Mehmet ULUKAN, Cannes Film Festivali’nde (26 Mayıs 1982) Altın Palmiye ödülünü alan, senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı, yönetmenliğini Şerif Gören’in yaptığı “Yol” filmi üzerine yazdı – “O gece ödülü aldıktan sonra kuşkusuz çok mutlu olmuştur; büyük bir savaşın sonu. Ama eve dönmek zamanı geldiğinde yine gerçek yüzlerine çarpar. Elinde “Altın Palmiye” vardır fakat taksiye verecek paraları yoktur, çevirmenden borç alırlar.”
26 Mayıs 1982, Cannes için heyecanlı bir gündür çünkü on iki gün önce başlayan 35. film festivali ödülleri dağıtılacaktır. Akşam saatlerinde festivalin simgesi palmiyeler altındaki La Croisette Bulvarından, şık giyimli ünlüler, patlayan flaşlar eşliğinde kırmızı halıya doğru yürümektedirler. E.T filmi yarışma dışı gösterilen Spielberg’in yanı sıra, Faye Dunaway, Tony Curtis, genç Jeremy Irons, García Márquez ve pek çok tanınmış sanat insanından başka, Fransa sinemasının gözdeleri, gülümseyerek salonda yerlerini alırken saatine sık sık bakan festival direktörü Gilles Jacop tedirgindir. Sonunda onu rahatlatan helikopter sesini duyar ve binanın arkasına doğru hareketlenir.
Kıvırcık saçları kırlaşmış, smokinli, ince esmer bir adam iner. Elinde tuttuğu beyaz ipek fularını boynuna atıp Jacop’a sarılırken yüzünde o meşhur gülüşü vardır. Gelen Yılmaz Güney’dir.
Onu kırmızı halıdan yürütmeden arka kapıdan içeri alırlar. Filmi “YOL”un yarışmalı bölüme seçildiği, son ana kadar saklanmıştır. Tüm bu gizemli tavırlarının nedeni Yılmaz Güney’in Türkiye’de aranan bir “mahkum”, bir kaçak olmasıdır. Hakkında açılan pek çok siyasi davada istenen cezalar neredeyse yüz yılı geçmektedir ve ülkesinde cunta rejimi iktidardadır. Kuşkusuz, bu durumu jüri heyeti, hatta dönemin Fransa Cumhurbaşkanı sosyalist Mitterrand da bilmektedir.
Salonda Güney’in görülmesi pek çok insan için sürpriz olmuştur ve büyük ödül Altın Palmiye’yi (Palme d’Or) Gavras’ın “Kayıp” filmiyle birlikte alması da.
Yol filmi o gece Altın Palmiye dışında Fibresci ve Jüri Özel Ödülünün de sahibi olur.
Bu ödül o yıllara değin Türkiye Sinema tarihinde alınan en büyük ödüldür.
Cannes Film Festivali Hollywood Oscarları kadar popüler olmayabilir ama dünya genelinde en saygın festival olarak kabul görür.
Oscar’a yasal kısıtlamalar nedeniyle aday olamayan YOL filmi için prosedürü gereği adaylık başvurusu Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından yapılmalıydı. Ancak bir sahnesinde yer alan “Kürdistan” kelimesi nedeniyle film yasaklanmış ve yönetmen Şerif Gören hakkında 60 yıla yakın ceza istemiyle dava açılmıştır. Yol filmi bu nedenle Oscar’a aday gösterilmemiştir.
Tüm bu kısıtlamalara karşın filmin uluslararası alanda aldığı pek çok ödül vardır.
Dünya sinema tarihinde saygın bir yerdedir.
Ölmeden seyredilmesi gereken 1001 film listesinde yer alır.
Pek çok Oscar ödüllü ünlü Meksikalı yönetmen Alenjandro Gonzales Inarritu, “Yol filmini gördükten sonra yönetmen olmaya karar verdim”. Emir Kustrika da “Kuşkusuz son 20 yılın Tarkovsky ile beraber en büyük yönetmeni Güney’dir” der.
Kuşkusuz bu övgüleri çoğaltabiliriz ama aksi görüşler ve sert eleştiriler de vardı. Örneğin Tercüman gazetesinde Nazlı Ilıcak, “… hem ‘katil’ hem de ‘komünist’ olan Yılmaz Güney’e, Altın Palmiye’yi ‘Türkiye’de askeri rejim’ olduğundan Fransa verdirtmiştir… Türkiye’deki askeri rejime karşı takınılan tavrın yanı sıra, bir komünist dayanışma söz konusudur… Jüri üyelerinin büyük çoğunluğu, yoğun ve sinsi propogandanın tesirinde kalarak, Güney’i, siyasî bir mücadelenin kahramanı gibi görmekte…”. diye yazmıştır. Oysa o festivalin Jüri Başkanı, ünlü yazar García Márquez diğer jüri üyeleri; Sidney Lumet, Jean Jacques Annaud gibi ünlü yönetmenler, Bergman’ın görüntü yönetmeni Sen Nykvist, Chaplin’in oyuncu kızı Geraldine, “Bisiklet Hırsızları”, “Leopar” gibi başyapıtların senaristi Suso Cecchi D’Amico ve diğer saygın sanat insanlarıdır. Her zaman kendi özgün fikirleriyle hareket eden bu yaratıcı sanatçılara bir “devlet baskısı” ile asla karar verdirtemezsiniz ama Nazlı hanımın haklı olduğu bir şey vardı; jüri üyeleri ve o yıllarda sanatçıların büyük çoğunluğu anti demokratik askeri darbelere ve faşist cunta iktidarlarına karşıydılar.
Yol filmiyle beraber büyük ödülü kazanan “The Missing – Kayıp” filminin konusu; 1973 yılında Şili’de demokratik yoldan seçilmiş Halk Birliği Koalisyonu’na ve cumhurbaşkanı Sosyalist Allende’ye karşı CIA destekli kanlı askeri darbesi sırasında kaybolmuş bir Amerikalı gazetecinin gerçek hikayesidir.
Yönetmeni 1933 doğumlu, Yunanlı Konstantinos Gavras’ın babası İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilere karşı direnen partizanlardandı. Genel savaş sonrası çıkan iç savaşta devrimcilerin yanında savaşmıştır. Yenilgi sonrası babası hapishaneye girerken annesi aç kalmamak için evlere temizliğe gider. “Fişlenmiş” babasının yüzünden üniversiteye giremeyince, fırsatını bulup Fransa’ya kaçar ve hukuk okumaya başlar. Oradaki özgür ortama şaşıracak ve tartışmalara iştahla katılacaktır. Kısa süre sonra Devlet Sinema Okulu’na girecektir.
İlk filminde künyeye yanlışlıkla adının “Costa” diye yazılmasıyla bu addan hoşlanması nedeniyle sonraki filmlerinde de aynı adı kullanmaya devam etmiştir. Anılarını anlatırken: “Babam hapse düştüğü için annem hep ‘politikadan uzak dur,’ derdi ama politikayı reddederseniz pek çok insani ilişkiyi de reddetmiş olursunuz. Bana göre toplumdaki en kötü şey bireyselliktir… Ayrıca taraf tutmayarak da aslında taraf tutmuş olursunuz.” demektedir.
Bugün hala yaşamakta olan Gavras insandan, sevgiden yana olan tarafını bozmadan harika filmler çekmiştir. Kapitalist sistemin bireyler üstünde yarattığı trajik tahribatları başarıyla sergiler. “Kayıp” filmi, Altın Palmiye dışında 1983 yılında, 5 dalda aday gösterildiği Akademi Ödülleri’nde, “Uyarlama Senaryo” dalında Oscar’a değer bulunmuştur.
Güney’in çileli ve engebeli yolu
Güney’in Altın Palmiye’ye giden ‘Yol’u asla kolay ve kestirme değildi, tersine filmdeki karakterlerin hayatı gibi çileli ve engebeliydi.
1937 yılı baharında Adana’nın Yüreğir Ovası’nın Yenice köyünde dünya gelir. Adını Yılmaz koyarlar, Yılmaz Pütün. Annesi Vartolu, babası Sivereklidir. Bir soru üzerine “Çocukluğuma dair iki şey hatırlıyorum; Kürt olmak ve fakirlik…” der. Dokuz yaşından beri çalışır; çobanlık, su satmak, simitçilik, pamuk tarlaları… 13 yaşında ikinci el bisikletiyle Kemal ve And film şirketlerinin bobinlerini salonlara taşır. Makinistlerle, gişecilerle arkadaş olur. Filmleri defalarca seyreder. Seyirci tepkilerini, diyalogları, kurguyu gözlemler. Gece kafasını yastığa koyduğunda o filmlerdeki kahraman kendisi olur. Aynı filmleri hayalinde defalarca yaşar, bazen olayları kendisinin doğrularına göre değiştirir, tekrar oynar, tekrar, tekrar… Henüz farkında değildir ama yetenekli bir sinemacı böyle doğmaktadır. O teneke film bobinlerinin içinde, insanlar için “beyaz rüyalar” taşıdığını biliyordur. Zeki bir öğrencidir, derslerini de ihmal etmez ama en çok edebiyata düşkündür çünkü kendi öykülerini yazmak istiyordur. Lise yıllarında ilk öyküleri yerel dergilerde yer almaya başlar. Pek çok ünlü edebiyatçıyla tanışma fırsatını yaratır, onlarla edebiyat ve üslup üstüne tartışır. Azim, hırs, coşku ve cesaretiyle yukarıya doğru hızla tırmanmak istiyordur. Yaşar Kemal’in dikkatini çeker ve onu Yönetmen Atıf Yılmaz ile tanıştırır. Sonunda sinemanın mutfağına girmiştir artık. Bir yıl sonra Yaşar Kemal’le senaryo yazıyordur. “Bu Vatanın Çocukları” Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı bu filmde asistanlık da yapar, küçük bir rolde kamera karşısına da geçer. Bir yıl sonra yine Yaşar Kemal’in eseri “Üç Anadolu Efsanesi”nden “Alageyik” öyküsünü senaryolaştırırlar, Atıf Yılmaz bu filmde ona başrol verir. Artık hem senarist hem de oyuncu olmuştur. 18 yaşındayken yayınlanan bir öyküsü için “komünist propagandası” suçlamasıyla açılan dava sonuçlanır ve 1961 yılında bir buçuk yıl hapis ve sürgün cezası alır. Bu ceza yüzünden üniversite eğitimini tamamlayamayacak, onun yerine hapishaneler ve sokaklar onun yeni öğretmenleri olacaktır. Zulüm, ihanet, acı ve cesaret derslerinin bazılarıdır.
Hapislik sonrası Konya’da sürgün hayatını da bitirip yeniden setlere döner. Soyadını Güney olarak değiştirir. 1965 yılında Sinematek’in kurulması ve burada usta yönetmenlerin filmlerinin oynatılması, yine aynı yıllarda “Yeni Sinema”, “Çağdaş Sinema” gibi dergilerin çıkması, yeni gerçekçilik akımı, yeni dalga sinema hareketi ve Latin devrimci sinemacıların oluşturduğu “Üçüncü Sinema” hareketlerini ilgiyle takip eder, kendisini geliştirir.
1966 yılında yönetmenliğe başlayıp senaryolarını da yazdığı iki film çeker. “At, Avrat, Silah” ve “ Çirkin Kral”. Yine senaryosunu yazdığı “Hudutların Kanunu” filmini usta yönetmen Lütfü Akat çeker. Bu filmdeki abartısız, yalın ve gerçekçi oyunu ona ilk ödülünü getirir. 1967 Antalya Film Festivali “En iyi erkek oyuncu” ödülünü alır.
Kaybetmişlerin Kralı Yılmaz Güney
Hem ekonomik olarak güçlenip kendi istediği filmleri çekebilecek güce erişmek hem de onu seven seyircinin gözünde popülerliğini yükseltmek için bol bol film çeker. Bunların çoğu macera, vurdulu kırdılı hafif filmler gibi görünse de Yılmaz Güney’i efsaneleştirecek filmlerdir. Bu ince kavruk Anadolu delikanlısını halk sevmiş ve onu “Kral” yapmışlardır, “Çirkin Kral”; yani bir Karşı Kral… Kaybetmişlerin Kralı’dır o. Bu filmlerin çoğunda canlandırdığı karakterler namuslu, hak yemez, yiğit, saf, ezilmiş, yoksul ama sonunda kötülere zalimlere gereken cevabı veren, hani deyim yerindeyse hakkın yerini bulduğu finallerdir. Seyirci artık onunla o kadar özdeşleşir ki, fi oynanırken, onunla konuşurlar, sitem ederler, alkışlarlar, “kötü adamlara” kızıp perdeye saldıranlar bile olduğu anlatılır. Çünkü Yılmaz Güney aslında “onlardır”.
Bursa’ya bir filminin galası için yeni aldığı Cadillac ile gider. Onu fark eden insanlar birden kalabalıklaşırlar. Yüzlerce hayranı önünü keser, hatta bazıları Cadillac’ın üstüne çıkıp zıplamaya başlar. Yanındakiler “eyvah araba…” derken, o gülüp dışarı çıkar ve arabanın anahtarlarını kalabalığa atarak, “Bu arabayı bana siz verdiniz arkadaşlar, alın şimdi ister parçalayın, ister kullanın…” der ve kalabalıkla yürümeye başlar.
1968’de senaryo, yönetmenlik ve oyunculuğunu yaptığı “Seyit Han” ile Altın Koza En iyi Oyunculuk ödülü, 1969’da çektiği “Bir Çirkin Adam” filmiyle Antalya Altın Portakal en iyi oyunculuk ödülü almıştır. 1970 ve ‘71 yılları Yılmaz Güney’in sanatında zirve yaptığı yıllar diyebiliriz. Bana göre Türkiye sinemasının “Bisiklet Hırsızları” olan “Umut” filmi bir başyapıttır. Umut filmi yıllar sonra yeniden gösterime girdiğinde galasında yapımda çalışan Abdurrahman Keskiner, “Adana’ya gittiğimizde elimizde sadece 4 sayfalık bir özet vardı. Bu dört sayfaya göre filmi hazırlamaya çalıştık.” Elbette Güney’in kafasında yazılı olan senaryo babasının hayatıydı, yoksul çocukluğuydu.
Güney, naif bir sanatçıdır. Umut filmi gösterildiği dönemde yeteri kadar ilgi görmediğini, değerinin fark edilmediğini düşünüyorum. Oysa bu filmdeki gerçeklik anlayışı, filmin biçimi, kurgusu önce “SÜRÜ” sonra “YOL” filminin temelini oluşturmuştur.
Umut, Acı, Ağıt, İbret, Umutsuzlar, Baba, arka arkaya çekilmiş başarılı filmlerdir ve pek çok ödül almışlardır. Yılmaz Güney ‘Umut’ filmiyle ilk uluslararası ödülünü, Grenoble Film Festivali Seçici Kurul Özel Ödülünü alır.
Çayan ve arkadaşlarına “yardım” ve “yataklık”
1971 Askeri Darbesi olduğunda bir emirle yine sürgüne yollanır, bir yıl sonra Mahir Çayan ve arkadaşlarına yardım ve yataklık yapmaktan ağır ceza alır. Aynı yıl “Boynu Bükük Öldüler” isimli romanı Orhan Kemal Roman Ödülü’nü alır. Hapishanedeyken “Güney” dergisini çıkartmaya başlar. Öykü ve senaryo yazmaya devam eder. İki yıl sonra Ecevit Hükümeti’nin çıkarttığı af ile dışarı çıkar ve hemen yeni filmini çeker: Arkadaş. Bu film gösterildiği zaman gişe rekorları kırar. Beğenilen sadece filmin kendisi değildir, müziği, filmdeki kıyafeti, saçı, bıyığı geniş kitlelerce o kadar beğenilir ki taklit edilmeye başlanır. Filmden etkilenen pek çok genç “solcu” olur.
Arkadaş’ın ardından çekilecek filmler vardır. Hemen yeni filmi “Endişe” için ekip Adana’ya gider. Bir akşam yemeğinde, Adana’ya bağlı Yumurtalık ilçesi yargıcıyla başlayan tatsız tartışma, yargıcın ölümüyle sonuçlanır ve Yılmaz Güney cinayet ile suçlanarak 19 yıl ceza alır. Yarım kalan “Endişe” filmini asistanı olan Şerif Gören tamamlar. Gören bu filmle en iyi yönetmen ödülünü alırken Yılmaz Güney, en iyi senaryo ödülünü alır.
Yeniden başlayan hapislik yıllarında umutsuzluğa düşmez ve üretmeye devam eder. Hapishanede tanıdığı karakterler vasıtasıyla Anadolu’nun sosyal sorunlarını anlatan öyküler yazmaya devam eder. Genç yönetmen Zeki Ökten’e “Sürü” filmini verir. 1978 yılında, Siirt, Pervari’de çekimler başlar. Sürü filmi, genel olarak Doğu Anadolu’nun kültürel, sosyal ve ekonomik yapısını arka planda kullanırken ön planda aşiretlerin ve baskıcı feodal yapının bireyler üzerine yıkıcı etkilerini anlatır. Bu film yurtdışında Güney’in fark edilmesini sağlar. Locarno Film Festivali’nde büyük ödül “Pardo D’Oro -Altın Leopar”ı kazanır.
1979’da “Düşman” filmi yine Ökten tarafından çekilir ve Berlin Film Festivali’nden “En iyi senaryo” ödülüyle döner.
Hapishaneye düşen insanlara “Kader Mahkumları” denilir. Aslında çoğu mahkûmun suç işlemesinin nedeni yaşadıkları toprakların onları zorladığı sosyal, toplumsal, ekonomik nedenlerden kaynaklanır, kader doğduğu topraklardır. Gelenekler, ahlak anlayışları, parasızlık, kişisel zayıflıklar hep bu nedenlerin içindedir. Yılmaz Güney kısa hayatının 15 yılını cezaevlerinde, sürgünlerde geçirmiştir. Yüzlerce mahkûmla karşılaşmış, onların dertlerini dinlemiştir. Hikâyelerini anlatan kişilerden farklı olarak o yaşanan olayları bütün olarak değerlendirip, objektif sonuçlar çıkartan bir sosyalist aydındı. Bir röportajında şöyle der; “Sinema tek başına ne devrim yapabilir ne de demokrasi mücadelesini zafere ulaştırabilir; fakat onun çok önemli bir parçası olarak tartışma ortamı yaratır. Uyandırır…”
Nazım Hikmet de hayatının önemli bir bölümünü hapishanelerde geçirmiş ve buralarda büyük eserler yaratmıştır. “Memleketimden İnsan Manzaraları” bunlardan biridir. Yol filmi de benim için Türkiye’den insan manzaralarıdır.
12 Eylül Askeri Cuntası ve “Yol”
1980 Askeri Darbesi sonrası, sıkıyönetim ilan edilmiş ve tüm demokratik haklar kaldırılmıştır. Yüzbinlerce insan işkencelerden geçirilip hapislere atılmıştır. Kaybolan insanların, faili meçhullerin, idamların, işkencede ya da çatışmalarda öldürenlerin sayısı gün geçtikçe yükselmektedir. Yollar askerler tarafından kesilmiş, herkes aranmakta ve gece sokağa çıkma yasağı konulmuştur. Yılmaz Güney’in asistanı olarak sinemaya giren ve “Endişe” filmiyle yönetmenliğe başlayan Şerif Gören, aynı zamanda DİSK’e bağlı Sine-Sen Sendikası’nın yönetim kurulu üyesidir. 12 Eylül’den hemen sonra sorguya alınır, işkenceden geçirilir ve Hasdal Askeri Cezaevi’ne konulur. “Sürü” filminin öne çıkan oyuncusu Tarık Akan da kötü günlerden nasibini almıştır. Darbeyi hapishanede karşılayan Güney, elbet ülkenin karanlık hallerini üzülür ama umutsuzluğa düşmez. İnadına daha çok çalışır, daha çok üretir. İlk adı “Bayram” olan “Yol” filminin oluşum hikâyesi kısaca böyledir. Acılarla, heyecanlarla, aşklarla geçen bir ömrün süzgecinden damıtılarak çıkmıştır. Ve inanın bu hiç kolay değildir.
Senaryo, Yarıaçık cezaevi İmralı Adası’ndan, Bayram iznine çıkan 11 mahkumun hikayesini anlatılır. Yönetmen olarak Erden Kıral seçilir, çekimlere başlanır ama kısa süre sonra çekimler durdurulur. Yılmaz Güney de bu durumdan mutsuz ve üzgündür ama senaryosuna çok emek verdiği bu filmin Erden Kıral’ın değil, kendi filmi olmasını istiyordur. Çünkü hasta olduğunu öğrenmiştir, zamanı kısadır. Şerif Gören ve Tarık Akan hapisten yeni çıkmışlardır, izin gününde onlarla buluşur, senaryoyu Gören’e verir. Daha önce pek çok projede senaryo çalışmaları yapmışlardır. Ertesi gün Şerif Gören, 11 mahkûm karakterden sadece altısının hikâyesini çekebileceğini söyler. Güney üzülse de kabul etmek zorundadır. Filmin adı “YOL” olarak değiştirilir ve çekimlere Bingöl’de başlanır. Sıkıyönetim görüntüleri, ziyaret günleri, hapishane önü görüntüleri gizli çekilir. Belgesel gibi gündelik yaşama ait pek çok plan çekilir. Bazı tasarlanan planlar ise çekilemez veya aksilikler olur. Tarık Akan ile Şerif Sezer’in ünlü ‘at’ sahnesinde olduğu gibi. Seyit Ali, tipide artık yürüyemeyen atını öldürüp donmakta olan karısı Zine’yi, hayvanın sıcak karnına sokup kurtarmayı düşünür. At maalesef trajik bir şekilde öldürülür ama geçen zamanda hava kararır ve o yarı karanlıkta çekilen negatiflerden doğru sonuç alınamaz. O negatifler yurtdışına çıkarılsa da yine doğru görüntüler elde edilemez ve kullanılamaz. Biz altı mahkûmu önce İmralı Cezaevi’nde sonra evlerine doğru yollarda görürüz. Cannes Festivali’nde filmin süresinin yarışma formatına uygun olmadığı için kısaltılması gerekir. Kısa sürede bu kısaltmayı yapamayacaklarından, altı karakterden birini çıkartırlar, yani ödül alan filmde sadece beş karakter kalmıştır. Umarım bir gün bu senaryonun tam halini kitap olarak yayınlarlar.
Cezaevinden kaçış
12 Eylül’den sonra Güney aleyhine üst üste davalar açılır, hapisten bir daha çıkamayacağını düşündüğü için kaçış planını önceden planlar. Fatoş Güney bir röportajında; “O firara da göz yumulduğu inancındayım. Çünkü Yılmaz cezaevinde kanser olmuştu. Darbe yönetimi Yılmaz’ın Türkiye’de cezaevinde ölmesini istemedi ve kaçmasına göz yumdu bana kalırsa. Beni takip eden polisler vardı, yani sürekli gözetim altındaydık. İsteseler Kemer’den çıkışına müdahale ederlerdi…”
Önce Meis Adası sonra İsviçre ve en son olarak Paris. Bu süreçte filmi yeniden kurgular Yılmaz Güney, bazı sesleri ekler. Yol filminde ne anlatmak istediğini kendi şöyle açıklar; “Biz Yol filmi aracılığıyla iki baskıyı gösterdik. Feodal ahlakın ve değer yargılarının hâlâ yaşadığı bir ülkede bizzat o anlayıştan gelen baskılar, ikincisi ise resmi devlet baskısı. Bu asıl anlatılmak istenen iki düşman, iki hedef.
Yani kapitalizme dayanan burjuva devletin baskısı ile hala halkın içinde bulunduğu ahlak anlayışının, değer yargılarının geleneklerin getirdiği ikili baskı. Bunlar bir elmanın iki yarısı gibi birbirini tamamlıyor. Bu nedenle biz Türkiye’de demokrasi kurmaya çalışırken, bir yanıyla devlet temelindeki baskı güçlerine karşı savaşmalıyız, bir yanıyla da halkı eğitmeli, halka gerçek doğruların neler olduğunu göstermeliyiz.”
Hapishaneden bayram iznine çıkan mahkûmlar büyük bir sevinçle yola koyulduklarında biz asıl büyük hapishanenin tüm ülke olduğunu anlarız. Sadece siyasi despotizm ile değil aynı zamanda ilkel örf ve bağnazlıklarında insanları ezip yok ettiğine tanık oluruz.
Eleştirmen Michel Mardore filmi “Hazine” olarak tanımladıktan sonra, “Kayıp filminde olduğu gibi bu filmde de askeri bir yönetimin gölgesi görülüyor ama inanılmaz durum zenginliği ve karakterlerin çeşitliğiyle birlikte… Kadın sorunu, Doğudaki yoksulluk ve daha pek çok şey… filmin bu kadar sarsıcı olmasının nedeni, somut, kanlı canlı yaşayan bir film olmasından kaynaklanıyor. Büyük, gerçekten büyük her filmin olması gerektiği gibi.” diyor.
O gece ödülü aldıktan sonra kuşkusuz çok mutlu olmuştur; büyük bir savaşın sonu. Ama eve dönmek zamanı geldiğinde yine gerçek yüzlerine çarpar. Elinde “Altın Palmiye” vardır fakat taksiye verecek paraları yoktur, çevirmenden borç alırlar.
Yılmaz Güney hastalığının son evrelerinde Fransa’da bir film daha çekmek ister. “Duvar”. Konusu, Ankara Cezaevi’ndeyken tanık olduğu çocuk mahkûmların isyanıdır. İsteğini gerçekleştirir ama ne yazık ki son filmi olur.
Yol filmi Türkiye’de uzun bir süre yasaklanır. Hatta bir ev baskınında ele geçirilen VHS kasetteki film yüzünden insanlar yargılanır. Yönetmeni Şerif Gören için dava açılır ve yurtdışına çıkışı 10 yıl süreyle yasaklanır. Davanın bilirkişisi Prof. Dr. Sulhi Dönmezer’dir. Dönmezer Yol filminde 4 ayrı suç unsuru bulur, her birinden 15’er yıl olmak üzere Şerif Gören hakkında toplam 60 yıl ceza istenir. Lakin Dönmezer ölmeden önce filmin üstündeki yasağın kalktığını görür.
Yılmaz Güney 9 Eylül 1984’de 47 yaşında hayata gözlerini kapatır. Hayattayken filmi hep yasaklıdır, ölümünün üstünden 15 yıl geçtikten sonra ancak 1999 yılında filmin üstündeki yasak kalkar.
Yılmaz Güney, 104 filmde başrol oynadı. 24 filmi kendi yönetti. 50 filmin senaryosunu yazdı, 6 filmin senaryosuna yardım etti. Tüm bunları topladığımız zaman Yılmaz Güney’in emeği geçtiği 111 film var. Bu kırılması zor bir rekordur. Türk sinemasına 1958-1983 yılları arasında, yani çeyrek yüzyıl boyunca, katkıda bulunmuştur.
Aradan yıllar geçer ve onca yıldan sonra Şerif Gören yaşananları bir röportajda şöyle anlatır;
“Festivalin 50. yılında Altın Palmiye alan yönetmenlerle birlikte Jeanne Moreau tarafından “Yönetmen Türk, Altın Palmiye Ödülü YOL, 1982” diye sahneye davet edildim. Göğsüm kabardı. Bayrağımız dalgalandı. Her şey güzeldi artık. Coppola ile sohbet ettim, hayranı olduğum Andrej Wajda’dan imza aldım, Soderberg’le dost oldum. Fransa Devlet Başkanı ile onur konuğu olarak yemek yedim. Ve festivalin 50. yıl fotoğrafında tek Türk yönetmen olarak bulundum. Bunun adı iade-i itibardı…”