Cemile MERYEM* yazdı – Asıl kavranması gereken halka, onun yöntemidir. Bu yöntem, teoriyi pratikten çıkarmak ve ulaşılan sonuçları MLM bilimiyle ele alıp yeniden pratiğe yönelmektir. Bu yöntem sayesindedir ki Kaypakkaya’nın tezleri önemli oranda güncelliğini korumaktadır.
İbrahim Kaypakkaya’nın Amed Zindanları’nda işkenceyle katledilmesinin 48. yıldönümündeyiz. Aradan yarım asra yakın bir zaman geçmiş ve bugün hala Kaypakkaya’nın ardılları tüm dışsal ve içsel zorluklara (ki sınıf mücadelesinin doğası da budur) rağmen mücadelede, komünizm davasında ısrar ediyorsa, bunun elbette Kaypakkaya’nın görüşleriyle doğrudan ilişkisi bulunmaktadır. Ama sadece bu değil. Aynı şekilde egemen sınıflar ve onların temsilcisi devlet hala İbrahim Kaypakkaya’yı “bir tehlike” olarak görüyorsa, bunun nedenini de yine onun sistemle hiçbir şekilde uzlaştırılamayacak sağlam dünya görüşünde, ideolojisinde aramak gerekir.
Her birey veya fikir, içine doğdukları koşulların ürünüdür. Öyleyse üzerinde önemle durulması gerekir ki, İbrahim, Mahir ve Denizlerin mücadele sahnesine çıkışları da ülkenin ve dünyanın içinde bulunduğu koşulların ürünüdür ve sosyalizmle, devrimcilikle bir şekilde ilgili olan herkes bilir ki, onların tarih sahnesine çıkışı aynı zamanda Suphilerden o günlere reformizmle malul bir sürece son vermiştir. Ortak özellikleri, aynı koşulların ürünü olmaları ve sınıf mücadelesinin, bu tarihsel koşullarda “zor”a dayanmadan yürütülemeyeceğine, silahlı mücadele olmaksızın devrimin bir gerçeklik halini alamayacağına dair teori ama daha da önemlisi pratikleridir.
Dönemin politik atmosferi içinde hızla öne fırlayarak, dünyadaki devrim rüzgarını yakalayan, halk savaşı/gerilla savaşı pratiklerinden etkilenerek savaşçı örgütler kurarak kurulu iktidara yönelen bu devrimci önderler; parlamentarizme, darbeciliğe, barışçıl ve yasal yöntemleri esas almaya indirilmiş etkili birer yumruk oldular. ’68 kuşağı olarak da adlandırılan, bu sürece önderlik edenlerin en önemli özelliği, “silahlı mücadele”den yana ortaya koydukları teorik ve özellikle de pratik tutumlarıdır. Bu pratik, Türkiye topraklarında önemli bir geleneği başlatmıştır. Günümüze kadar akan devrimci mücadele sürecinde, çok sayıda örgütte cisimleşen, savaş ve direniş cephesinde ciddi rol oynayan bu gelenek, bugün de devrimin karakteristik rengi olmaya devam etmektedir.
Dolayısıyla (elbette yoldaşlarıyla birlikte) her biri ayrı ayrı kendi mecralarında devrim mücadelesi yürüten, bu doğrultuda parti-örgüt kuran, bu hareketlere önderlik eden özellikle üç figürün –Deniz, Mahir ve İbrahim– Türkiye Devrimci Hareketi içerisinde silinmesi, inkar edilmesi mümkün olmayan bir yeri vardır. Her şey bir yana ’71 Silahlı Devrimci Çıkışı’na önderlik eden üç mecrayı temsil etmektedir onlar.
Kopuş içinde kopuş: Kemalizm’in doğru tahlili!
Bu gerçekliğin yanısıra, Kaypakkaya, Türkiye Devrimi için çok temel meselelerde bambaşka bir kopuşun da temsilcisi olarak farklı bir yere sahiptir. Ki onun en önemli, en etkileyici başarılarından biri Kemalizm tahlilidir. Bugün belli oranlarda Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’nin mücadelesinin yadsınamaz etkisiyle de devrimci hareket içinde çok daha genel bir kabul görmüş olsa da, Kemalizm’in “ne” olduğu, onun yaşadığı dönemde, 1960’lı yıllarda yanlışlarla, sahteliklerle, göz boyamalarla dolu bir soruydu. Öyle ki, en devrimci, “Marksist” önderler dahi kendilerini M. Kemal’in mirasına sahip çıkmakla sorumlu görüyor, bu konuda adeta yarışıyorlardı. Kaypakkaya ise Türkiye tarihini incelemiş ve sınıfsal temelleriyle birlikte Kemalizm’in, TC devletinin resmi ideolojisi olduğunu, böyle olduğu oranda da bir bütün olarak Türk hakim sınıflarının başta işçi sınıfı ve köylülerin, Kürt ulusunun ve diğer azınlık milliyetlerin ulusal mücadelesi olmak üzere kendisine karşı gelişebilecek her itirazın ezilmesinin ideolojisi olduğunu açık ve net olarak ortaya koymuştur.
Atatürkçülük/Kemalizm olarak adlandırılan bu resmi ideolojinin kökleri Osmanlı geleneğinden gelmektedir. Resmi tarihteki binbir yalanın aksine Osmanlı’da etnik ve dini azınlıklar, merkezi feodal istibdat rejimi altında büyük bir baskıya tabi tutulmakta, bütün halka karşı her türlü işkence, zulüm, katliam ve soykırım geniş bir coğrafyaya yayılarak işlenmekteydi.
Osmanlı’dan devralınan devlet yönetme geleneği Cumhuriyet tarihinde günün koşullarına göre zenginleştirilerek sürdürülmüştür. “Devlet tek, ülke tüm, ulus bir” şeklinde hukuksal/anayasal çerçevesi çizilen rejim, Güneş Dil Teorisi (Türkçe’nin bütün dillerin anası olduğu) ile Türk Tarih Tezi (Türklerin medeniyetlerin öncüsü olduğu) üzerine oturtulurken Ziya Gökalp’lerin ortaya atıp Mustafa Kemal’in geliştirdiği “Türk ulusunun kanındaki yücelik” nitelemesi, temel vurgu halindeydi. Faşist devlet yönetimi, bu ırkçı, kafatasçı anlayış ile yoğrulurken, asimilasyon, soykırım ve katliam geleneğinin artan biçimde süreceği de netleşmiş oluyordu. “Şanlı” cumhuriyet yılları buna sayısız örneklerle tanıklık etti ve ediyor.
Mustafa Kemal’in başından itibaren emperyalistler ile işbirliği içerisinde olduğu ve TC’nin kuruluşundan itibaren onların uşaklığını yaptığı, “tek parti/ebedi şef” istibdadıyla bir diktatörlük rejimi oluşturarak yukarıdan aşağıya faşist diktatörlüğü yapılaştırdığı, Türkiye halkına karşı sömürü, zulüm ve işkence rejimi çarklarını işletmekten başka Kürt ulusuna yönelik çok sayıda katliama bizzat imza attığı tarihi gerçeklerdir. Konuya ilişkin bilimsel sosyalizm adına ilk ve tek doğru yaklaşımı ve çözümlemeyi geliştiren İbrahim Kaypakkaya olmuştur.
Günümüzde Kemalizm’in Türk hakim sınıfları arasındaki klik mücadelesinde ön plana çıkartılan farklılıklarının öze ilişkin değil, daha çok biçimsel politik alana ilişkin olduğu bugün çok daha net görülebilmektedir. Zira Kemalizm, resmi bir ideoloji olarak hakim sınıfların elinde halka karşı saldırıda, Kürt ulusuna ve diğer azınlık milliyetlere karşı saldırganlıkta ortaklaştıkları ama kendi aralarındaki klik dalaşında kimi itilaflı konularda farklılaştıkları “resmi ideoloji”dir. AKP iktidarıyla birlikte bu gerçeklik daha geniş kesimler tarafından da önemli oranda tartışma konusu olmuştur. Ama bu tartışmalarda bahsi geçmeyen ve konu edilmeyen tek şey, Kemalizm’in sınıfsal karakteri, faşist özü, emekçi halk üzerindeki sömürüsü, baskısı ve nihayetinde emperyalizmin işbirlikçiliği-uşaklığıdır.
Bugünlerde çokça gündemde olan katillerin, çetelerin, “derin devletin”, “özel” örgütlenmelerin vd.lerinin ideolojik kökleri de İttihatçılara ve oradan da Kemalistlere dayanır. Teşkilatı Mahsusa’dan, Özel Harp Dairesi’ne uzanan karşı devrimci örgütsel süreklilik, kendisini Kemalizm ideolojisi üzerinden meşrulaştırır. İsmi “derin devlet”, çete-mafya ya da kontrgerilla örgütlenmesi içerisinde anılan Sedat Peker’den Mehmet Ağar’a ve diğerlerine, hepsi öncelikle iyi birer Kemalisttirler.
Kemalizm, bu ülkede emperyalizme sadık uşaklık, egemen sınıfların halk sınıfları üzerindeki diktatörlüğü, Türk ulusunun Kürt ulusu ve diğer ulusal azınlıklar üzerinde inkara ve imhaya dayanan ırkçı ve şovenist baskı sistemi, parlamenter-anayasal maskeli faşizm demektir. Günümüzde AKP’nin “başkanlık rejimi”ne geçişi ve Kemalizm’e yönelik kimi çıkışları işin özünü değiştirmemektedir. Deyim yerindeyse AKP, Kemalizm’in kitlelere yönelik tepeden inmeci kimi yaklaşımlarını törpülemiş ve ama özüne bağlı kalarak yeniden üretmiştir. Bu anlamıyla Türk İslamcı Kemalizm, İslamcı Türkçü Kemalizm sosuyla güncellenmiş; emperyalizme uşaklık, işçi sınıfı ve halk kitleleri üzerinde, başta Kürt ulusu olmak üzere azınlık milliyet ve inançlar üzerinde faşist baskı ve terör artırılmıştır.
Türkiye Devrimci Hareketi için bu gündem neden bu kadar önemlidir?
Çünkü, bir kişi ya da hareketin gerçekten devrimci komünist olup olmadığının en iyi göstergelerinden birisi, mücadele yürüttüğü ülkede hakim sınıflara ve onların iktidar aracı olan devlet aygıtına yaklaşımıyla ortaya konulabilir. Bu nedenle “devlet tahlili” meselesi komünistlerle revizyonistleri ayıran başlıca olgulardan biri olarak ortaya çıkar ve bu yaklaşım, son tahlilde, bizi devletin resmi ideolojisini doğru değerlendirmenin ve bu ideolojiden kesin bir kopuşun zorunluluğuna götürür.
Her ne kadar Kemalizm ve resmi tarih bağlamında Kaypakkaya’nın tezlerinin yaratmış olduğu bilinç ve özellikle de Kürt ulusal özgürlük hareketinin pratik olarak ulaştığı aşama TC’nin resmi ideolojisinin sorgulanmasına neden olmuşsa da bu alanda hala bir kafa karışıklığının olduğu açıktır. Devrimci hareketler bu konuda gerçek bir hesaplaşmadan ve kopuştan geçmediklerinde en hafif sonuç olarak şovenizm ve “Beyaz Türk Devrimciliği” yapacaklardır. Daha vahimi ise, bir noktada sisteme yedekleneceklerdir. Bunun örnekleri mevcuttur. AKP’nin tabanını oluşturan yoksul kesimlere devrimcilerin bu denli uzak oluşu, hatta reformist “sol”un Suriyeli mültecilere yönelik ırkçı koroya katılma biçimleri, ezilenlerin bir kısmına yönelik “koyun, çomar” vb. yakıştırmaları işte bu Kemalizm zehrinin etkisidir.
Bu anlamıyla Türkiye’de faşizme karşı yürütülecek mücadelenin belli belirsiz bir takım kesimlere, odaklara, gruplara karşı yürütülmesi sözkonusu değildir. Bunun devlete, düzene, sisteme karşı yürütülecek mücadelenin tam da kendisi olduğu açık biçimde görülmelidir.
Nihayetinde söylemeliyiz ki, İbrahim Kaypakkaya, Kemalizm tahlili yaparken bir gerçeklik yaratmamıştır, aksine belli bir gerçekliği Marksist-Leninist-Maoist temelde incelemiş, onun bilincine varmış ve kopuş sağlamıştır. Yani Kemalizm ideolojisinin dayandığı sınıf temelini incelemiş, bunun bilincine varmış ve dönülmez bir şekilde kopuş gerçekleştirmiştir. Onun ustalardan öğrendiği ve uyguladığı bu yöntemi, Türkiyeli ve Kürdistanlı devrimciler örnek aldığı oranda başarılı bir pratik süreç yürütebilmişlerdir.
Ulusal sorunda komünist tutum!
Kaypakkaya’nın bu yöntemi uygulayarak son derece doğru belirlemeler yaptığı ikinci konu ise elbette ulusal sorun ve bu bağlamda Kürt ulusal sorununa yaklaşımıdır. Yine sınıfsal bir zeminde yaptığı değerlendirmeyle, Kürt ulusu üzerindeki ulusal baskıya karşı açık ve uzlaşmaz bir tavır alan Kaypakkaya’nın Kürt ulusunun Özgürce Ayrılma Hakkı’nı yani ayrı bir devlet kurma hakkını kayıtsız-koşulsuz savunması Türkiye Devrimci Hareketi açısından önemli bir adım olmuştur. Yıllardır sosyal şovenizmin batağına saplanmış, Türk egemen sınıflarının ezilen uluslara yönelik soykırım ve ulusal baskısını meşru gören, başta da Kürt ulusunu yok sayan anlayışlara önemli bir darbe vurmuş, ideolojik olarak onları mahkum ederek bu konuda proletaryanın bakış açısının ne olması gerektiğine açıklık getirmiştir.
Kaypakkaya, Milli Mesele adlı makalesini ele aldığında Kürt ulusal sorunu bu denli yakıcı, güncel ve ileri bir aşamada değildi. Buna karşın Kaypakkaya, eserinde sorunu çok yönlü olarak ele almış, proletaryanın ulusal soruna bakış açısını genel ilkeler üzerinden açıkladığı gibi daha özele inerek günümüzdeki sorunu da olası gelişmeler dahilinde görerek Marksistlerin nasıl yaklaşması gerektiğine dair çözümlemeler üretmiştir.
Ama sadece Kürt ulusuna yönelik ulusal baskı değil, aynı zamanda ulusal soruna dair yazdığı makalede hala bir tabu olarak görülen Ermeni Soykırımı meselesine de değinmesi, hem Osmanlı hem de TC devleti döneminde Ermeni, Yahudi, Rum vd.lerini soykırıma uğratarak maddi varlıklarına el koyma yoluyla palazlandıklarını ifade etmesi, Türk devletinin temellerine vurulmuş önemli bir darbedir. Ona göre ezilen ulus ve ulusal azınlıklara yönelik şovenizm, inkarcı ve imhacı politikalar, Kemalist ideolojinin özünü oluşturmaktadır. O tarihler açısından bu berraklık ve cüret önemli bir miras olarak, örgüt ayrımı olmaksızın sahiplenilmesi gereken bir duruştur.
Temel halka Kaypakkaya’nın yöntemidir…
Kaypakkaya’nın düşünceleri soyut değil, somut yaşamın bizzat içinden çıkıp gelen teorilerdir ve yine yaşama yön vermektedirler. Onun teorisi kendiliğinden ortaya çıkmamış, tersine toplumsal pratiğin, 1968’den, 1970 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi ve köylü işgallerinden/eylemlerinden doğmuş; uluslararası alanda da dünyayı sarsan isyan dalgasının Türkiye’deki sınıf mücadelesi ile bütünleşmesi sonucu ortaya çıkmıştır.
Onun kopuş noktalarından bir tanesi de 15-16 Haziran direnişine katılımı ve buradan çıkardığı sonuçlar olmuştur. O, bu mücadeleden damıttığı derslerle revizyonizmin ideolojik temellerine karşı saldırıya geçmiş ve ülkemizde Marksist Leninist Maoist bir partinin doğuşunun teorik inşasına buradan başlamıştır.
Bu direnişten ilk olarak çıkardığı ders, “devrimin şiddete dayanacağı, bunun zorunlu ve kaçınılmaz olduğu” yolundadır. İkinci olarak o, direnişin, “burjuva devlet teorilerine ağır bir darbe indirdi”ğini savunmaktadır. Üçüncü olarak vurguladığı husus; “gerçek kahramanın kitleler olduğu”dur. Gerçekten de 15-16 Haziran Direnişi, kitlelerin muazzam düzeydeki yıkıcı ve de yapıcı gücünü göstermesi bakımdan öğretici olmuştur. Burada önemli olan onun, teoriyi, akademik tartışmanın dışına çıkartarak kitlelerin mücadelesinde bir uygulama aracı olarak ele almasıdır. Teorik metinleri incelendiğinde teori-pratik ilişkisi ve bunların birbiriyle kopmaz bağı ve de birbirleri üzerindeki etkilerine yönelik vurgu rahatlıkla görülebilir.
Sonuç olarak Kaypakkaya’nın özgünlüğü, onun içinde yer aldığı toplumun sınıf mücadelesi pratiğinde bizzat yer alması, bu mücadeleden analiz ettiği dersleri uluslararası komünist hareketin o günkü koşullarda ulaştığı aşama olan Maoizm bilimiyle başarılı bir şekilde sentezleyebilmesidir. Asıl kavranması gereken halka, onun yöntemidir. Bu yöntem, teoriyi pratikten çıkarmak ve ulaşılan sonuçları MLM bilimiyle ele alıp yeniden pratiğe yönelmektir. Bu yöntem sayesindedir ki Kaypakkaya’nın tezleri önemli oranda güncelliğini korumaktadır.
Bir diğer konu da elbette onun faşizmin işkencehanelerindeki direnişinin Türkiye ve Kürdistanlı devrimciler için adeta bir pusula işlevi görmesidir. Kaypakkaya’nın 12 Mart işkencecileri karşısındaki tavrı, tutarlı devrimciler tarafından hep örnek olarak anılmaktadır. O, her ne kadar bir komünistin yapması gerekeni yapmış olsa da kimi zaman sadece bu tavra indirgenerek görüşleri yok sayılmıştır. Bu iki tavır, yani işkencedeki duruşunun efsaneleştirilmesi ve/ya görüşleri yok sayılarak sadece bu tavra indirgenmesi Kaypakkaya’ya yapılan önemli bir haksızlık olarak görülmelidir.
*Partizan