakter yapısı ile birleşince Trotskiy bütün ötekilerden farklı olarak hiçbir an Stalin’in önünde diz çökmedi. Çünkü mücadelenin Marksizm içi bir mücadele olmadığını, Stalin ve temsil ettiği bürokrasi kazanırsa devrimin yitireceğini biliyordu. Oysa ötekiler hepsi farklı derecelerde olmak üzere Stalin’le zaman zaman uzlaşmaya çalıştılar. Zinovyev-Kamenev ikilisi dört defa muhalefete geçti, dört defa nedamet getirdi! Trotskiy bir alternatif önderlik oluşturma yolunda en ufak bir zikzak çizmedi, en küçük bir tereddüt yaşamadı.
İşte bu yüzdendir ki, bir milyon komünist öldürüldüğü halde dünya Trotskiy suikastını hatırlıyor.
Peki, Trotskiy’in alternatifi neydi? Bu yazıyı Trotskiy’in ölümünü açıklamak için yazdık. Görevimizi yaptığımıza inanıyoruz. Trotskiy suikastı sadece Trotskiy’e yapılmış bir suikast değildir. Hedefi komünizmdir.
Genç Marksist dost ve kardeşlerimizin öteki soruyu, yani Trotskiy’in alternatif olarak ne önerdiğini kendilerinin araştırması bizim için en büyük ödül olur. Ama tek bir ipucu verelim: dünya devrimi ve oraya doğru yürümek için hakiki bir proletarya enternasyonalizmi.
Trotksiy adı üzerine not
Eskiden yerleşik olan Troçki yerine Trotskiy adını kullanmamızın çok basit bir nedeni var: Bu adın doğru okunuşu böyle. “Troçki nereden çıktı o zaman?” diye merak edenler olabilir. Tahminimizi söyleyelim: Türkiye’nin ilk sosyalistleri gayri müslim azınlıklardandı. Rumlar ve Yunanlar kendi dillerinde “ts” bileşimini “ç” olarak okur. Mesela Çipras’ın adı Batı dillerinde Tsipras yazılıyor. Onların dilinin onlara oynadığı bir oyunun bugünün Türkiye’sinde devam etmesi için bir neden yok. Nitekim, dikkat ederseniz Türkiye’de Rusça bilen birçok yazar Trotskiy biçimini kullanır, Troçki’yi değil. Biz Rusça bilmiyoruz ama dile hassasiyetinden emin olduğumuz müteveffa yoldaşımız Nail Satlıgan’ın ana dili Rusça idi. Zaten bizim kendi literatürümüze bu yazış ve söyleyiş tarzını o sokmuştu. Bu vesileyle kendisini saygıyla analım.
Bir şeyin altını çizmek isteriz. Trotskiy yazılışının (bazen zannedildiği gibi) bu ismin İngilizce ya da başka Batı dillerindeki yazılışını, olduğu gibi Türkçeye aktarmakla uzaktan yakından bir ilişkisi yok. Onlar Trotsky yazıyorlar, biz ise Rusçadaki uzun ya da çift “i” sesini vermek için Trostkiy. Tersine bu tür şeyleri İngilizceden almama konusunda çok hassasız. Bugün İngilizce bütün dünyada kullanılan dil olabilir. Ama farklı ülkelerin Marksistlerinin emperyalizmin dili aracılığıyla iletişim kurması çok yanlış bir seçim olur. O yüzdendir ki yukarıda yazının ana gövdesinde “Meksika’nın başkenti Meksiko” yazdık, uydurma “Mexico City”yi kullanmadık. Meksika’nın dili İspanyolcada böyle bir kent adı yok. Türkçede de bir anlamı yok bunun. Neden Amerikan emperyalistlerinin kullandığı biçimi kullanalım? Biraz merak edelim, İnternet çağında, İspanyolcada “Ciudad de México” ibaresinin “Meksika Kenti” olduğunu kolayca keşfedebiliriz. Amerikalılar kendi dillerine tercüme etmişler, biz de Türkçeleştirelim. Meksiko biz okulda okurken o ülkenin başkentinin adıydı. Onun için onu kullandık.