İlhan Yıldırım yazdı: “Gelinen noktada rejim, yedeklerini de tükettiği için dönüşüm yapma kabiliyetini de önemli oranda yitirmiştir. Dolayısıyla çatışma ve hesaplaşmanın devletten kurumlarına, oradan topluma doğru halka halka yayılması ve dönüştürücü bir güç müdahale edene dek kendisini ve toplumu çürütmeyi sürdürmesi beklenmelidir.”
Kendisi de özel harp görevlisi olan ve arkasındaki Veli Küçük’le devlet içinde etkili bir pozisyona sahip Sedat Peker bir kaç haftadır sarsıcı açıklamalar yapıyor. 20 yıldır aynı “cambaza bak” politikasıyla gizlenmeyi başaran devlet kliklerinin bütün pislikleriyle gözler önüne seriliyor olması, devlet fetişizminin ayyuka çıkartıldığı bu süreçte kuşkusuz çok önemli bir gelişmedir. Bu ifşaatların arka planı ve politik yönü ise; 2016 karşı darbesiyle kurulan Türk usulü başkanlık rejiminin yaşanan çoklu krizlerin de etkisiyle rejimin kurucu güçleri arasındaki iç gerilimlerin giderek hiyerarşiyi de bozarak, “kendi beka sorunlarıyla” karşı karşıya bıraktığı bir kopuşma ve hesaplaşma aşamasına gelmesidir.
Devlet klikleri yaşanan rejim krizini aşmak için peş peşe çeşitli girişimlerde bulundular. Öncelikle rejimin siyasal ayağı oluşturan Cumhur İttifakının dağılmaması ve mevcut rotada tutulması amacıyla MHP’ye yeni bir anayasa üzerinden gelecek planı hazırlatıldı, İyi Parti ve Oğuzhan Asiltürk ittifaka dahil etme amaçlı görüşmeler yürütüldü ve özellikle AKP içi eğilimlere Cumhur ittifakı dışında başka bir seçeneğe yol verilmeyeceğini göstermek için, MHP ve içişleri bakanlığı üzerinden sistematik operasyonlar yapıldı.
Bu operasyonlara Boğaziçi üniversitesine kelepçe, LGBTİ bayraklarına her gördükleri yerde saldırı, HDP’ye operasyonlar, İstanbul Sözleşmesinin kaldırılması, görüşme beklenirken ABD’yi 15 Temmuz’un faili olarak suçlamak, damadın ve Bülent Arınç’ın istifa ettirilmesi vb. sayılabilir.
Diğer yandan rejimin örtük giderlerine kaynak yaratma amacıyla; zaten Doğu/Batı hattında bölgesel olarak denetimde tuttukları uyuşturucu trafiğini, Venezuella üzerinden küresel boyuta yükseltmek istediler. Aynı süreçlerde kamuoyunu yönlendirmek ve şovenist bir dalga yaratarak kitleleri Cumhur ittifakı etrafında mobilize etmek için Gare ve Metina operasyonları yapıldı. Yine bunlara bağlı olarak Çakıcı’nın hapisten çıkartılması ve Marmaris’te fotoğrafı verilen işbirliği üzerinden, resmi /gayrı resmi devlet klikleri arasındaki hiyerarşiyi yeniden düzenlemeyi planlıyorlardı. Fakat bu girişimlerin tamamı – muhtemelen uluslararası güçlerin de müdahaleleriyle – tek tek fiyaskoyla sonuçlanırken, rejim krizini de yeni bir boyuta taşımış oldu. Böylelikle “Erdoğan sonrası”, acil gündemlerden birisi haline geldi ve kliklerin iç koalisyonunu bozacak tarzda harekete geçmelerine neden oldu.
Sedat Peker’in iktidar ortaklığından “suç örgütü liderliği”ne itilmesi de bu siyasi gelişmelerin sonucudur.
Ağar/Soylu ekibine göre parlamenter ayaktan yoksun oluşu, arkasındaki asker kökenli Veli Küçük’ün 1996 ve 2010 sürecinden diğerlerine göre daha fazla darbelendiği için görece zayıf pozisyonu ve özellikle yaşanan son Azeri – Ermeni savaşının ardından Azerbaycan’da dengelerin değişmesi ve Peker’in geçmişten gelen ayrıcalıklarına el konulması bu duruma yol açan nedenlerdir.
Devlet klikleri arasında cemaatin muazzam varlıklarına el koyulduğu gibi kaybedenin cesedine üşüştükleri kurt kanunu geçerlidir. Peker, karşı karşıya olduğu tehdidin büyüklüğünü gördüğü için, her şeyini riske atan bir hamleyi göze alıyor. Buna rağmen sürecin yönetilişi basit bir intikam ya da pazarlık arayışını aşan yönler içermektedir. Peker’in Birleşik Arap Emirliklerine çekilmesi; ABD görüşmeleri öncesine denk getirilen zamanlama, profesyonelce hazırlanmış sunumu ve “Cem evlerine saldıracaklar” söylemi gibi psikolojik harp tekniklerinin kullanılması karşı hamlesinin politik boyutlarına işaret ediyor. (Bilindiği gibi Veli Küçük psikolojik harp teknikleri kullandığı Gazi ve Sivas katliamlarının sorumlusu olarak yargılanmıştır ve Peker de Sivas katliamı sanıklarına düzenli para gönderecek kadar sürecin parçasıdır.)
Yaşananların hangi yöne akacağını anlayabilmek için öncelikle rejiminin kuruluş sürecine ve aktörlerin bu rejimle kazandıkları pozisyonlara bakmak gerekir. Nitekim Süleyman Soylu da karşı ifşaatlar sayılabilecek röportajında, kendi konumunu tarif edip gerekli yerlere mesaj verirken, esas olarak 2015 Kasım’ında Davutoğlu’na karşı yaptıkları saray darbesini ve ardından başkanlık rejimini nasıl kurduklarını anlatıyordu. Bilindiği gibi 7 Haziran 2015’te HDP’nin seçim başarısı AKP’yi tek parti iktidarından indirdi. Başkanlık rejimini suya düşüren bu gelişmeye karşı; “devlet seçim kaybetmez”, “bombalar patladıkça oylarımız artıyor” dedikleri ve katliamların peş peşe devreye sokulduğu günlerin ardından gelen 1 Kasım seçiminde AKP yüzde 49,5 oyla iktidara getirildi.
Ancak başbakan Davutoğlu Kürt sorununda Dolmabahçe görüşmelerini sürdürdüğü, başkanlık rejimine mesafeli durduğu ve Suriye ile barış görüşmeleri yapmayı istediği için; yani devlet kliklerinin stratejik yönelişlerinin tam tersi bir çizgide durması nedeniyle AKP’nin 50 üyeli MKYK’sının kendisi dışında tümünün (1mazeretli 48 inin) oyuyla yetkileri elinden alındı. Nisan 2016 da çözüm süreci bitirildi, Mayıs’ta Davutoğlu istifa ettirildi, Temmuz’da darbe girişimine karşı darbeyle yanıt verildi ve devlet pozisyonunu ele geçiren güçler Süleyman Soylu’nun söylediği gibi başkanlık rejiminin inşasına giriştiler. AKP ve devlet ilişkisi sonraki süreçlerde de aşağı yukarı bu çerçeve içinde şekillenecekti.
Rejimi kuran iradeler; askeri, istihbari, siyasi, bürokratik, mafyatik vb. kökenleri, görevleri, ideolojik eğilimleri veya sürece vurdukları renk ne olursa olsun; aktörleri değişse de sürekliliğini koruyan bir ilişkiler ağı içinde ve yapısal bir unsurun parçaları olarak ele alındıklarında doğru analiz edilebilirler. Bu yapı kökleri ittihatçılığa dayanan, 1950 sonrası NATO’nun kurduğu Özel Harp Dairesi’yle bir nevi ikili iktidar pozisyonu kazanmış, Sovyetlerin ardından Avrupa’da benzer yapılar tasfiye edilirken Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK) adıyla yasallaştırılmış; Kürdistan’da yürütülen kirli savaş sürecinde kurumsallaşmış ve gayrı meşru yöntemlerle hükmetme konusunda uzmanlaşmış; 96 Susurluk ve askeri statükonun (2008-2010) tasfiyesi sürecinde kimi unsurları deşifre olduysa da hâkim pozisyonunu koruyabilmiş bir yapıdır. Adına Ergenekon, Kontrgerilla ya da derin devlet de denilen fakat devletin içinde bir odak olmaktan çok, devletin temel yönelişlerini belirleyecek potansiyele sahip bir yapısal unsur, klikler koalisyonudur.
Bunlar, geçmişte daha çok devletin aparatı ya da kurumu konumundayken; önce geleneksel statükonun çözülüp bıraktığı boşluğu doldurma sürecinde, ardından Gülen cemaatiyle ödülü devlet olan iktidar mücadelesinde ve miras aldıkları devlet geleneğinin ayrıcalıklarını kullanarak bir aparat olmaktan öteye geçip, rejim kurucu ortakları pozisyona yükselebildiler. 2016 karşı darbesinin ardından “bir aygıt olarak” devleti yeniden yapılandıran güçler; Kemalizm’den sonra Türk İslam senteziyle daha sağ bir çizgiye çektikleri devlete yeni bir ideoloji giydirdiler; “bölgesel güç” olma hedefiyle özellikle İngiltere ile ilişkilenerek dış politikayı yeniden dizayn ettiler, ordunun OYAK Holding’i gibi kendilerine bağlı beşli çeteyi bir tekelci sermaye grubu seviyesine yükselttiler ve 12 Eylül paşalarının bile yapamadığı düzeyde devleti merkezileştirerek başkanlık rejimini kurdular. (Daha geniş değerlendirme için;. https://siyasihaber6.org/alaturka-fasizm )
2016 karşı darbesiyle kurulan faşist rejim toplumu sindirip biat ettirmeyi ve rıza üretmeyi başaramadı. Kurumsallaşmasını tamamlayamadığı için de süreci aşırı merkezileşerek, zor esasına dayalı hükmetme tarzıyla ve günü kurtaran bir biçimde yürütmek zorunda kaldı. Bir kaç ay içinde peş peşe yaşananlar, 103 amiralin açıklaması, bir korgeneralin helikopterinin düşmesi, bir diğerinin FETÖ’cü ilan edilerek tasfiye edilmesi ve Sedat Peker olayı, rejim krizinin giderek şiddetlenen çeşitli komplikasyonları ve devlet katından siyasal gündeme taşan gelişmelerdir. Gelinen noktada rejim, yedeklerini de tükettiği için dönüşüm yapma kabiliyetini de önemli oranda yitirmiştir. Dolayısıyla çatışma ve hesaplaşmanın devletten kurumlarına, oradan topluma doğru halka halka yayılması ve dönüştürücü bir güç müdahale edene dek kendisini ve toplumu çürütmeyi sürdürmesi beklenmelidir.
Siyasal alandaki gelişmeler de sözü edilen ana kuvvetlerin hareketlerine göre şekil alıyor. Devlet klikleriyle organik ilişki içindeki MHP kimi kliklerin siyasi uzantısı gibi çalışıyor. Hala en büyük parti konumundaki AKP ise aynı güçlerle ne kadar iç içe olsa da ittifak ilişkisi sınırındadır ve geçmişte olduğu gibi kendisini güvenceye alabilecekse yeni ittifaklar kurma ihtimali her zaman bulunmaktadır.
Erdoğan’ın durumu mevcut ilişkiler içinde AKP’ye göre çok daha özgündür. 2007 Dolmabahçe görüşmesinde devlet klikleriyle kurduğu ortaklığın ardından şahsı tek adama dönüştürülürken, partisi de; iktidardayken en çok yöneticisi tasfiye edilmiş, politik çizgisi değiştirilmiş, tabanı ümmetçilikten ırkçılığa evrilmiş ve Davutoğlu vakasında görüldüğü gibi parti olma vasfını yitiren bir konuma itilmiş bir partidir. Rejimin faşizan yapısı gereği güçleri tek merkezde toplama arzusu başkan pozisyonundaki Erdoğan’a özel misyonlar kazandırıyor fakat Erdoğan kendi partisi ve devlet kliklerini dengeleyebildiği oranda başkan, bunu yapamadığı durumda ise günah keçisi konumuna itilmekten kurtulamaz. Çakıcının söylediği gibi “ kendileri hancı Erdoğan yolcu”dur.
Bu güç dizilişi nedeniyle; AKP’nin içişleri bakanına MHP’nin genel başkanı sahip çıkarken, “üç maymunu oynama” denildiğinde Erdoğan açıklama yapmak durumunda kalıyor. Fakat rejim krizi ve klikler arasındaki hesaplaşmanın olası sonuçları Cumhur ittifakındaki zorunlu ortaklığı beklenmedik kırılmalarla karşı karşıya bırakabilir. AKP’de özelikle ABD seçimlerinin ardından yeniden 94 ruhuna dönme, yeni ittifaklar arama çabaları, MHP’ye ve arkasındaki güçlere karşı giderek yükselen itiraz sesleri daha fazla duyulmaktadır. Devri sabık olmamak ve götürdüklerini yiyebilmek için sahip oldukları oy potansiyelini yitirmeden “Erdoğan sonrasına” hazırlanma, en kötü ihtimalle ana muhalefet konumunda tutunma kaygısı içindedirler. Bu nedenlerle AKP’nin başı ve gövdesi arasında da giderek gerilimin artacağı beklenmelidir.
Rejim çözülürken devlet ve toplum olarak içine girilen hesaplaşma konağının sonucu ne olursa olsun memleketin orta vadeli geleceğini tayin edeceği açıktır. Faşizmin kendisini kurumsallaştıracağı ya da bunu yapmaya çalışırken kendisini ve toplumu çökerteceği seçenekleri hala baskındır. Diğeri ise muhalefet üzerinden temiz bir sayfa açılarak devri sabık yaratmadan; yasaları, kurumları, kadrolarıyla faşistleştirilmiş devlet yapısının, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” adı altında yaşatılmaya devam edileceği restorasyon seçeneğidir.
Muhalefet bu nedenle sessizce iktidar sırasının kendisine gelmesini bekliyor. Demokrasi güçleri devlet klikleri arasında yürüyen hesaplaşmayı ya muhalefet gibi izleyiciler sırasında seyredecek, ya da onu da zorlayarak kendisinin müdahil olduğu bir hesaplaşmaya dönüştürüp “kırk katır mı kırk satır mı” ikilemini boşa düşürecek ve demokratik cumhuriyeti geleceğin seçeneklerinden biri haline getirecektir.
Sosyalistler ve devrimciler biri ideolojik, diğeri örgütsel iki somut görevle karşı karşıyadır. Birincisi “Devletin bekası milletin bölünmez bütünlüğü” cenderesinden kuşak kuşak geçmiş, son yirmi yıldır da “Türk İslam” gericiliğiyle sistematik olarak ideolojik bombardıman altında tutulan bir toplumun, ilk kez bu düzeyde devletin gerçekliğiyle yüzleşme ve ideolojik olarak ondan arınma ihtimali doğmuştur. Kürt Rönesans’ının ve Gezi isyanının pratik olarak yaptığı eleştiriyi, ideolojik olarak derinleştirerek devlet fetişizmine bulanmış zihinleri özgürleştirmek, şovenizmi kırmak sosyalistlerin devrimcilerin yerine getirmesi gereken tarihsel görevdir.
İkincisi, Alaturka faşizme ya da restorasyoncu eğilimlere karşı demokrasi güçlerinin birleştirilmesi görevidir. Bu görev birbiriyle halka halka iç içe geçmiş, çok katmanlı bir görev olarak tanımlanabilir. Ergenekon ve MHP-AKP dışındaki tüm güçleri faşizme karşı aynı hatta kesiştirmeyi öngören en geniş cephe anlayışı ilk halkadır. Burada temel sorun, faşizmin kurumsallaşmasının önünde yegâne direnç olmuş, asla biat etmemiş Kürtler, kadınlar, gençler, Aleviler, İşçiler, emekçiler; özce ezilenlerin tarihsel blokunun örgütlülüğü sorunudur. Sistemin ikili siyasal yapısına alternatif üçüncü kutbu oluşturan bu toplumsal dinamikler renkleri, dilleri, tarzları farklı da olsa; tarihsel olarak aynı mücadele yatağında akarken o yatağı büyütüp genişleten bir nehir gibi, birbirini tamamlayan ve birbirini içererek ileri taşıyan bir işlev gördüler. Üçüncü kutup dinamikleri kendi içlerinde belli düzeylerde örgütlü ama bir bütün olarak örgütsüz durumdadırlar. Fakat yakın tarihte bir kaç kez ortak davranmışlardır. İlki 80 ilde 2 milyonu aşkın insanın katıldığı Gezi isyanıdır. İkincisi bu güçleri sandıkta kesiştiren 7 Haziran seçimleridir. Üçüncüsü ise faşizme kaybettirmek için aynı hamlenin yapıldığı 31 Mart yerel seçimleridir. Her üçü de faşizmin zeminini yerinden oynatan, sistemin halk muhalefetini dışlayan ikili siyasal yapısını boşa düşüren ve kendisini içermeyen her siyasal konsepti işlemez kılacağını göstermiştir. Üçüncü kutup dinamiklerinin seçim sandığında gerçekleşen ortaklaşmasının sokakta sağlanması tarihsel görevi ortada durmaktadır.
Son halka da, sosyalistlerin, devrimcilerin bu iç içe görevler bütününü yürütmek, onun disiplini ve motor gücünü oluşturmak için, mücadele biçimlerini karşı karşıya koymadan, aralarında hiyerarşi yaratmadan öncelikle kendilerini örgütlü hale getirecek ve taktik bir disiplin hattına oturtabilecekleri bir sosyalist koordinasyonun kurulması görevidir.