Korkut AKIN yazdı – Gişecilikte kendince (ama başarılı) yeni bir yöntem geliştiren Sabahattin Çetin her ne kadar kardeşi Sinan Çetin’in aracılığıyla girdiği düşünülürse de, okuyacaksınız, hayatın akışıyla sinemaya savrulmuş, bile isteye… Bile isteye, çünkü anlatacak bir şeyi olanların işidir sinema.
Anılar her zaman, burada şu oldu, şurada bununla şöyle yaptık değildir. Anılar, yaşamın içinden sıyrılan, geleceğe kalacak rehberlerdir. Bütün anılar için böyle söylenebilir mi? Hayır, tabii ki hepsi için aynı şeyi söylemek mümkün değil, ama -inanın ki- bazı anılar okuyanda zihin açıcı, ufuk genişletici etki yaratır. İşte, Sabahattin Çetin’in “Sinema ve Siyaset Anıları” alt başlığıyla aktardığı “Hatırlamak”, tam da bu.
Sabahattin Çetin, içten bir duyarlılıkla, sarıp sarmalayarak anlatıyor yaşadıklarını. Sinemacı oluşundan mı acaba, bir film izler gibi, bir roman okur gibi anlatıyor. Edebiyatla daha okul sıralarında içli dışlı olduğunu öğreniyoruz. Hem değil mi ki, “edebiyat yaşamdır”
Ülke farklı değil ki…
Birinci Dünya Savaşı arkasından verilen Ulusal Kurtuluş Savaşı, arkasından girilmese de sarsıcı etkilerinin her alana yansıdığı İkinci Dünya Savaşı… O bitince çok partili demokrasi dönemi ve doğal olarak çalkantılar… 1960’ta resmen ilk darbe ve yeni bir dönem… 1968 ise sadece Türkiye’de değil bütün dünyada yepyeni özgürlük rüzgarları estiriyor; herkes her şeye bir başka açıdan bakmaya çabalıyor… 12 Mart ile birlikte yeniden tek sesli, baskıcı bir yönetim anlayışı geliyor. 1961 Anayasası, zaten “lüks” olarak tanımlanmıştı, 12 Eylül’le birlikte ne özgürlük kalıyor ortada ne barış ne de demokrasi…
İşte bütün bu süreci herkesin anılarının toplamı olarak kabul etmek gerekebilir. Kentlisi köylüsü, yaşlısı genci, çalışanı işsizi, okumuşu cahili bu etkinin altından kurtulmak için (arada boyun büküp tahammül eden ve kabul edenler de vardır ya, orana vurmaya gelmez) kendince bir çözüm arayışına giriyor doğal olarak. Kimi inanışı, kimi çıkarları, kimi geleceği, kimi toplumsal, arada sanatsal düşünceleri çerçevesinde en iyiyi, en güzeli, en doğruyu savunuyor, öneriyor.
Gişecilikte kendince (ama başarılı) yeni bir yöntem geliştiren Sabahattin Çetin her ne kadar kardeşi Sinan Çetin’in aracılığıyla girdiği düşünülürse de, okuyacaksınız, hayatın akışıyla sinemaya savrulmuş, bile isteye… Bile isteye, çünkü anlatacak bir şeyi olanların işidir sinema. Yılların doldurduğu dağarcığından taşanların bir şekilde insanlara ulaştırılması, buna da bağlı olarak yeni ufuklar açılması gerekir. Zordur, meşakkatlidir, para kazandırmaz, borç harç içinde yüzdürür ama muhakkak ki huzur ve mutluluk verir sonuçta. Tabii, sansür kavgalarıyla bağlantılı, kindar ve ihbarcı “arkadaş”lar da var hep.
Paul Auster’in, “evrenin yasaları kardeşlikten şikayeti yasaklamıştır” sözünü aktaran Sabahattin Çetin, gerek siyasal yaşamda gerekse sanatsal yaşamda kardeşleriyle -ve çoğunlukla da zararla kapattığı- birlikte yaptıklarını ve etkilerini anlatıyor. Muhakkak ki, insan kardeşini seçemez ama arkadaşını kendisi seçer.
Sözünü esirgemeyen…
Siyasetle sanatı iç içe yaşayınca göz korkutucu tehditler solda sıfır kalıyor. Kimin ne diyeceğine bakılmıyor. Sabahattin Çetin de dobra dobra anlatıyor yaşadıklarını, hissettiklerini. Örneğin, “barbarca yıkıldı” diyor Emek Sineması ve anıları için. İma etmek yerine doğrudan söylemek çok etkili oluyor doğallıkla, o çerçevede de anılar renkleniyor ve canlanıyor gözümde.
Sol jargonla “Bulvar tiyatrosu” olarak tanımladıkları ve dudak büktükleri sanata bakışlarının “snop solculuk” olduğunu söylemesi, artık çekinecek bir şeyinin olmadığının da göstergesi Sabahattin Çetin için. Sol sosyal demokrat partilerin içinde çalışan, kampanyalar yürüten (bu arada Beyoğlu Belediye Başkanı seçilmesini sağladıkları adayın durumunu, umarım bugünkü parti yöneticileri dikkate alırlar) Çetin, gemileri yakmıştır, çünkü rüştünü ispat etmiştir.
“Hatırlamak”ın bir güzel yanı da günümüzle bağlantı kurması. Çok yıllar önce yaşadıklarını (yaşadıklarından hatırladıklarını demek daha doğru olacaktır) günümüzle bağlantı kurarak aktarıyor Çetin. Bu, okur olarak üzerinde hassasiyetle durduğum bir konu… Yıllar öncesinin bir anısını hepimizin tanıdığı, sevdiği bir edebiyatçı, oyuncu, siyasetçiye bağlaması o yaşananı daha bir görünür kılıyor gözümüzde, zihnimizde.
Sinema, güzelliği yaşamın…
Coppola’nın ünlü Baba’sında dile getirildiği gibi, “suçla politika aynı şeydir” ise “sanatla siyaset bir bütündür” diyebiliriz. Bugünlerde de gündemde olan Mehmet Ağar, bir film çekiminde Sabahattin Çetin’in, hem de Nâzım Hikmet filmine destek olmuş. İşin bir garip yanı, Çetin’e DAL’da işkence yapanların başında aynı Ağar vardır ve Çetin, onun sesini asla unutmaz.
Bakın, nasıl da birbirini takip ediyor hayat… SES filminde, işkencecisinin sesini tanıyan adamın yaşadıkları anlatılıyordu… Yani, “film icabı” uydurulmuş bir öykü değildi o filmin öyküsü.
Sektör olamamış bir alan…
Sinemayla ilgilenen herkes “sektör” olamamışlıktan yakınır. Yıllarca yasası olmayan, bir kişinin iki dudağı arasından dökülen sözcüklerle sınırlı hak ve özgürlükleri olan bu alanda mücadele verenlerin başında gelir Sabahattin Çetin; özellikle sivil inisiyatiflerde aldığı görev ve yüklendiği sorumluluklarla…
Sabahattin Çetin’i tanımamı sağlayan siyasi yanı değil sinemacılığı… Aynı mesleğin değişik alanlarında, dönem dönem kesişen yolda birlikte yürümenin mutluluğuyla sinema anılarını büyük keyifle okudum. Aslına bakarsanız sırf sinema anıları üzerine bir yazı yazabilirdim, ama geniş anlamıyla “Hatırlamak” hem sinemayı hem siyaseti hem de yaşamı barındırıyor içinde. Beyazperdede yansıyan görüntülerin yarattığı imgelemin yurtiçi ve yurtdışı (festivallerde de kuşkusuz) coşkusu okunması gereken anılar. Sadece filmler de değil, hazırlık ve kamera arkası da büyük keyif veriyor. Söz aramızda, acı acı gülümsüyorum yoksunluğa ve yoksulluğa…
Hatırlamak – Sinema ve Siyaset Anıları
Sabahattin Çetin
Pikaresk Yayınevi
Ağustos 2021, 418 s.