Bülent TEKİN yazdı – Ondan değil midir, tüm dinler Tanrı’nın -kendi yarattığı için- insanları çok sevdiğini söylerler. Bizler de çocuklarımızı çok sevmez miyiz? Neoliberal, küreselleşmiş dünyada -belki böylesi uçurumdan atarak bir ölüm yok ama- babalar ve oğullar arasında binlerce yıl önceye özlem duyulan bir soğukluk var!
Son zamanlarda bütün dünyada belki anneler günü’nden sonra ‘babalar günü’ de kutlanmaya başladı. Nasıl bir amacı var pek anla(ya)madım ama annelere alınan hediyelere karşı babalara da hediyeler alınması gerekiyordu herhalde. Mal satışı olacaktı ve ticaret daha fazla kazanacaktı. Esas amaç buydu belki. Yine de hakkını yemeyelim 365 günün hemen hemen hepsi bir gün uluslararası ya da ulusal özel günler olarak henüz tamamlanmadı. Kapitalizm sıkıntı içinde olmasına karşın bu konuyu çözemedi düşüncesindeyim. Haziran ayının üçüncü haftasının Pazar gününe rastgelen babalar günü dolayısıyla, daha önce de anlattığım bir babalar günü hikâyesi anlatmak istiyorum. (Bu arada bir yanlış anlama olmasın sakın. Ben mafya babalarından bahsetmiyorum. Haklı olabilirsiniz çünkü, mafyalaşmış bir kirli yaşantının mahkumlarıyız. Bir bulaşıkçıdan birkaç yılda bir milyarder yaratan düzenin içinde yaşam mücadelesi verenlerdeniz.) Tahmin edeceğiniz gibi konumuz normal babalar. Şimdi başlayabilirim artık.
Size savaşçı Tiyarilerden (bir Nasturi aşireti) bahsetmiş miydim? Çok değil, taa 1900’lere kadar, pek ölülerini gömmezlerdi. Özellikle babalarını. Eski bir geleneğegöre, yaşlılar artık hayattan zevk alamaz olduklarında, gençlerin önünü açmak düşüncesiyle onlardan kurtulma yöntemi vardı: Herkes sırası geldiğinde kendi babasını bu topraklarda bolca bulunan uçurumlardan birinden atarak ondan kurtuluyordu. Ancak bir gün bu âdeti bir genç kaldırmış.
Hikâye şöyle: Oğul dağı tırmanırken, bir an soluklanmak için bir ağacın gölgesinde durup babasını yere indirmiş. Babasını indirirken yaşlı adamın güldüğünüduymuş. “N’oldu, ne diye gülüyorsun?” diye sormuş oğul. “Ah oğlum, ah! Aklıma ne geldi biliyor musun: Ben de soluklanmak için yaşlı babamı tam da bu ağacın altındayere indirmiştim. Bu bana tuhaf geldi. Hiç kuşkun olmasın, senin oğlun küçük Yakup da zamanın dolduğunda sana aynısını yapacaktır!”
Bu söz -içinde kendisi olunca- genç adamı çok düşündürdü. Yakup’un bir gün kendisini sırtında taşıyarak getirip bu uçurumdan atma düşüncesini sorgulamayı düşündü. Önce kendi beyninde bunu kabullenmeliydi. Belki yaşlı babası da -kendi babasını- bu uçurumdan atma düşüncesini doğru bulmamıştı. Bir süre düşünüp taşındıktan sonra, oğul yeniden babasını sırtlayarak evin yolunu tuttu. Bu eve dönüş bir reddetmeydi: Atalarının yapmış olduğunun karşısında duruştu. Denir ki bu gelenek böylece kalkmış oldu.
Bugün böylesi bir âdetin sürdüğü bir yeri düşünmek bize büyük ürküntü verebilir. Hıristiyan, Müslüman, Yahudi, ateist; Afrikalı, Asyalı, Avrupalı, her kim iseyaşlı bir adama öldürülme özgürlüğünü tanımak düşüncesi(!) Ama hikâyemizdeki oğul’un bir geleneğin dehşetine karşı çıkışı yüreklere su serpiyor. Seni doğuran biryaratığa karşı umursamazlık ve unutma gerçeğini anlatmak istiyorum aslında -anne/baba ikinci bir tanrı gibi duruyor belki!- Evet, Tanrı’nın insanı yarattığı gibi insanın da çocuğunu yaratması ne kadar da benziyor! Ondan değil midir, tüm dinler Tanrı’nın -kendi yarattığı için- insanları çok sevdiğini söylerler. Bizler de çocuklarımızı çok sevmez miyiz? Neoliberal, küreselleşmiş dünyada -belki böylesi uçurumdan atarak bir ölüm yok ama- babalar ve oğullar arasında binlerce yıl önceye özlem duyulan bir soğukluk var! Oğullar kendi oğullarına âşıkken, babalarının varlığından (dünyasından) haberleri olmuyor. Oligarşik finans egemenlik ölüm uçurumlarını beyinlerde muhafaza ediyor!