Osman TİFTİKCİ yazdı – 1960’ların özellikle ikinci yarısından sonra yükselen, sol, anti emperyalist, demokratik hareket, ordunun ilericiliğinin değil, Türkiye’deki kırk küsur yıllık sol tarihi birikimin ve o dönemde dünya geneline yayılan devrimci hareketlerin ürünüydü. Bu hareket 27 Mayısçılara, orduya rağmen gelişmişti.
27 Mayıs 1960 darbesi sol içinde kafa karışıklıklarına yol açmış bir konudur. 1960’ların Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı gibi eski kuşak komünist liderleri, Mahirler, Denizler ve bunların devamcıları, 27 Mayıs konusunda dönemin Kemalistleri tarafından ileri sürülen tezleri savunmuşlardır. İbrahim Kaypakkaya bir istisna idi ve o 27 Mayıs’a devrim değil, “darbe” diyordu. Kemalist tez ana hatlarıyla şöyle ifade edilebilir: 27 Mayıs, karşı devrimci Demokrat Parti’yi (DP) deviren demokratik bir devrimdir. Bu devrim ordu ve bürokrasi içindeki küçük burjuva devrimcilerin bir eylemidir. Devrim emperyalizmden bağımsız yapılmıştır ama ABD hemen inisiyatifi ele almıştır. 27 Mayıs o zamanki ordunun ilericiliğinin, yurt severliğinin bir göstergesidir.
Biz 27 Mayıs darbesini, “Osmanlı’dan Günümüze Ordunun Evrimi”[1] isimli çalışmamızda etraflı biçimde işlemiştik. Bu yazıda, darbeyi yapan ordu içi örgütlenmelerin 1946’dan 1960’a kadar emperyalizmle olan ilişkileri ve darbeden sonra liberal bir anayasanın kabul edilmesinin nedenleri üzerinde kısaca duracağız. Yazıda geçen konu ve kaynaklar hakkında ayrıntılı bilgi edinmek isteyen okurlar kitaba bakabilirler.
27 Mayıs’ta ordu ve emperyalizm
Darbe doğrudan CIA ve NATO’nun inisiyatifi altında hazırlanıp yapılmıştı. Ordunun ABD tarafından eğitilmesi ve örgütlenmesi, ordu içinde darbeci grupların oluşması 1946 yılına kadar dayanıyordu. 1960 darbesini yapan ordu ile 12 Mart ve 12 Eylül’ü yapan ordu arasında nitelik olarak yani, sınıfsal temsil, emperyalizmle bütünleşme, tarihi misyon bakımından bir fark yoktu. Darbeci genç subaylar Amerika tarafından eğitilmiş ve örgütlenmişlerdi. Darbeyi yapan ordu, ABD yanlısı, sol ve komünizm düşmanı, Kürt, Ermeni, Rum düşmanı bir konsepte sahipti.
1947 yılından itibaren orduya Truman yardımı (100 milyon dolar) başladı. Aynı yıl JAMMAT (Amerikan Askeri Yardım Kurulu, 1958 yılında JUSMMAT ismini alacaktır) kuruldu ve ordunun yeniden örgütlenmesi, subayların eğitimi Amerikalılara teslim edildi. Bu duruma ordudan hiçbir tepki gelmediği gibi, özellikle genç subaylar, Amerikalı subaylar tarafından seçilmek, Amerika’ya kursa gönderilmek için yarışıyorlardı.[2] Ordunun silah, teçhizat ve teknik bakımından tümüyle dışa bağımlı hale getirilmesi, ordunun modernleştirilmesi olarak görülüyordu. Ordu Kore Savaşı’na gönüllü olarak katıldı. 27 Mayıs darbesine katılacak subayların birçoğu da bunlar arasındaydı. Kore’de savaşmaya gidenler bu işe emperyalist sisteme hizmet olarak değil, onur verici, övünülecek bir eylem olarak bakıyorlardı. NATO’ya girilmesine ve ardından ülkenin NATO üsleriyle, Amerikan üsleriyle doldurulmasına da ordudan hiçbir tepki gelmedi. Subaylar 1952’de CIA’nın kurduğu Seferberlik Tetkik Kurulu (Kontrgerilla) içinde istekle çalıştılar, MİT’in (MAH) doğrudan CIA’nın uzantısı haline gelmesine ses çıkarmadılar.
Ordunun, özellikle de genç subayların emperyalizme tepki göstermek şöyle dursun, Amerikanlaşma sürecine süratle ve hevesle ayak uydurmalarının nedeni neydi?
Cumhuriyet döneminde subaylar, anti emperyalist bir bilinçle değil, anti komünist, Türkçü, şovenist bir bilinçle yetiştirilmişlerdi. Devletin, dolayısıyla ordunun başta gelen düşmanları Kürtler, komünistler, Rum, Ermeni, Yahudiler ve dincilerdi. Emperyalist Batı ise düşman olarak değil, ulaşılması gereken “muasır medeniyet” olarak görülüyordu. Özetle orduda anti emperyalist bir bilinç yoktu. Orduya anti emperyalist düşünceler 1960’lı yılların sonlarına doğru, sosyalist hareketin etkisiyle girebilecektir.
Cumhuriyet döneminde ordu doğrudan iktidara bağlı, herhangi bir dış güçle ilişkisi olmayan, M. Kemal’in emrinde (daha sonra Milli Şef İ. İnönü’nün) bir kurumdu. 1946 yılından sonra ise ordu NATO ve CIA ile bütünleşerek (Seferberlik Tetkik Kurulu ve CIA’nın uzantısına dönüşen MİT dahil), genel olarak partilerden ve iktidarda bulunan hükümetten bağımsız bir güç haline gelmeye başladı. 1960 darbesinden sonra MGK kurularak ordu siyasi güç olarak kurumsallaştı.
Ordu 1946 yılından itibaren emperyalizmle birlikte, İnönü’nün düşmesini ve DP’nin iktidar olmasını istiyordu. 1946 seçimlerinde İnönü’nün hileyle iktidarda kalması üzerine subaylar darbe hazırlıklarına başladılar. Milli Emniyet’le birlikte çalışan subaylar DP ile de ilişkiler geliştirdiler. 1950 seçimlerini DP kazanınca bu çalışmalar durdu. Genç subaylar DP iktidarını sevinçle karşıladılar. Ama birkaç yıl sonra ordu içinde darbeci örgütler tekrar faaliyete başladılar. Bu sefer hedeflerinde DP vardı.[3]
27 Mayıs darbesi ordu içindeki, hepsi Amerikancı olan örgütlerin birleşmesiyle yapıldı. 1956 yılından sonra sayıları ve faaliyetleri artan cuntacı örgütler 1957 yılında birleşmeye başladılar. CHP 1957 seçimini de kaybedince darbe hazırlıkları başladı.
27 Mayıs’ın hemen öncesinde emperyalizmle darbeciler arasındaki ilişkiler şöyleydi:
1959 yılının başlarında Cemal Gürsel darbenin başına geçmeye ikna edildi. Ama nerede? Almanya’da yapılan bir NATO tatbikatı sırasında. Genel Kurmay’da görevli kurmay Binbaşı Sadi Koçaş, yanında iki Amerikan subayı ile birlikte Cemal “Aga”yı ikna etti. Sadi Koçaş CIA’nın adamı olarak bilinen ve 12 Mart darbesinde Başbakan Yardımcılığı, 12 Eylül darbesinde de MGK Danışmanlığı yapmış biridir. Koçaş 27 Mayıs öncesinde darbeci bir grubun lideriydi.
Darbe kararı 1959 yılının sonlarında alındı. Darbe kararının alınmasından sonra Dündar Seyhan Amerika’ya, Sadi Koçaş ta Londra’ya gönderildi. D. Seyhan bunun nedenini; “ihtilal hareketinin maksat ve hedefini izah etmek” olarak ifade ediyordu. Ama ne Londra’nın ne de Amerika’nın böyle bir izaha ihtiyaçlarının olmadığı ortadadır. Dündar Seyhan, Talat Aydemir grubuyla birleşen grubun liderlerindendi. Talat Aydemir de darbe öncesinde Kore’ye gönderilmişti. Darbenin arifesinde, ordu içindeki iki cuntacı örgütün liderlerinin yurt dışına gönderilmesi, cuntacı subayların üzerinde bulunan bir üst iradeye işaret etmektedir. Bu liderlerin Ankara’dan uzaklaştırılması, Türkeş ve çevresinin önünü açmak için yapılan bir iş gibi de görünmektedir. Nitekim bu uzaklaştırmalardan sonra cunta toplantılarına Türkeş başkanlık etmeye başlamıştı. Türkeş’in CIA ile çalıştığını hatırlatmak gerekir mi? Türkistan’lı ünlü CIA ajanı ve Türkeş’in kadim dostu Ruzi Nazar da 1959 yılında, darbeden hemen önce ABD’nin Ankara konsolosluğuna, CIA’nın Türkiye İstasyon Şefi olarak atanmıştı. Ruzi Nazar 1971 yılına kadar burada kalacaktır.
Ankara’daki darbe toplantıları CENTO’da yani ABD ve İngiliz gizli servislerinin merkezinde yapılıyordu.
27 Mayıs’tan bir ay önce Tahran’da CENTO toplantısı yapıldı. Bu toplantıya Ankara’dan bir darbeci (CENTO’da görevli Sami Küçük) ile 27 Mayıs’ın Dışişleri bakanı yapacağı Selim Sarper de katıldı. Sarper 1945 yılından beri ABD ile birlikte çalışan bir diplomattı.
1957 yılına kadar MİT’in (o zamanki ismiyle MAH) maaşlarını ABD ödüyordu. Türk-İş’li sendikacıların maaşları da Amerika tarafından ödeniyordu. Darbeden haberi olmayan (!) emperyalizmin, darbe ile ilişkisi böyleydi. 27 Mayıs darbesi doğrudan emperyalizm (ABD ve İngiltere) eliyle tezgahlanmıştı.
Darbe sözcüsü Türkeş’in ilk sözü de “NATO’ya bağlıyız” oldu. Darbeyle birlikte Menderes hükümetinin çıkardığı bütün pürüzler giderildi ve emperyalizm ile Türkiye arasında ekonomik, siyasi, askeri, kültürel alanda yeni bir altın çağ başladı.
Liberal Anayasanın nedenleri
27 Mayıs darbesinin ilericiliğine kanıt olarak 1961 Anayasası ve onun getirdiği nispi demokratik haklar gösterilir. Gerçekten de 1961 Anayasası 1876 Anayasasından bugüne, Türkiye’nin gördüğü en demokratik Anayasaydı. Fakat 1961 Anayasası, Kemalistlerin övgü ve yüceltmelerine rağmen, ülkemizin toplumsal, etnik ve dini sorunlarını çözebilecek bir metin değildi. Anayasa Türkçü milliyetçi bir temelde hazırlanmıştı. Anayasa sola, farklı ulus ve dini inançlara düşman bir anlayışa sahipti. Anayasa’da sürekli olarak Türk milletine, Türklüğe vurgu yapılıyordu. Tanınan her demokratik haktan sonra bu hakkın, “Devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğü, kamu yararı, milli güvenlik, genel ahlak” gerekçe gösterilerek kısıtlanabileceği belirtiliyordu. Bunlar muğlak, her yöne çekilebilecek kriterlerdi. Bu kısıtlamalar sosyalistlere, Kürtlere, Sünni Müslümanlar dışındaki inanç gruplarına bu demokratik hakların kullandırılmayacağı anlamına geliyordu. Özetle sola kapalı, sağın her türlüsüne açık bir Anayasaydı bu.
Bu özelliğinin yanı sıra 1961 Anayasası orduyu ayrı bir siyasi güç odağı haline getirdi. Milli Güvenlik Kurulu (MGK) oluşturuldu ve Genelkurmay Milli Savunma Bakanlığından ayrıldı. Böylece ordunun yapacağı siyasi müdahalelere ve darbelere meşru bir zemin kazandırıldı.
1961 Anayasasını ana hatlarıyla içeren belge askerlerden bağımsız olarak 1957 seçimi öncesinde CHP tarafından hazırlanmıştı. Bu belge 1959 yılı Ocak ayında İlk Hedefler Beyannamesi adıyla ilan edildi. Anayasa Mahkemesi, ikinci meclis, Yüksek Hakimler Kurulu, güçlü Danıştay, sosyal haklar, nispi temsil, TRT ve üniversite özerkliği gibi demokratik istemler ve grev hakkı bu bildiride yer alıyordu.
1946 yılından sonra ülkenin kapılarını ardına kadar emperyalizme açan İnönü ve CHP’nin, İlk Hedefler Beyannamesi’ni Amerika’dan habersiz hazırladığı düşünülemez. Hatta Musa Anter’in anılarında yazdığına göre ABD, demokratik haklar çerçevesinde Kürt sorunu ile ilgili öneriler de getirmişti. Örneğin Kürtler için Kürtçe eğitim, Kürtçe radyo, Türkçe Kürtçe sözlük de önerilmişti.
CHP’nin beyannamesi ve 1961 Anayasası emperyalizmin politikalarıyla uyum içindeydi. Emperyalist sistem 1950’li yıllarda ve 1960’lı yılların başında en sakin dönemini yaşıyordu. Emperyalist ülkelerde sosyal devlet politikaları uygulanıyordu. Bağımlı ülkelere de o ülkenin durumuna göre siyasi ve ekonomik olarak liberal politikalar dayatılıyordu. Üç Müslüman ülke, Türkiye, İran ve Pakistan da bu liberal politikaların dayatıldığı ülkeler arasındaydı. Yani nispi demokratik haklar, sosyal haklar bakımından Türkiye ve 1961 Anayasası bir istisna değildi.
1958 yılında Pakistan’da başa getirilen askeri yönetim laik eğilimli ve reformistti. İkinci Dünya Savaşı’nda İngiltere ordusunda tabur komutanlığı yapmış olan Eyüp Han dini vakıfları devletleştirdi, İslamcı kadroları siyasi mevkilerden uzaklaştırdı, 1961 yılında Aile Hukuku Kararnamesi çıkardı. Ünlü İslamcı reformist Fazlurrahman Eyüp Han’ın sırdaşıydı. Fiyatlar kontrol altına alındı. 1962 yılında Pakistan’da da yeni bir anayasa hazırlandı ve siyasi partiler kuruldu.
27 Mayıs darbesine hazırlık toplantılarından birine ev sahipliği yapan İran Şahı ise, “Beyaz Devrim” adını verdiği ekonomik ve sosyal reformları, 1963 yılında referanduma sundu ve kabul edildi. Beyaz Devrim’le birlikte toprak reformu, kadınlara oy hakkı, eğitim seferberliği, kılık kıyafet reformu, adalet ve eğitim sisteminin laikleştirilmesi, sosyal reformlar uygulamaya konuldu.
Emperyalizmin Türkiye, İran ve Pakistan’da reformist politikalar uygulamasında, sosyalist hareketin ve anti emperyalist mücadelelerin henüz tüm dünyayı sarmamış olmasının önemli payı vardı. 1959 yılındaki Küba Devrimi ve ABD’nin 1963 yılında başlattığı Vietnam savaşı, anti Amerikancılığın, anti emperyalizmin tüm dünyaya çığ gibi yayılmasında büyük rol oynadı. Bu üç ülkede de anti emperyalist, sosyalist hareketler birden büyüyünce, liberal politikalar hızla değiştirilecektir.
1961 Anayasasının liberalliğinin, Türkiye’ye yerleştirilmek istenen ithal ikameci sömürü yöntemiyle de (montaj sanayi) doğrudan ilişkisi vardı. Bu yöntem iç pazarın genişletilmesine dayanıyordu ve kitlenin alım gücünün artması için, kontrol altında tutulan sendikal ve sosyal haklar gerekliydi.
Türkiye’de Anayasa ile getirilen nispi demokratik ortamdan komünistlerin, Kürtlerin, gayrı Müslimlerin yararlanmalarını engellemek için gerekli her türlü tedbir alınmıştı. Tıpkı 1946 yılından itibaren yapıldığı gibi.
Örneğin Milli Birlik Komitesi 147 hocayı üniversiteden atmış ve bu hocalar komünist, mason, cinsi sapık olmakla, Kürt devleti kurmak istemekle itham edilmişlerdi.[4] Yassı Ada duruşmalarında Celal Bayar, ülkenin bir kısmını Rusya’ya satmak istemekle suçlanıyordu. Üniversite gençlerine Nisan 1961’de “kahrolsun komünizm” sloganıyla miting yaptırılmıştı. Mitingden bir müddet sonra Aziz Nesin tutuklanmış ve yayın evi yakılmıştı. Gençler bir bildiri ile; “komünist ajanlarına”, “kızıl uşaklara” hayat hakkı tanımayacaklarını ilan ediyorlardı. Ki Aziz Nesin 27 Mayıs’a karşı olan biri değildi. Türk-İş te gençlerden geri kalmadı, Aralık 1961’de Ankara’da anti komünist miting düzenledi. 1963 yılında Komünizmle Mücadele Dernekleri kuruldu. 141 ve 142’nci maddeler nedeniyle komünistlerin siyasi faaliyette bulunması zaten yasaktı.
Darbeciler Kürtleri de rahat bırakmadılar. 1959 yılında tutuklanan 49 Kürt aydını serbest bırakılmadığı gibi, darbeden dört gün sonra 500 civarında Kürt ileri geleni de toplanıp Sivas’ta askeri kampa konuldu.
Rum ve azınlık düşmanlığı da hem Türkiye’de hem de Kıbrıs’ta artarak devam etti. 6-7 Eylül provokasyonunun hesabı sorulmadı. Tersine İstanbul’da kalabilmiş Rumlar da tehcir edildi. İnönü hükümeti 16 Mart 1964 günü “Rum Tehciri Kararnamesi” çıkardı. Rumlara; “20 kilo kişisel eşyanızı yanınıza alıp ülkeyi 12 saat içinde terk edin” denildi.[5]
Demokratik hakların komünistlere, Kürtlere, gerçek muhaliflere yaramaması için uğraşanlar sadece ordu ve güvenlik güçleri değildi. Nejat Eczacıbaşı önderliğinde bir grup sermayedar, üniversite öğretim üyeleri ve bazı hükümet yetkilileri ile birlikte 1961 yılında Ekonomik ve Sosyal Etüdler Konferans Heyeti’ni kurdular.
“Bu yapı, 1961 Anayasası’nın liberalliği nedeniyle doğal olarak uzun yıllar bastırılmış olan halkçı ve sosyalist hareketlerin yayılmasına karşı düşünülmüş çok ince bir karşı koyma girişimiydi.”[6]
Ama toplumdaki birikim o kadar güçlü, dünya genelindeki hava o kadar uygundu ki, sol ve sosyalist hareket çığ gibi büyüdü ve 12 Mart darbesi zorunlu oldu.
27 Mayıs yapıldığında orduda anti-emperyalist, sosyalizme sempati duyan subay ve askeri öğrencilerin bulunmadığını, orduya devrimci düşüncelerin sol örgütlerin oluşmasından sonra 1960’ların sonlarına doğru girebildiğini belirtmiştik. Darbeden sonraki 2-3 yıl içinde kitlelerin bilincinde çok büyük değişiklikler oldu. Örneğin CHP’ye bağlı olan ve 1961 Nisan’ında anti komünist miting yapan gençler birkaç yıl içinde sosyalizme kaydılar. 1950’lerin Türk-İş’li birçok sendikacısı, Amerikancılığı bırakıp sınıf sendikacılığını benimsediler. 1950’li yıllarda parmakla sayılabilecek kadar komünistin bulunduğu (ve neredeyse tümü de cezaevinde bulunan) Türkiye, 1960’larda Marksist klasiklerin en çok okunduğu ülkelerden biri (belki de birincisi) haline geldi. Bütün bunlar 27 Mayıs darbesini yapan orduya ve subaylara rağmen gerçekleşti.
Özetlersek; 27 Mayıs doğrudan emperyalizmin inisiyatifi altında yapılan bir darbeydi. 1961 yılında nispeten demokratik bir anayasanın yapılabilmesinin nedeni, o dönemde ülkemizde ciddi bir sol hareketin, kitle muhalefetinin bulunmamasıydı. Anayasa’nın nispi demokratikliği emperyalizmin o dönem uyguladığı genel politikalarla ve Türkiye’ye de yerleştirilmek istenen ithal ikameci sömürü yöntemiyle uyum halindeydi. 1960’ların özellikle ikinci yarısından sonra yükselen, sol, anti emperyalist, demokratik hareket, ordunun ilericiliğinin değil, Türkiye’deki kırk küsur yıllık sol tarihi birikimin ve o dönemde dünya geneline yayılan devrimci hareketlerin ürünüydü. Bu hareket 27 Mayısçılara, orduya rağmen gelişmişti.
27 Mayıs’ı “devrim” olarak nitelendirmek, Türkiye solunun önemli tarihi hatalarından biriydi. Bu tavır sol hareketin Kemalizmden bağımsızlaşmasını geciktirmiştir.
[1] Osman Tiftikci, Osmanlı’dan Günümüze Ordunun Evrimi, “Dördüncü Bölüm: 27 Mayıs Darbesi”, Ceylan Yayınları, genişletilmiş 3. Baskı 2012
[2] Bu konuda ayrıntılar için, Dündar Seyhan, Gölgedeki Adam, 1965
[3] Ordu içindeki darbeci örgütler ve bunların gelişimine ilişkin olarak, Abdi İpekçi-Ömer Sami Coşar, İhtilalin İçyüzü, Uygun Yayınları 1965
[4] Gençay Gürsoy. t24 sitesi, 01 Haziran 2020
https://t24.com.tr/yazarlar/gencay-gursoy/universite-tasfiyeleri-ve-147-ler,26833
[5] Emre Can Dağlıoğlu, Agos gazetesi,30.01.2014
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/6407/1964-tehciri-istanbul-rumlarinin-sonu-oldu
[6] Ayşe Buğra, Devlet ve İşadamları, İletişim Yayınları, 11. Baskı 2018, s.201, 202