Bülent Tekin yazdı: “Cumhur İttifakı rasyonaliteden kopuk davrandıkça hamaset diliyle daha büyük sorunlar içinde kalıyor. Böylece de iç politikada illüzyona uğramış bir kısım seçmen dışındaki kitlelerin uyanmasını engelleyemiyor”
Cumhur İttifakı rasyonaliteden kopuk davrandıkça hamaset diliyle daha büyük sorunlar içinde kalıyor. Böylece de iç politikada illüzyona uğramış bir kısım seçmen dışındaki kitlelerin uyanmasını engelleyemiyor. Ankara’da hava eski hava değil. Türkiye’nin Libya’daki durumu başlangıçtaki gibi değil, adeta Libya’ya sokulmadığı görünümü var. Akdeniz’de de dışlandığı gibi bir görüntü var, güney toprakları boyunca uzanan Akdeniz’de doğalgaz aramalarından eser kalmadı. Oruç Reis nerede? Oruç Reis’in dinlendirilmesi nedense hiç bitmedi.
Dağlık Karabağ’da durum benzer denilebilir. Oradan da bir ses yok. Azerbaycan da Ermenistan da ümidini Rusya’ya bağlamış durumda.
Suriye’de durumun ne olacağı hiç belli değil? “Yeter ki Kürtler bir statü elde etmesinler” üzerine kurulan bir düşünce içinde olundu. Karmakarışık bir iç-dış savaşın içine bulaşıldı ve şu an çıkılmaz bir durum oluştu. Bütün bunları bir dışlanma olarak saymak olanaklıdır.
Hamasi politika bu kez Kıbrıs için kullanılıyor. Kıbrıs’ta Maraş’ın bir kısmının açılacağı açıklandı. Bağımsız bir Kıbrıs Türk Devleti’nden bahsediliyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Lefkoşa’da beklenen müjdeyi veremedi. Kıbrıs’ta inşa edilecek saray (külliye) müjde yerine verilmek istendi. Ancak bunun bir müjde olmadığı bilinmiş olmalıydı. Yine de bu konu zorunlu olarak ısıtıldı.
Ada’nın Rum basınının sızdırdığı bir haberi bir yerlerde okumuştum. Aklımda kaldığı kadarıyla AB Konsey Başkanı 18 Temmuz’da Bakü’ye gitmiş ve Aliyev’i Kuzey Kıbrıs’ın tanınmaması konusunda uyarmış. Böylesi bir durumun AB ilişkilerinde kendilerini sıkıntıya sokabileceğini de ilave etmiş. Hamaset konusunda son zamanlarda bir de Afganistan durumu var. Yeni bir hamaset mi, bataklık mı? Milletin çocuklarını ölüme mi gönderme? Taliban ve zihniyetiyle ne şekilde uyum içinde olunabilecek? Resmi rakamlarla söylenen 5.3 milyon Suriyeli göçmene İran üzerinden her gün binlerce Afgan göçmen ekleniyor. Ne düşünülüyor? Sonuç ne olacak? Nereden baksanız büyük bir savrulma!
Son günlerde Akdeniz ve Ege’de sahillerde ormanlık alanlardaki yangınlar! Binlerce ve belki de milyonlarca yılda telafi edilemeyecek doğa tahribatı yaşanıyor. Benim aklıma turistik otel yapımlarıyla sonuçlanacak, imara açılacak arsa niteliğine dönüşecek rant alanları ve sera yapmak için arazi elde etmeye dönük bir alçakça durum gelmiyor değil! Geçmiş yangınlardan sonra olanlara bakınca aklıma nedense bunlar geliyor! Dilerim yanılıyorumdur!
Ve Kürt düşmanlığı! HDP üzerinden Kürt düşmanlığı. Tehlikeli eklemler üzerinde oynamak gibi bir şey… Özellikle HDP binalarına, üyelerine ve Kürtlere ölümle sonuçlanan saldırılar. Kürt düşmanlığına neden olan ayrıştırıcı, ırkçı tehlikeli dil… (En son olarak 30 Temmuz akşamüzeri Konya Meram’da yaşayan-ve daha önce Kürt oldukları için saldırıya uğrayan-Dedeoğulları ailesinden 7 kişi öldürüldü. Saldırganlar kaçarken de evi ateşe veriyor. Dedeoğulları ailesi daha önce de “Biz ülkücüyüz, sizi burada yaşatmayacağız” diyen 60 kişilik ırkçı grubun saldırısına uğramıştı. Ailenin avukatı Abdurrahman Karabulut’un bir medya organına yaptığı açıklamada aileye ilk saldırının 12 Mayıs’ta olduğunu hatırlatarak “Daha 3 saat önce aile benim yanımdaydı. Davanın, soruşturmanın gidişatıyla ilgili bilgi alıyorlardı bizden. Defalarca uyardık, cezasızlık politikasının sonucu yeni saldırganların olmasına sebep olmaktadır. Biz devleti, yargıyı uyardık. Ama kasten bizimle dalga geçercesine her yeni tutuklama talebimizde yeni tahliyelerle karşılaştık” demesi bu topraklara ekilmek istenen nefret tohumlarının büyüklüğünü anlatır durumdadır.)
Bu topraklarda huzurun ve “insanca yaşamanın tablosu” bir türlü yapılamadı. Huzurun tablosu, tablonun içindekilerle dışındakilerin huzurundan geçer. Stefan Zweig (1881-1942) bir mektubunda ilginç bir tablonun akıbetini anlatır. Bugün Belçika’nın liman kenti olan Averes’te bir kiliseye bir tüccar bir ressama bir Meryem Ana tablosu yaptırır. Tablo genç ve güzel bir kızın kucağında taşıdığı çocuğu içermektedir. Tablo bittiğinde, ressamın model olarak kullandığı genç kız (Esther) günlerce kucağında tutarak poz verdiği çocuğu adeta kendi çocuğu gibi düşünmeye başlar.
Tablo kilisede sunağın üzerine yerleştirilir. O günlerde şehirde bir mezhep çatışması da söylenebilecek bir Protestan isyanı çıkar. Saldırganlar her yeri yakıp yıkarken sıra bu kiliseye de gelir. Genç kız tabloyu ve tablodaki çocuğu koruma güdüsüyle bir akşam evden gizlice çıkar ve kiliseye girer. Ancak çok geçmeden saldırgan güruh kilisenin kapılarını kırıp kilisedeki her şeyi parçalamaya başlar. Esther tablodaki çocuğu yani kendi çocuğunu kurtarma düşüncesindedir. Fanatik tahripçiler hızla sunağa saldırmaya başlamıştı bile. Bir balta havada, yükseklere doğru uçmaya başlamıştı. Tam o anda kızın da aklı başından gitti ve açılmış kollarıyla resmi korumak için fırladı.
Ve olanlar sanki bir büyü gibiydi. Balta sessizce, gücünü kaybederek aşağı doğru inen elden hırsla yere fırladı. Kaskatı kesilmiş diğer eldeki meşale ise cızırtıyla sönerek yere düştü. Kendinden geçmiş gürültücü insan kalabalığında bu olay şimşek çarpması gibi bir etki yaptı. Herkes susmuştu, sadece “Meryem Ana… Meryem Ana” diye guruldayan birinin bu çağrısı boğazında kalmıştı. Tebeşir gibi bembeyaz ve titreyerek duruyordu hepsi şimdi. Çünkü buralarda sık sık anlatılan ve inanılan bir mucizenin gerçekleşmiş olduğundan hiçbirinin şüphesi yoktu. Yüz hatları belirgin bir şekilde resimdekiyle aynı olan Meryem Ana, kendi resmini korumuştu. Resimdeki kızın hatlarını gördüklerinde resmin canlanmış hali olduğu düşüncesine kapılmaları, adamların vicdanlarını sızlatmıştı. Saldırgan güruh hiçbir zaman o anda olduğundan daha fazla inançlı olmamıştı.
Ama tam o sırada başkaları da koşarak gelmişti. Meşaleler öylece donakalmış grubu ve yarı donmuş bir halde tapınağa yapışıp kalmış olan Esther’i aydınlatmıştı. Sessizliği bir gürültü bastırdı. Arkalardan bir fahişenin sesi cırladı: “İlerleyin… O sadece meyhanecinin Yahudi kızı.” Ve anında büyü bozulmuştu. Küçük düşenler utanç ve öfke içinde hücum ettiler. Kız katledildi. Meryem Ana tablosu kılıç darbeleri ile delik deşik edildi.
Stefan Zweig’in mektubunda anlattığı bu olayda görüldüğü gibi tablonun, resmin huzuru, barışı sadece tablonun içiyle değil, dışıyla da ilgilidir. İçinde bulunduğumuz tabloda ise huzurun, insanca yaşamanın, özgür nefes almanın zerresi yok. Tablonun ne içi ne de dışı uyumlu bir huzur içinde… Geleceğe umutla bakacak takat bile yok. Ancak buna karşın bu tabloya, yönetenler, bu ülkede yaşanmış en mutlu ve huzurlu, görkemli çağ diyor. İlginç doğrusu!