Tuncay Yılmaz yazdı: “Bu ırkçı hareket tıpkı daha önce Suriye’de sınır ötesine yapılan operasyonlar gibi, 7 Haziran seçimleri sonrasında HDP’ye karşı başlatılan “çöktürme hareket planı” gibi, 15 Temmuz darbe girişimine karşı yapılan “karşı darbe” gibi faşist iktidar tarafından planlanarak uygulamaya sokulmuş bir kurumsallaşma, kalıcılaşma aracıdır.”
Uzunca süredir iktidarından muhalefetine çok geniş bir kesim, sonuçları Altındağ’da yaşanan linçe varacağını öngörmenin çok da zor olmadığı göçmen düşmanlığını körüklediler.
İktidar yayılmacı politikalarının bir aracı, Avrupa devletlerine karşı bir koz ve sermayenin daha ucuz iş gücü talebine bir cevap olarak büyük kısmı ve Suriye ve Afganistan’dan olmak üzere, Türki cumhuriyetlerden, Ortadoğu ve Afrika’dan milyonlarca göçmenin (resmi rakam 5,5 milyon, gayri resmi olarak konuşulan sayı ise 7 milyon civarı) Türkiye’ye akmasının önünü açtı. Bu planlı göçmen politikasının iç siyasete ilişkin bir dizayn enstrümanı olarak düşünüldüğü, kullanıldığı ise ayrıca altı çizilmesi gerekli bir unsur.
Ana muhalefet ise popülist, sorumsuz bir politik tutumla iktidarın göçmen politikasının parçası, aleti oldu. Ne milyonlarca Suriyelinin yurtlarını bırakıp göç etmesine neden olacak savaşa, “sınır ötesi operasyonlara” karşı tutarlı bir politika izleyebildi, ne de büyük oranda bu savaşçı politikaların sonucu olarak Türkiye’de yaşamak zorunda kalan göçmenlerin topluma adaptasyonuna yönelik bir tutum geliştirdi. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun “iktidar olunca Suriyelileri memleketlerine uğurlayacağız” diye açıkladığı göçmen politikası, CHP’li Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan tarafından sahada ırkçı uygulamalar olarak devreye sokulmaya başlandı.
Faşizmin kaldıracı
İktidarın ve muhalefetin bu politikalardan cesaret alan ve esasında yıllardır göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı her ilde, ilçede yaşanmakta olan ırkçı saldırılar, Altındağ’da yaşanan organize linçle başka bir boyuta sıçradı. Artık karşımızda hayata öfkesini yanış yere yönlendiren bir kara güruh değil, bizzat faşist iktidar tarafından organize edilen, yönlendirilen, idare ve sevk edilen ırkçı bir kitle hareketi söz konusu.
Bugün Suriyeli ve Afganların yaşadığı mahallelere sevk edilen bu ırkçı kitle, eğer bu atmosfer kırılamazsa, yarın kolaylıkla Kürtlerin, Alevilerin, sol kitlenin yaşadığı mahallelere yönlendirilebilecektir.
Bu ırkçı hareket tıpkı daha önce Suriye’de sınır ötesine yapılan operasyonlar gibi, 7 Haziran seçimleri sonrasında HDP’ye karşı başlatılan “çöktürme hareket planı” gibi, 15 Temmuz darbe girişimine karşı yapılan “karşı darbe” gibi faşist iktidar tarafından planlanarak uygulamaya sokulmuş bir kurumsallaşma, kalıcılaşma aracıdır.
Erdoğan Faşizmi, tıpkı Hitler faşizminin Yahudilere, çingenelere, komünistler yaptığı gibi, göçmenlere, Kürtlere, Alevilere, solculara karşı nefreti arttırarak faşist kitle tabanını büyütmeye çalışıyor. Kürtlere, göçmenlere yönelik ırkçılığı, Alevilere yönelik mezhepçiliği, kadınlara, LGBTİ+’lara yönelik cinsiyetçiliği, homofobiyi faşizmini kurumsallaştırmanın kaldıraçları olarak kullanıyor.
İktidar tarafından adım adım geliştirilen, organize edilen, yönlendirilen ve yönetilen bu ırkçı linç hareketini “kendiliğinden kitle tepkisi” basitliğinde değerlendirmek muhalefetin en büyük hatası olur. Göçlere neden olan politikalara (sınır ötesi operasyonlara) destek veren, ortaya çıkan soruna karşı ise evrensel insan hakları kazanımlarından fersah fersah uzakta ötekileştirici çözüm önerileri sunarak bizzat bu ırkçı ortamın yaratılmasına katkı sağlayan CHP ve Kılıçdaroğlu öncelikle bu tutumundan dolayı özür dilemeli ve kendisini yumruklatan bu ırkçı atmosfere katkı veren politikalardan vaz geçmelidir.
Kapitalizmin deregülasyon aparatı olarak ‘göç’
Türkiye’de AKP-MHP eliyle geliştirilen ve kullanılan bu ırkçı politikalar esasında kapitalizmin neoliberalizm sonrasına geçişte devreye soktuğu en kullanışlı enstrümanlardan biridir. Geçiş sürecini bir “kaos yönetimiyle” en az zararla atlatmaya çalışan kapitalizm, en etkili düzensizleştirici/deregülatör unsurlardan biri olarak küresel göç dalgasını tetikliyor.
Soğuk savaş döneminin bütün uzlaşı/denge yüklerini sırtından atmak isteyen sermaye, sınıflar, cinsler, türler, ülkeler, kutuplar arasındaki anlaşmaları feshedip yeni bir sermaye birikim rejimine geçmeye çalışıyor. Apayrı bir tartışma konusu olan bu geçişte işsizlikten köle koşullarında çalıştırmaya, pandemiden savaşlara, kasırgalardan yangınlara, İslamofobiden dinciliğe/mezhepçiliğe, patriyarkadan ırkçılığa tüm enstrümanları devreye sokuyor, kullanıyor.
Bu çoklu saldırı sonucunda insanlık belki de kavimler göçünden bu yana yaşadığı en büyük göç dalgasını yaşıyor. Her yıl 100 milyona yakın insan yukarıda saydığım sebeplerden biri ya da birkaçından dolayı yurdunu terk ediyor, göç yollarına düşüyor.
Bu göçün bizatihi sorumlusu olan emperyalist-kapitalist devletler, biryandan da adeta ölüm-kalım savaşı veren göçmenlere kaşı ırkçı, cinsiyetçi, dinci neo-faşist hareketleri güçlendiriyor. Göç, göçmenlik sadece Türkiye’de değil, göç alan, göç güzergahında bulunun bütün kapitalist devletlerde bir iç politika enstrümanı olarak kullanılıyor, devrede tutuluyor.
Göçmen düşmanlığına karşı mücadele faşizme karşı mücadeledir
Ülkeye dönersek; ne yazık ki sol cenahta dahi tezahürleri bulunan göçmen karşıtlığı önümüzdeki süreçte AKP-MHP iktidarının önemli iç ve dış politika malzemelerinden biri olmaya devam edecek.
Erdoğan ve arkasındaki sermaye-ergenekon desteği içeride faşizm dışarıda yayılmacı politikalara kitle desteğini güçlendirmek için topluma ırkçılığı, şovenizmi, cinsiyetçiliği ve dinciliği pompalamaya devam edecekler.
İktidarın faşist kurumsallaşma ve kalıcılaşma stratejisine bağlı bu çoklu saldırısına karşı antifaşist güçlerinde çoklu bir direniş strateji geliştirmesi gerekiyor. Faşist iktidar bu çoklu saldırı stratejisiyle muhalefetin yan yana durmasını engellemek, direniş eksenlerini birbirinden izole tutmak istiyor. Daha da çoğaltılabilecek bu başlıkların tamamında birbiriyle buluşan, faşist kurumsallaşmaya karşı ortaklaşmayı hedefleyen direniş hatları kurmak zorundayız. Hem her direniş alanının her birini özgün olarak geliştirecek, hem de bu özgünlüklerin faşizme karşı direnişte ortaklaşma alanlarını yaratacak perspektifle hareket edebilmeliyiz.
Faşizmi ancak kitlelerin bilincini ve öfkesini doğru hedefte buluşturabildiğimizde durdurabilir ve yenebiliriz. Bunu yapabilecek tarihsel birikimimiz var. Mesele bu potansiyeli aktüelize ve dinamize edecek politikaları, taktikleri geliştirmekte, örgütlenmeleri ve iradeyi yaratmakta.