Zeki Tombak yazdı: AKP dış politikası, içeride AKP iktidarını güçlendirmeye yarayan bir politika olmakla beraber, zaman zaman tamamen Erdoğan’ın şahsının ve ailesinin ihtiyaç, endişe ve beklentilerine daralan bir çizgide gerçekleşir.
Son yıllarda çok tekrarlanan, dış politikanın iç politikadan ayrı, iktidarıyla, muhalefetiyle her siyasi partinin, her siyasi eğilimin üzerinde ittifak etmesi gereken; çünkü “milli” çıkarlara göre yürütülen bir politika olduğu iddiası sadece, gerçekle alakası olmayan bir klişe değildir; aynı zamanda AKP-MHP rejiminin, muhalefet partilerini kendi yanında hizalanmaya zorlamak için kurduğu bir tuzaktır.
Hizalanmayanlara derhal, “hain” veya “terörist” veya onunla, bununla, şununla “iltisaklı” etiketi, iktidar sözcüleri ve yandaş medya üzerinden yapıştırılmaktadır.
HDP, sağolsun bu hizalanmaya zorlama baskısına genel olarak direniyor.
CHP ve İYİ Parti ise Gare fiyaskosuna kadar, ülke gündeminin değiştirilmesine, “asıl gündem”den sapılmasına imkan vermemek gerekçesiyle; ama asıl olarak iktidardan apaçık farklı bir dış politika perspektifine sahip olmadıkları için hizalanmaktan kaçınamıyorlardı.
Rejim Suriye, Irak ve Libya topraklarında ve Ege’de, Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs’ta, üstelik eşzamanlı, büyük iddialarla, askeri operasyonlara; askeri tehdit içeren politik açılımlara giriştiğinde; muhalefetten ” askerimizin ayağına taş değmesin”den başka söz duyduk mu?
Son olarak, Mayıs’ın ilk haftasından bu yana alevlenen Filistin-İsrail gerilimine; daha doğru bir ifadeyle İsrail’in Filistinlilere karşı yeni saldırganlığına dair, TBMM’de grubu bulunan partilerin ortak imzasıyla yayınlanacak “Filistinle Dayanışma” temalı bildiri taslağı önlerine geldiğinde HDP dahil bütün muhalefet, iktidar partilerine, “yapmaya çalıştığınız, Filistin halkının acılarını iç siyasette istismar etmektir. Yürüyün gidin” diyerek kendi tutumlarını alacaklarına, bir kere daha hizalanmaya razı oldular.
Halbuki ne o bildiri taslağının; ne İktidar sözcülerinin söylediklerinin, ne bir devlet operasyonuyla sokağa dökülen “organize halk hareketi”nin Filistin Halkının yaşadıklarıyla zerre alakası yoktur.
Filistin’de bugünlerde, bininci defa yaşanan trajedi üzerine veya Mısır ve Suudilerle ilişkileri düzeltme gayretleri üzerine veya Ukrayna ile “stratejik müttefiklik” hikayesi üzerine konuşmadan önce AKP’nin dış politikasının ne olduğu üzerine konuşalım.
Türkiye Cumhuriyeti ve Kurumları
Türkiye Cumhuriyeti her modern devlet gibi kurumlardan oluşuyordu. Son 20 yılda bu kurumların çoğu yok edildi. Daha önce de “sivil” iktidarların veya askeri darbelerin yok ettiği, varolsalar ve gelişmelerine imkan tanınsa, ülkeyi geleceğe taşıyacak, Köy Enstitüleri veya Üniversite gibi kurumlar vardı. Köy Enstütüleri kapatılarak, Üniversite YÖK ile yok edildi. Dolayısıyla kurum yıkıcılığı AKP ile başlamadı. Ama en yoğun yıkımın AKP eliyle gerçekleştirildiğini söylemek yanlış olmaz.
İlk bakışta TSK’nın devletin en güçlü kurumu olduğu ileri sürülebilir. Son yıllarda İçişleri Bakanlığı da olağanüstü güçlendirildi. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün güçlendirilmesi bir yana, Jandarma Genel Komutanlığı da bu bakanlığa bağlandı. Fiziki olarak bu gözlemler doğrudur. Ancak TSK Cumhuriyet tarihi boyunca 1974’te Kıbrıs’ın kuzeyine düzenlenen harekat ve Kore’de ABD’nin emrinde Kore halkına karşı savaşmak dışında, “dış düşmanla” savaşmamış bir ordudur. TSK’nın ilk orijinal talimnameleri, PKK ile savaş tecrübeleri üzerine kaleme alınmıştır. “İç Harekat Bölgesi” ile Irak ve Suriye topraklarında yürütülen askeri harekatlar da bu iç çatışma tecrübesinin devamıdır. Dolayısıyla, gerçek hikayesi, İçişleri Bakanlığı ve MİT ile birlikte ülke içinde ve komşu ülkelerdeki Kürt coğrafyalarına taşmış toplumsal muhalefet dinamiklerini bastırmak ve NATO görev kuvvetlerine katılmaktan ibarettir. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, TSK’nın MİT ve Emniyet ile birlikte en büyük “askeri” başarılarıdır. 28 Şubat ve 15 Temmuz’u da, milletin başına açılan iki büyük “gaile” olarak not edelim.
1984’te başlayan son Kürt ayaklanması o gün bu gündür harcanan devasa bütçelere, inanılmaz büyüklükte askeri harcamalara ve can kayıplarına, ABD’nin, Rusya’nın, Irak’ın, İran’ın, vb vb dönemsel veya sürekli desteklerine ve sürekli “yendik, bitirdik” açıklamalarına rağmen varlığını korumaktadır. Aksine bu süreçte askeri-siyasi kapasitesini geliştiren, diplomatik beceriler kazanan ve dostlarını çoğaltan Kürt özgürlük hareketi, Türkiye sınırları dışında da Kürt coğrafyasında ciddi bir etki geliştirmiş ve farklı halk ve inanç grupları için bir müttefik ve esin kaynağı haline gelmiştir.
Diğer taraftan önümüzde, çok ağır bir maliyet olarak, bu kirli savaş nedeniyle ülkenin her alanda krizden krize yuvarlanması, her kriz döneminden daha sağ, daha emperyalizme muhtaç, demokrasiye ve özgürlüklere daha düşman iktidarlarla çıkılması; her krizde devletin daha kriminalize olması gerçeği durmaktadır.
Dolayısıyla TSK ve devletin yasal şiddet tekelinin kullanıcıları olan MİT ve Polis, Cumhuriyet devletinin görünen ve esas olarak kendi yurttaşları üzerinde baskı kuran gücüdür. Kurumsal vasıfları esas olarak budur.
Bu kurumsal yapıda kabuğu kıran tek gelişme Amiral Güven Erkaya’larla başlayan, TSK’yı bir kara gücü, kara gücünü destekleyen bir hava kuvvetleri ve dostlar alış verişte görsün kabilinden zayıf bir deniz kuvvetleri konseptinden çıkaran; Deniz Kuvvetlerini stratejik bir güç haline getirmeyi hedefleyen ve büyük ölçüde başaran stratejik akıldır. Bu akıl Hava Kuvvetlerini de tanker uçaklar ve Awacs erken uyarı uçağı ile Kara Kuvvetlerinin destekçisi olmaktan çıkarmış ve önemli bir hava gücü haline getirmişti. AKP aklı ise orduyu, Hava Kuvvetlerinden başlayarak, küçük damadın “toplama” İHA-SİHA ordusu yapma niyetindedir.
Devletin Yüzlerce Yıllık Hafızası
AKP dış politikasının, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası içinde bir parantez olduğunu daha önce de yazdım. Bu politik çizgi, kendisinden önce izlenen dış politikadan çok keskin çizgilerle ayrıdır. Aynı zamanda şimdiden başlamış olan AKP sonrası dış politika bakımından da sürdürülebilir veya sürdürülmesi gereken bir politika değildir. Dolayısıyla bir parantezdir ve bu parantez esasen kapanmıştır. Ama uygulayıcılarının bu durumu idrak etmesi, mümkün görünmüyor.
Dışişleri Bakanlığı her ülke için farklı önemlere sahip olabilir. Avusturya için denizcilik politikası, İtalya’nın denizcilik politikasıyla nasıl aynı önemde olmayacaksa. Türkiye hem jeopolitik konumu nedeniyle, hem Osmanlı İmparatorluğu’nun varisi olduğu için, uluslararası ilişkileri pek çok devletten çok daha hayati önem kazanan bir devlettir. Ama en az bu iki faktör kadar önemli başka unsurlar var.
– Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları İttihat ve Terakki’nin kucaklarına bıraktığı kötü mirasla hesaplaşmayı reddettiler. İmparatorluğun Ermeni tebasına karşı İttihatçı hükümetin, Parti Merkez Komitesinde planlanan ve uygulamaya konulan Tehcir ve soykırım politikasının trajik sonuçlarıyla, bir yargı süreci üzerinden kendilerini ve Türkiye Cumhuriyetini ayırmayı tercih etmediler. İttihat ve Terakki Partisini, haklı olarak, “vatansever” bir parti olarak gördükleri için; İttihatçıların alt kadroları esasen Kurtuluş Savaşını da yürüten kadrolar olduğu için, Tehcir’de sorumluluğu olan İttihatçıları yargılamaya girişen (28 Nisan-17 Mayıs 1915) İngiltere, Sultan Vahidettin ve emirlerindeki Nemrut Mustafa Paşa Divan-ı Harbi’nin ve Malta sürecinin kaldığı yerden devam eder görünmeyi istemedikleri için ve nihayet Ermeni mallarına “çökmüş” Cumhuriyet elitinin rahatını kaçırmayı göze alamayacakları için bu suçlardan kimseyi yargılamaya girişmediler.
Ermenilerin yaşadığı trajedi Cumhuriyetin kucağında kaldı.
-Cumhuriyet “hristiyansızlaştırma” uygulamasına Rum vatandaşların “mübadele” adı verilen trajik göçe zorlanmasıyla devam etti. 1964’te ise, “yanınıza 20 kilo eşyanızı alın ve 12 saat içinde ülkeyi terkedin” emriyle, ataları binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan ve Yunanistanla hiçbir alakası olmayan son Rumlar “deport” edildi.
– Ermeni ve Rum hristiyan ahaliden sonra, 1924 Şeyh Said’den, 1938 Dersim’den bu yana, küçük ve kanlı aralıklarla devam edecek şekilde sıra Kürtlere geldi. Ve hala devam ediyor.
Eşit yurttaşlık ve özgürlük temelinde çözemediğin her sorun, eninde sonunda uluslararası bir sorun olur ve karşına dikilir. Dolayısıyla Ermeni, Rum ve giderek büyüyen ölçüde Kürt meseleleri Türkiye’nin uluslararası meseleleri oldu.
– Diğer taraftan Osmanlı’nın en uzun yüzyılı olan 19 yüzyıl boyunca Balkanlarda, Tuna boylarında, Kafkaslarda, Türk veya Boşnak ve Pomaklar gibi müslüman olduğu için, hatta Osmanlıya sadakatinden dolayı Selanik düştüğünde Yahudilerin maruz kaldığı gibi, milyonlarca Osmanlı tebası katliamlarla kırıldı. Balkanlardaki savaşlara 10 bin kişilik mevcutla gidip, bir sürü muharebe ve kayıptan sonra 50 bin mevcutla dönen tümenlerin gün gün belgeli, haritalı hikayelerini okudum. İmparatorluğa sadık halklardan yüz binlerce insan katliamlardan kaçabilmek için orduyla beraber Anadoluya göçtüler. (Bknz Genel Kurmay Basımevi, 1993, Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi dizisi. Kafkas, Sina-Filistin, Çanakkale, Avrupa Cepheleri.)
Sadece ordu değil, bütün bir imparatorluk, yüzlerce yıldır o coğrafyalarda yaşamakta olan halkıyla birlikte geri çekilmektedir. Yol boyunca atı, öküzü ölen, arabasının tekeri kırılan, hastası veya cenazesi olduğu için daha ileri gidemeyen insanlar, kendilerini güvende hissettikleri veya kaderlerine razı olarak yürümekten vazgeçtikleri yerlerde, yol boyunca , sepilip kaldılar.
Benim ailemin büyükleri de, 93 Harbinde (1877-78), “ocakta yemeğini bırakarak”, “çocuklarını kaptığı gibi” yola çıkanlardan. 2000’lerin başında, Sazlı Bosna gölü kıyısında, tesadüfen hısımlığımızı keşfettiğimiz, “Sandalcı Yaşar” ile tanıştım. 1878’de, sıtma yüzünden ilerleyememiş, yol arkadaşlarına “siz gidin” diyerek orada kalmış, anne tarafımdan akraba bir ailenin soyundan geliyordu. Zaman zaman, şaka olsun diye, ” Biz evlad-ı fatihanız. Osmanlı yenilince biz de yenilmiş sayıldık” diyorum.
Bugün köyü yakılan, toprağından koparılan Kürtle, Suriye savaşından kaçmış Suriyeliyle, bir avuç kalmış Ermeni ve Rumla, şiir ve edebiyat üzerinden tanıdığım Filistinli kardeşlerimle, kısacası evinden, yurdundan zorla koparılmış herkesle hemen kaynaşıvermem, enternasyonalist bir siyasi geleneğin insanı olmamın yanı sıra , genetik mirasımla da ilgili olmalıdır.
– Cumhuriyet, 19. yüzyıl boyunca katliama maruz kalıp yok edilmiş yaklaşık 5 milyon Türk, müslüman ve Yahudi Osmanlı tebasının hesabını kimseye sormadı. Bu acıları kimseye hatırlatmadı. Belki, bütün katliamların, Ermenilerin maruz kaldığı dahil, önceki yüzyılın günahlarıyla beraber tarihe gömüleceğini sandı; veya biz acılarımızı kurcalamazsak, başkaları da bizim devletimizin sorumlusu olduğu acıları kurcalamaz diye bir hesap yaptı. Veya önceki yapılanla yüzleşmeyince; yaparsın, yaptığın yanına kar kalır diye düşünüldü. Zamanla bu hesapların boş olduğunu gördük. Ve ne zaman “Ermenileri soykırıma tabi tuttunuz” diyen olsa, siyasetçilerimiz o zaman “ama 19. yüzyıl boyunca Türk ve müslümanlar da katliama maruz kalmıştı” demeye başlıyor.
“Dış Güçler”, Ermeni soykırımı demese, çoktan kapattıkları o defteri, hatırlamayacaklar bile.
Gene de, Cumhuriyet tarihi boyunca, bu süreçlere dair, doğru yanlış, etkili veya gayrı ciddi savunma mekanizmalarının geliştirildiği bir hafıza da oluştu.
– Cumhuriyet için, katliamlara maruz kalanlar; bir şekilde Anadoluya göçedebilmiş olanların oralarda kalmış akrabaları, malları mülkleri vb vb bir yığın problemli konu; eski Osmanlı tebası halkların kurduğu yeni devletlerle ilişkiler, emperyalist devletlerle yaşanmış askeri ve diplomatik ilişkiler tarihi, İngiltere ve Fransa’nın yanı sıra Almanya ve İtalya gibi yükselen yeni güçlerle ilişkiler; ABD vb vb
– Büyük komşumuz Rusya ile, Altınordu Devleti veya önceki küçük çatışmalar bir yana 1676’da Moskof Seferi ile başlayan, savaşlar, anlaşmalar, fetihler, ordularıyla Yeşilköye kadar gelmeleri üzerine İngiltere’nin koltuğunun altına sığınmalar, ittifaklar, Ekim Devrimi’nin Kurtuluş savaşı ile dayanışması, SSCB ile Soğuk Savaş döneminde NATO üyesi olarak dostane ilişkileri sürdürme tecrübesi ve Rusya Federasyonu ile zaman zaman “fırsatçı” komşuluk ilişkileri…
Tarih boyunca taraf olduğumuz, bazıları bugün de yaşayan, bazıları doğrudan taraf olmasak da emsal olabilecek, izleri duran, yenilerinin yapılmasında etkisi olabilecek binlerce çok taraflı anlaşma, protokol, sözleşme vb.
Bütün bu konular devlet hafızasının büyük bölümünü oluşturuyordu ve Dış İşleri Bakanlığı, Osmanlı devletinin Karlofça gibi bir yenilgi müzakeresinden (1699), neredeyse toprak kazanarak çıkan Rami Mehmet paşaların, Tercüme Odası’nın, Hariciye Nezareti’nin birikiminin taşıyıcısıydı.
Bizim, sosyalist gelenek olarak bu Dış işleri politikalarına ciddi ve esastan itirazlarımız, eleştirilerimiz var ve olacak. Ama bizim itirazımız bilgiye ve birikime değil, politika tercihlerinedir. AKP’nin itirazı ise, başlangıç olarak, bilgiye, birikime ve deneyimedir.
AKP’nin Dış Politikası
AKP Dış politikası Dışişleri Bakanlığını tamamen yok eden, Bakanlık fikri olmayan bir dış işleri politikasıdır. Dolayısıyla devletin hafızasını iptal eden, bilgiyi reddeden ve cehalete dayanan bir dış politika ile karşı karşıyayız.
Mevlut Çavuşoğlu, AKP için bile sadece bir kazadır ve karikatürdür.
Her dış politika, elbette iç siyasetle ortaklıklara sahiptir. Ama AKP dış politikası tamamen iç politikadır.
AKP dış politikası, içeride AKP iktidarını güçlendirmeye yarayan bir politika olmakla beraber, zaman zaman tamamen Erdoğan’ın şahsının ve ailesinin ihtiyaç, endişe ve beklentilerine daralan bir çizgide gerçekleşir.
Türkiye 20 yıllık AKP iktidarında ABD’ye iki defa, “müzik notası” değil, diplomatik bir enstruman olarak nota verdi. İkisi de Zarraf üstünedir. Devlet Başkanı eşleri arasında tarihte ilk defa siyasi bir konu konuşulmuştur. O da Emine Erdoğan tarafından dile getirilmiştir, Zarraf üzerinedir.
AKP Dış Politikası Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel dış politikasından farklı olarak siyasal islamcı ve neo Osmanlıcı bir ideolojik renge sahiptir. Bu ideolojik yaklaşım zaman zaman, mesela Filistin meselesinde olduğu gibi “eblehlik” sınırlarını zorlamaktadır.
Ancak AKP iktidarının ve ailenin çıkarları sözkonusu olduğunda gözden çıkarılmayacak hiç kimse, hiçbir müttefik ve her hangi bir ideolojik tercih sözkonusu değildir. “Milliyetçiliği ayağımın altına alıyorum” ile Türk milliyetçiliği şampiyonluğu veya Müslüman Kardeşlere duyulan büyük yakınlık ile bu ekibin gözden çıkarılması; Batı düşmanı bir dilin en uçta kullanılmasıyla ABD’ye tam teslimiyetin arasında hiçbir mesafe yoktur.
Şimdi Mısır, Libya, Suriye, Suudi Arabistan, ABD, Filistin ile AKP Dış Politikası üzerine konuşmaya başlayabiliriz.
Parantezin içindeki İhvancılık bir kaç gün sonra.