Nazım Hikmet’in ölümünün 58. Yılında İlkay KARA yazdı – Nazım’ın şimdisidir devrim. Geleceğe bakma gücünü devşirdiği bir şimdi. Bugün burada gerçekleşmekte olanın yarına taşınabilme ihtimalini güçlendiren budur. Tecrübe edilen, hakikate dönüşmüş bir arzu olması. “Büyük insanlığın” umudunu yeşerten de budur.
“Bir Kırmızı Gül Dalı Şimdi Uzakta”[1]
“Ve ben
o günden
çok daha sonra:
sağ kalırsam eğer,
şehrin meydan kenarlarında yaslanıp
duvarlara
son kavgadan benim gibi sağ kalan
ihtiyarlara,
bayram akşamlarında keman
çalacağım…
Etrafta mükemmel bir gecenin
ışıklı kaldırımları
Ve yeni şarkılar söyleyen
yeni insanların
adımları…”
Nazım Hikmet üzerine düşünürken gidilebilecek çok sayıda patika, çizilebilecek çok sayıda hat var. Türkçeyle kurduğu ilişki ve yarattığı yeni yazma biçimleri başlı başına bir yol açarken, biçimlerin içinde mekân tutan “memleket” tasavvuru, hapishane çilesi, özlemek bilgisi, sürgün anlatıları gibi en öne çıkanlar olmak üzere pek çok tema etrafında dolaşılabilir. Fakat burada, ölümünden 58 yıl sonra Nazım’dan sözederken, başlangıç sözü olarak onun ihtiyarlığına dair düşü, “yeni şarkılar söyleyen yeni insanlar”ın şiiri yeğlendi. Bu yeğlemenin nedeni Nazım’ın şiirlerinde apaçık duran, yakın geleceğe ilişkin beklentileri şekillendiren “sosyalizm” üzerine kalem oynatma arzusu. Fakat bir kayıtla. Burada murad edilen Nazım’ın sosyalizm anlayışı üzerine tarihsel tartışma yapmak ya da ömrünün bir kısmını geçirdiği ülkelerdeki sosyalist inşanın niteliğini konuşmak değil. Gerçek bir toplumsal alternatife inanmak, dünyayı dönüştürmeye ilişkin gerçek, yakın bir beklenti olarak sosyalizm fikri. İçinde bulunduğumuz zamanda, dünyanın neredeyse tümünde tebessümle karşılanabilecek, bir düş gibi muamele görecek olduğu doğru. Dünyayı çepeçevre saran, üzerinde yaşayan canlılığı, bitki türlerini, hayvan türlerini, denizleri, kadınları öldüren, gündelik yaşam üzerindeki denetim iştahı dizginlenemeyen, kendi koyduğu tüm kuralları her seferinde çiğneyerek politik kamusallığı hileli bir oyun haline getiren bu gericilik döneminde bir tür savunma hattında yaşarken, bu düzeni yıkıp yenisini kurmaktan söz etmek. “Ütopik” denebilir örneğin. Buna itiraz etmemek gerekir. Seyla Benhabib’in hatırlattığı anlamıyla ütopiktir: “Ütopya, Eski Yunanca’da “hiçbir yer” anlamına gelir. Eleştirel Marksizm için ütopyanın anlamı mekânla değil zamanla ilgilidir: “Henüz değil”i “olabilen ama şimdi olmayan”ı imler.”
İngiliz Marksist tarihçiliğinin kurucu isimlerinden Eric Hobsbawm otobiyografisinde, -mealen-, yükselen nasyonal sosyalizme karşı, yalnızca anti-faşist olduğu için değil, yeni Ekim Devrimlerinin mümkünatına inandığı için Nazi karşıtı politik örgütlerle temas kurmaya başladığını anlatır. Nazım’ın bir anti-komünist kovalama içinde; yoksul bırakıldığında, hapishanede ya da sürgünde; kaygılı, yoksun bırakılmış ya da özlem içindeyken dahi yazdığı dizelerdeki pırıltıda da bu mümkünata olan inanç vardır. Bu inancı görüp ve sahip çıkarken tarihsizleştirme hatasına da düşmemek gerekir elbette. Nazım başka bir asrın şairidir. “Asrım sefil, asrım yüz kızartıcı, asrım cesur, büyük ve kahraman” dediği 20. asrın insanı. “Ve ben yirminci asırlıyım, ve bununla övünüyorum. Bana yeter, yirminci asırda olduğum safta olmak, bizim tarafta olmak ve dövüşmek yeni bir âlem için…” dizelerinden biliriz ki bununla övünür. 20. asırda henüz hatıraya dönüşmemiş bir devrimin şairidir Nazım. Memleketinin hemen yanı başında, asrının hemen başında yeni bir dünya yaratmaya olan inanç kendini gerçekleştirmenin yolunu açmıştır. Düştüğü şu nottaki gibi yakın bir tarihtir bu: “Buzlu Baltık denizinin kıyısında, bir pencere örtüldü. Açıldı bir pencere… Bin dokuz yüz on yedi, İkinciteşrin yedi” Nazım’ın şimdisidir devrim. Geleceğe bakma gücünü devşirdiği bir şimdi. Bugün burada gerçekleşmekte olanın yarına taşınabilme ihtimalini güçlendiren budur. Tecrübe edilen, hakikate dönüşmüş bir arzu olması. “Büyük insanlığın” umudunu yeşerten de budur.
20. Asra Dair şöyle sonlanır:
“Yüz yıl sonra, sevgilim…
— Hayır, her şeye rağmen daha evvel.
Ve ölen ve doğan
ve son gülenleri güzel gülecek olan yirminci asır
(benim şafak çığlıklarıyla sabaha eren müthiş gecem),
senin gözlerin gibi, Hatçem,
güneşli olacaktır…”
Fakat yanılır Nazım. Asrın başındaki büyük devrim, sonuna gelindiğinde devrilen heykellerin ve duvarın yıkıntıları altında kalır. Henüz yıkılmadan yarattığı büyük hayal kırıklığıyla birlikte bir harabeliğe dönüşür. Öyle bir yıkıntı ki 1989’da yaşanan yıkım yalnızca bir yenilgi değil aynı zamanda tarihin bir anında kazanılmış zaferin de yadsınması anlamına gelmiştir. Enzo Traverso, duvarın yıkılmasıyla yaşanan şokun ardından bütün bir komünizm tarihinin kolektif ve aktarılabilir bir hatıra gibi görünen totaliter boyutuna indirgendiğini söyler. 1917’den beri tedavülde olan ancak 1989 itibariyle geçmişin hakim ve tartışmasız bir temsili haline gelen anlatıdır bu: “Gulagların belleği devriminkini silmiş, Soykırım’ın belleği antifaşizmin belleğini sollamış”tır. Oysa Nazım bu yer değiştirmenin öncesinde yazmıştır. 1945’te, Bursa Cezaevinde, faşizme karşı mücadelede yaşamını yitiren partizanla, Yoldaşı Tanya ile konuşur, ona yazar:
“zoe’ydi adı
ismim tanya dedi onlara
(tanya;
bursa cezaevinde karşımda resmin
bursa cezaevinde,
belki duymamışsındır bile bursa’nın ismini
bursa’m yeşil ve yumuşak bir memlekettir.
bursa cezaevinde karşımda resmin
sene 1941 değil artık, sene 1945
moskova kapılarında değil artık
berlin kapılarında dövüşüyor artık seninkiler
bizimkiler
bütün namuslu dünyanınkiler..
….”
1989’daki yıkımla yaşanan, işte bu konuşma imkanını ortadan kaldıran bir sakatlanmadır. Traverso, bu sakatlanmayı, tarih-bellek ve Marksizm üzerine düşünen isimlere de yaptığı atıflarla, bir yanda, aktarılan tüm deneyimi yok eden bir kültür endüstrisinin şeyleştirdiği geçmiş, öte yandan neoliberalizmin feshettiği gelecek ile iki boyutu olan bir “şimdicilik” olarak tanımlar. Nazım’ın şimdisinden bambaşkadır artık bu. Geçmiş yüzyılın ütopyaları ortadan kaybolmuş, geride belleği yüklü ama kendi geleceğini tasavvur edemeyen bir şimdiki zamana bırakmıştır. Reel sosyalizmin çöküşü ütopyacı tahayyülü felç ederken, kapitalizmi insan toplumlarının “aşılamaz ufku” gibi gören yeni eskatojiler üretmiştir. Dolayısıyla “şimdicilik”, hükmedilemeyen bir geçmişle, yadsınan bir geleceğin; “bir türlü geçmeyen” bir geçmişle, ne icat edilebilen ne de öngörülebilen bir geleceğin arasında asılı kalan bir zamana dönüşmüştür. Artık Avrupa’da dolaşan hayaletler devrimlerin değil, geçmiş devrimlerin yenilgilerinin hayaletleridir. Bu tablo karşısında “melankoli”ye davet eder yazar. Zaferler ve yenilgilerden olma devasa prizmamsı hazneye, solun belleğine bakarken his, haleti ruhiye ve duygular mecrasına da adım atmaya çağırır. “Meçhul” kalan geçmişi keşfe çıkarken, kültürel formlara bağlanmaya çalışır. Buradaki melankoli artık kendi içine kapalı bir ıstırap ve hatıra evrenine çekilme anlamına gelmez, tarihsel bir geçiş sürecini kuşatan hisler ve duygular konstellasyonu, yeni fikir ve proje arayışlarının, yitip giden deneyimler dünyasının ardından duyulan keder ve yasla bir arada varolabilmenin yegâne yoludur. Traverso’nun yeniden tanımladığı biçimiyle sol melankoli “(s)osyalizm fikrini yahut daha iyi bir gelecek ümidini bir kenara bırakmak değil, sosyalizm anısının yitirildiği, gizlendiği, hafızalardan silindiği ve kurtarılması gerektiği zamanda sosyalizmi yeniden düşünmektir. Kaybolan bir ütopyanın matemini tutmak değil, devrimciliğe karşı duran bir çağda devrimci projeyi baştan düşünmektir.” “Judith Butler’ın tabiriyle ‘kaybın dönüştürücü etkisi”ne gebe, bereketli bir melankolidir bu (sf. 15-47).”
Devrimlerin, savaşların, büyük kalabalıkların, büyük direnişlerin ve büyük yıkımların çağının, 20 asrın komünist şairini okurken kulak kapatılamayacak bir çağrı bu. Kendi geçmişimize, gelecek tahayyülünü kendi zamanının her bir anına kazıyan şairin dizelerinden bakmak için; bu dizelerdeki kederin, korkunun, hasretin, hayal kırıklığının, umudun, iyimserliğin ve sükunetin içinden süzülen sosyalizm fikrine bakmak için ve bu hissiyatla bu fikri birbirinden ayırmak mümkün olmadığı için. Böylelikle Nazım’ın bize “meçhul” kılınmaya çalışılan şimdisinin de bizim bugün bir sonsuzlukmuş gibi içine hapsedildiğimiz şimdinin de içinde çelikten bir iplik gibi kopmadan, kırılmadan uzayıp duran hakikati apaçıklaştırmanın bir yolu bulunur. Nazım’ın dizelerinde pırıldayan haliyle:
Demir,
kömür
ve şeker
ve kırmızı bakır
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilcümle sanayi kollarının
ve gökyüzü
ve sahra
ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının,
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
bir sabah vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
onlar ağır ellerini toprağa basıp
doğruldukları zaman.
En bilgin aynalara
en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için:
zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
denildi.
[1] Hasan Hüseyin Korkmazgil’e saygıyla, Haziranda Ölmek Zor’dan
Kaynakça
Benhabib, Seyla, (2005), Eleştiri, Norm ve Ütopya, İletişim Yayınları, İstanbul
Hobsbawm, Eric, (2006), Tuhaf Zamanlar, İletişim Yayınları, İstanbul
Traverso, Enzo, (2018), Solun Melankolisi, Marksizm, Tarih ve Bellek, İletişim Yayınları, İstanbul