Erdal Kara yazdı
Kamuoyu yoklamaları AKP’nin yüzde 40 bandında tutunacağını gösterdiğine göre AKP iktidarda kalacaktır. O halde, AKP’nin seçim sonrası muhtemel yönelimini ele almak zorunludur.
Sinsice sürdürülmekte olsa da, Gezi Ayaklanması ve ardından 17-25 Aralık operasyonlarıyla birlikte başında Tayyip Erdoğan’ın olduğu AKP İktidarı toplumu saflaştırma siyasetini derinleştirmeye karar vermiştir.
Erdoğan’ın her bir elinde pimi çekilmiş birer bomba duruyor. Birinin üzerinde yolsuzluk, diğerinin üzerinde savaş suçu yazıyor.
Erdoğan ipler gevşedi mi, AKP’nin çözülüş sürecine gireceğini, oy konsolidasyonunun zaafa uğrayacağını, bir sonraki seçimleri kaybetmekle yüz yüze kalacağını görüyor. Bu gerçek AKP’nin Türkiye’nin sorunlarını çözme yeteneğini bütünüyle yitirdiğini, baskıyı arttırmaktan başka bir çaresi olmadığını gösteriyor. Anti-demokratik düzenlemelerin nedeni bu. Yine de kendilerini güven içinde hissetmiyorlar. Gezi Ayaklanması ve 17-25 Aralık operasyonlarıyla ideolojik hegemonyası darbe yiyen AKP İktidarı, başkanlık rejimini kendisi için bir kurtuluş yolu olarak görüyor.
Başkanlık rejimi altında parlamenter sistemin merkezileşmenin önüne çıkardığı fren mekanizmaları adım adım işlevini yitirirler. Başkanlık sistemi, merkezileşmenin arttırılarak toplumsal yaşamın bütün katlarının yeniden yapılandırılması demektir. Merkezileşme “yürütme” lehine yasama ve yargı kuvvetlerinin adım adım iğdiş edilmesi anlamına gelir. Bu tek bir kişinin yetkilendirildiği özel koşullar altında gerçekleşir. Böylece merkezileşme zamana ters orantılı olarak artar. Türkiye göz açıp kapayıncaya kadar bambaşka bir ülke haline gelir.
ABD örneğini vermenin hiçbir anlamı yok. Türkiye Osmanlı’nın mutlak merkeziyetçiliğini devralarak kurulmuş, demokrasi geleneklerinin olmadığı bir ülkedir. Böyle bir ülkede başkanlık rejimi bir tür padişahlık gibi gerçekleşir. Erdoğan’ın peşinden koştuğu, ABD türü değil, Putinvari bir başkanlık rejimidir.
Komün’den beri komünistlerin savunduğu, yerele tam özerkliğin verildiği, merkezin yetkilerinin asgariye indirildiği bir toplumsal yaşam tasavvurudur. İşçi sınıfı ve ezilenler ancak böylelikle demokrasi okulundan geçme şansına sahip olabilir ve bu deneyimin yol göstericiliğinde kendi iktidarlarını kurabilir. Kapitalist üretim tarzı altında bunun kavgasını vermeyen, bunun için toplumsal yaşamın bütün düzeylerinde mevziler kazanma mücadelesi sürdürmeyen ve bunun imkanları ortaya çıktığında bunu gerçekleştirme yoluna girmeyen bir sosyalizm tasavvurunun işçi sınıfı ve halk sınıflarının yönettiği bir iktidar tesis edebilmesi olanaklı değildir. Kurulan kesinlikle, batmış sosyalizm deneyimlerinin zaaflarını taşıyan bürokratik bir iktidar biçimi olacaktır/olmak zorundadır. İşte bu nedenle başkanlık rejimi sorununa yaklaşım özel bir öneme sahiptir.
Putinvari bir başkanlık rejimi, eski rejimi önemli ölçüde tasfiye etmiş, yeni rejimin inşasında önemli mesafeler kat etmiş AKP İktidarının rejimin inşasını tamamlama sürecine akıl almaz bir hız verecek, otoriterizm totaliterizme dönüşecek, bu yoldan hızla açık diktatörlüğe doğru yürünecektir.
Sanki Batı Türkiye’nin durumunun farkında değilmiş gibi Erdoğan, Davos’dan beri artan ölçüde Batı’ya mahkum olmadıkları imajı vermeye çalışıyor. Çin’den füze almaya yeltenmek, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılmak istendiğini ilan etmek bu tutumun göstergeleri. Ancak bunlar Batı’yla pazarlığı yüksekte tutmak için yapılmış çıkışlardır.
Türkiye’nin ABD-AB ekseninden koparak başka bir yörüngeye girebilmesi, ABD-AB ile olan askeri, ekonomik bağlantılar nedeniyle neredeyse imkansızdır. Tümüyle batı teknolojisi ve sermaye ihracına dayalı bir ekonomisi olan Türkiye, Arap sermayesinin akmaya devam edeceği varsayımı ile başka bir kampa girebileceği yanılsamasına sürüklendi. Ne var ki, tümü ABD kanalında akan Arap sermayesinin kara para dışındaki kesiminin Türkiye’ye gelmesi de, “herkesle sorun sahibi olma noktasına sürüklenmiş olan Türkiye” için artık neredeyse olanaksız hale geldi. Bir dönem çevresinde (Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar) inisiyatif geliştiren Türkiye, bunu ancak ABD’nin himayesiyle ve açtığı alan içinde yapabildiğini unutup kendi gücünü aşırı abartarak Suriye ve Rojava’da, Irak’ta, Filistin’de, Mısır’da vb gerçeklerin duvarına çarptı
Emperyalizm Türkiye’de bir iç olgudur. Türkiye’nin askeri ve ekonomik bağlantıları ABD-AB ekseninden koparak başka bir kampa zıplamayı çok zayıf bir olasılık haline getirmektedir. Olağan şartlarda Türkiye tekrar ABD-AB’yle uyumlu politikalar izleme yoluna girmek zorunda kalacaktır. Bu eksenden koparak başka bir kampa sıçrama yeltenişi, Türkiye’nin bağımlılık ilişkilerinin rasyonalitesiyle örtüşmez.
IŞİD’i Ortadoğu’nun başına bela eden ABD’dir. İşin taşeronluğunu da Katar, Türkiye ve Suudi Arabistan’a vermiştir. İşler sarpa sarınca Türkiye’yi uyarmış olmalarına rağmen, Türkiye Esad’ın kısa zamanda düşeceği beklentisiyle Rojava belasından kurtulmak için burnunun doğrultusuna gitmeyi tercih etmiştir. IŞİD’in Musul’u ele geçirmesiyle tehlikenin büyüklüğünün farkına varan ABD, bombalama yoluyla öyle bir askeri strateji uygulamıştır ki, IŞİD’i bile isteye Şengal ve Rojava’ya doğru sürmüştür. Lakin evdeki hesap çarşıya uymamış, Kürt Hareketi’nin Şengal ve Kobani’deki askeri ve politik başarısı YPG ile ilişki kurmasını zorunlu kılmıştır.
ABD, şartları oluştuğunda bu yükten kurtulmak isteyecektir. ABD’nin Türkiye-Kürt Hareketi ikileminde tercihini Türkiye’den yana kullanacağını varsaymak gerekmektedir. Bugünün konjonktürünü esas almak, kalıcı olacağını sanmak doğru değildir. Şartları oluştuğunda (2016 Başkanlık Seçimleri için başkan adayı olan gerek Cumhuriyetçi ve gerekse Demokrat aday Suriye’ye müdahale politikalarını savunuyorlar) ABD ile AKP yine can ciğer kuzu sarması olacak, Rojava’yı ezmeye yeltenmekte en küçük bir tereddüt göstermeyecek, Kürt Hareketi’nin artan prestijini yerle bir etmek için kapitalist dünya medyasını hizmetine koşmakta da hiçbir zorluk çekmeyecektir.
Kürt Hareketi’nin temsilcilerinin işaret ettikleri gibi AKP, seçimlere kadar çözüm masasını devirmeme özenini gösterip işi süründürmekte, diğer yandan da savaş hazırlığı yapmaya devam etmektedir. Belli ki AKP, Kürt Hareketi’ne nihai darbeyi vurabileceğini düşündüğü momente kadar oyalama siyasetini sürdürmeye devam edecek, hareketin güçten düştüğünü gördüğünde saldırmayı tercih edecektir. Bütün belirtiler buna işaret etmektedir.
Kürt Hareketi bu seferberliği görerek Hükümet’in Öcalan’ın açıkladığı takvime riayet etmesini istemekte, Oslo sonrasında olduğu gibi oyalama siyasetine izin vermeyeceğini söylemektedir. Seçim öncesi ya da sonrası çözüm masasının ayakta durmakta zorlanacağı anlaşılmaktadır.
İmralı öncesinde Abdullah Öcalan Kürt Hareketi içinde “önderlik” pozisyonunda bulunuyordu. İmralı süreciyle birlikte saptadığı isabetli politikalar bu konumunun sadece Hareket içinde pekişmesini sağlamakla kalmadı, dört parçadaki Kürt halkı içinde de büyük bir saygınlık kazanmasına, ulusal bir lider olarak benimsenmesine neden oldu. Kürt sorununun çözümü yolunda Öcalan’ın merkezi bir rol oynamasının nedeni budur ve en azından orta vadede, Öcalan dışında başka bir aktörün (kişisel ya da kurumsal olarak) bu rolü oynaması mümkün görünmemektedir. Bu gerçek AKP’yi, Öcalan’ı baş müzakereci olarak kabul etmek zorunda bırakmıştır.
AKP Hükümeti bütün kritik momentlerde Öcalan ile Kürt Hareketi arasında ayrılık yaratma gayreti içinde olsa da, Kürt Hareketi başta Öcalan olmak üzere tüm parçalarıyla birlikte bütünlüğünü koruma yeteneğini göstermiştir. Bu başarının sağlanmasında Öcalan’ın kilit bir rolü olduğu tartışma götürmez. Geçtiğimiz aylarda, Birinci Barış Grubu’na yönelik olarak yaptığı “Türkiye’ye gelin” çağrısı ile 2013 yılı Newroz’unda açıklanan PKK gerillalarının sınır dışına çıkması çağrısının devlet güvencesine bağlanmasında ısrar etmediği için özeleştiri veren Öcalan, bu rolü hakkını vererek yerine getirmenin çarpıcı bir örneğini ortaya koymakla kalmadı, Kandil ile kendisi arasına çomak sokma siyasetinin de ham bir hayal olduğunu gösterdi.
Saydığımız bir dizi faktör, Öcalan’ın sorunun çözümünde kilit rol oynama fonksiyonun sürmesinin sonsuz yararları olduğunu göstermektedir.
Yukarıdaki analizi olası seçim taktiğiyle ilişkilendirerek değerlendirmekte yarar var.
HDP yüzde on barajını aşarak parlamentoda konumlanma başarısını gösterirse, Kürt hareketi ile emek, barış ve demokrasi güçlerinin aleyhine olan faktörlerin etkisinin kısmen de olsa zayıflayacağını söyleyebiliriz. Zayıflar ama ortadan kalkmaz. Sonrası HDP’nin performansına bağlıdır. Yükselen bir grafik çizdiği taktirde, olumsuzluk faktörlerinin etki alanı gittikçe daralacaktır. Nedir bunlar? Başkanlık rejimi yoluyla açık diktatörlüğe gidiş frenlenecektir. Olası ABD-AKP uzlaşmasının Rojava üzerindeki basıncı azalır. Rojava’yı tasfiye planının uygulanması güçleşir. AKP’nin savaş siyasetini gündeme getirmesinin önündeki bariyerler gittikçe güçlenir. Öcalan’ın kilit önemdeki rolü daha da pekişmekle kalmaz, Kürdistan’ın dört parçasındaki etki alanı artar.
12 Eylül rejiminin kalıntısı olan, AKP’nin de ikiyüzlü biçimde özenle koruduğu anti demokratik bir dayatma olan seçim barajını aşmak, demokrasi önünde kurulan bariyerleri yıkmak, AKP saltanatını sarsmak anlamını taşıyacaktır. Seçimlere Parti olarak girmek kitleler nezdinde daha güçlü bir destek dalgası yaratma olanağı sağlayacaktır. En önemlisi HDK/HDP zemininde tariflenen siyaseti pekiştirecek, kurumsallaştıracaktır.
HDP çatısı altında parti olarak seçimlere girilip barajın aşılamaması durumunda gelişmeler hangi doğrultuda ilerler?
Başkanlık rejimi olasılığı güç kazanır. Baraj altında kalındığında, AKP’nin Referandum’a gitmeyi mümkün kılacak sayıda milletvekili kazanacağı kesindir. 367 milletvekilli kazanma da ihtimal dahiline girer. Bu ise, AKP’nin kurmakta olduğu yeni rejime yasallık ve meşruiyet sağlayacak yeni bir anayasayı rahatça oluşturma ve onaylatma olanağı sağlar.
Olası bir ABD-AKP uzlaşmasının Rojava üzerindeki basıncı artar, Rojava’yı tasfiye planı güç kazanır. Parlamenter alanın ve bu alanın sağladığı olanaklarla ulusal ve uluslararası arenada elde edilen mevzilerin sağladığı imkanlar kaybedilir.
AKP’nin savaş siyaseti gündeme koyma olasılığı sıçramalı bir biçimde güçlenir. Savaş siyasetinin gündeme gelmesinin sonuçları, geçmişe göre daha farklı olacak gibi görünmektedir. 6-8 Ekim bunu ipuçlarını vermiştir. Türkiye’nin Batısı kısa erimde bir iç savaş manzarasına sahip olacaktır. Erdoğan’ın tutumuna baktığımızda, bırakalım bu yöne gidişi frenlemeyi, tam tersine kışkırtacağı, Türkiye’yi bir iç savaş ortamına sürükleyerek iktidarını sürdürmeye çalışacağı görülmektedir. Esnafa yapılan çağrılar bunun çarpıcı göstergelerinden biridir. Muhtemelen Kürt Özgürlük Hareketi gerillanın devreye girmesine paralel olarak savaş siyasetine Serhildan’la karşılık verecektir. Burada sorulması gereken soru şudur: Böyle bir ortam emek, barış ve demokrasi güçlerinin lehine sonuçlar üretebilir mi? Bu soruya ikna edici cevaplar verilmeden ilerlemek mümkün değildir.
Bağımsız adaylarla seçime girildiği takdirde ise, kamuoyu yoklamalarındaki oy oranına göre AKP’nin 330 milletvekili kazanamayacağı neredeyse kesin. Böylece Erdoğan’ın başkanlık rejimi hayali ilelebet tarihe karışacaktır. Fiili olarak başkanlık yapmaya uğraştıkça da gerilimi artıracak, yıpranması hızlanacaktır. Bu durum mücadelenin yükselmesi açısından geniş imkanlar sunacak bir çerçeve oluşturur.
Parti olarak barajı aşmak, çeşitli koşulların bir araya gelmesiyle imkansız değildir. Bunun bir koşulu, tüm HDP bileşenlerinin, kadrolarının ve taraftarlarının, devletin tüm engelleme, baskı ve hilelerini boşa çıkaracak şekilde etkili bir çalışma yürütmeleridir.
Diğer bir koşul ise Cumhurbaşkanlığı seçiminde gösterilen taktik programatik ve pratik esnekliklerin gösterilmesi, bölgede AKP’yi batıda CHP’yi zorlayan siyasal ve toplumsal ittifaklar arayışının derinlemesine sürmesidir.
Soma-Ermenek’teki maden işçileri nezdinde tüm emekçilerin, gezi ruhunun, kadınların, genç-lerin, doğa ve yaşam savunucularının, lgbti bireylerin, savaş karşıtlarının, Alevilerin, çeşitli etnik ve inanç topluluklarının, bu yolla HDP seçmeninin ötesindeki sol, sosyalist, demokrat, seküler, muhalif kesimlerle gerek kurumsal ittifaklar gerekse bireylerin iknası temelinde buluşulmalıdır. Keza Kürdistani siyasal ve toplumsal güçlerle kurulacak ittifaklar da bu anlamda sayılmalıdır.
Bununla birlikte HDP olarak seçimlere yaklaşıldığında tüm çabalara rağmen yüzde 10 seçim barajının aşılacağına dair yeterli güvencelerin oluşmaması durumunda seçim taktiğinin gözden geçirilmesi de seçeneklerimiz arasında yer almalı, seçimlere bağımsız adaylarla girme taktiği değerlendirilmelidir.
Ancak hangi taktikle seçimlere girilirse girilsin, HDP’nin başarısı için Fırat’ın doğusundaki ve batısındaki sosyalist, devrimci, demokrat güçlerin; emekçilerin, Kürtlerin, kadınların, Alevilerin, ezilenlerin tüm güçlerini seferber etmeleri elzemdir. Seçimlerin sonuçları, Türkiye’nin önünde bulunan yol ayrımında hangi yöne gidileceği konusunda son derece önemli bir etken olacaktır çünkü.