Meriç GÖK yazdı: Hastalığın keyfine teslim olarak, Oranlılar hayatlarının bu yeni seyrine de alışmak zorunda kalırlar. Değer yargılarını imkânsız kılan bu daralmış zaman ufku karşısında her türlü gelecek umudu bir yana bırakılmalı ve tüm dikkatler vebanın dayattığı somut şimdiye adanmalıdır. “Şurasını söylemeli ki, veba aşkın ve dostluğun bütün gücünü yok etmişti. Çünkü aşkın az ya da çok bir geleceğe ihtiyacı vardır; oysa bizim için yaşanılan anlardan daha ilerisi yoktur.”
Aslında Orhan Pamuk’un Veba Geceleri üzerine yazmayı düşünüyordum; ancak Albert Camus’nün yıllar öncesinin Veba’sı — aşağıda görüleceği gibi — birçok yönüyle yeterince ele alınmamış olarak ortada dururken çok uzun bir süredir yapıtlarını eski Romalıların urbi et orbi’sinde (Şehre ve Dünya’ya) olduğu gibi Türkiye’ye ve Dünya’ya diyerek yazan sevgili Pamuk’un henüz dumanı tüten romanı ( her ne kadar o, bunu yazarken büyük ihtimalle bir an önce yetiştirmek için acele etmiş olsa da) nasılsa biraz bekleyebilirdi.
Camus, romanı Veba’yı kronik tarzında kaleme almıştır. Bir anlatıcı, salgına maruz kalmış bir kenti anlatır. Veba, beş bölümden oluşur: İlk iki ve son iki bölüm, ortadaki, en kısa bölüm etrafında âdeta simetrik olarak gruplandırılmıştır. Alt bölümler salgının kronolojik anlatımını izler. Salgın yaklaşık bir yıl sürer ve şiddeti mevsimlere göre artar veya azalır. Yaz ayları artan sıcaklarla birlikte salgının seyri de en kötü durumuna ulaşır.
Romanın mekânı Oran, Camus’nün doğup büyüdüğü ve gençlik yıllarına kadar yaşadığı ve o yıllarda bir Fransız sömürgesi olan Cezayir’in Akdeniz kıyısında bulunan bir şehirdir. İlk bölüm, kitabın beşte biridir ve bu bölüm, başkent Paris’ten gelen telgrafla sona erer: “Veba salgınını ilân edin. Şehri kapatın.”
İkinci bölüm, en kapsamlı olanıdır. Salgın yaygınlaşır, daha çok insan hastalanır ve ölür ve buna koşut olarak yeni kısıtlamalar getirilir. Doktorlara yardımcı olmak üzere gönüllü yardım grupları oluşturulur. Kilisenin hastalığa karşı ilk tavrı, “dua haftası” düzenlemek ve rahibin cemaate vaaz vermesi olur. Kaçakçılık ve yiyecek maddelerinin karaborsa satışı artar; bu arada kapanan şehrin içine ve dışına örgütlü insan kaçakçılığı yapılır.
Üçüncü bölüm, yaz mevsimidir; sıcakların ve hastalığın zirvesidir. Anlatıcı ilk bilançoyu verir. Romanın bu en kısa bölümü, sadece anlatıcının ilettiklerinden ibarettir; diyaloglar yoktur. Ağustos ayının aylık verisiyle bir tür rapor mahiyetindeki bu bölüm, şehrin durumunu toplu olarak gösterir.
Dördüncü bölümde veba devam eder. Okurlar, yardım grubunun üyelerini artık yakından tanımaktadırlar. Bu karakterlerden biri ölür. Yeni bir aşıya umut bağlanır. Umutsuz bir hastanın, hastalığı yenmesiyle bölüm tamamlanır.
Romanın beşinci ve son bölümünde, salgının gerileyip yaşamın normalleşmeye dönülmesi anlatılır. Yaklaşık bir yıl geçmiştir. Şehrin kapıları tekrar açılır. Coşkulu bir neşe hüküm sürer. Fakat romanın ana kahramanı Doktor Rieux, son veba kurbanıyla baş başadır. Çember, böylece doktor Rieux’nün etrafında kapanır. Rieux’nün son bir yıl içinde olan bitenin bir tür muhasebesini yapmasıyla roman biter.
Anlatıcı-yazara göre belirli bir cazibesi olmayan, hatta çirkin bir şehir olan Oran’da denizin görünebildiği tek yer savaşçılar anıtının bulunduğu meydandır. İdari olarak uzaktaki başkent Paris’e bağımlıdır. Fransızcanın resmi dil olduğu şehirde misyoner ve muhafazakâr Hıristiyan tarikatları etkindir. Romanın hemen başında Camus, Oran’ın doğaya kayıtsızlığını vurgular. Oran güzel koya sırtını dönmüştür. “ güvercinsiz, ağaçsız, bahçesiz, ne bir kanat sesi, ne de bir yaprak hışırtısı olan; kısacası, her türlü özellikten yoksun bir şeh[ir]” (Albert Camus, Veba, Çev. Oktay Akbal, say yay, s. 5.) “ Güzel manzarası, ağacı, ruhu olmayan bu şehir …” (s. 8.)
Anlatıcının sevimsiz bir şehir olarak betimlediği Oran’da dikkati çeken renk gridir, kül rengidir. Bu rengin sık sık vurgulanmasıyla okurun imgelemine seslenilir: Böylece farelerle daha bir bütünleşen bir kent olur Oran.
“ … bu sarımtrak ve kül rengi şehir …” (s. 41.)
“Yazın güneş o kupkuru evleri yakar, tutuşturur, duvarları gri bir külle örter…” ( s. 4.) “… Yürüdüler ve Armes meydanına vardılar. Palmiye ve fiküs ağaçlarının dalları, tozdan kurşunileşmiş, kıpırdamaksızın, kirli Cumhuriyet heykeli etrafında sarkıyordu. Anıtın altında durdular, Rieux, beyazımsı bir toza batmış ayaklarını birbiri ardınca yere vurdu. …” ( s. 84.)
Doğal dünyanın döngüsel ritmi, ticari hayatın rasyonel-doğrusal mantığına tabidir ve baharın geldiği, satışa sunulan çiçek sepetleriyle haber verilmektedir. “Pazarlarda satılığa çıkarılan bir bahardır bu.” Esas kaygısı para kazanmak olan Oranlılar, hayatlarının temeli olan zamana neredeyse hiç dikkat etmiyor ve sıradan alışkanlıklarla onu öldürmeye çalışıyorlar.
Bu rutinleşmiş Varoluş, Oran’ın tehlikeli bir doğa olayıyla, şehrin dış dünyayla her türlü temasını belirsiz bir süre için kesen bir veba salgınıyla karşı karşıya kalmasıyla bozulur. Hastalığın keyfine teslim olarak, Oranlılar hayatlarının bu yeni seyrine de alışmak zorunda kalırlar. Değer yargılarını imkânsız kılan bu daralmış zaman ufku karşısında her türlü gelecek umudu bir yana bırakılmalı ve tüm dikkatler vebanın dayattığı somut şimdiye adanmalıdır. “ Belleksiz, umutsuz, yaşanılan ânın içindeydiler. Aslında zaten her şey onlar için yaşadıkları ân demekti. Şurasını söylemeli ki, veba aşkın ve dostluğun bütün gücünü yok etmişti. Çünkü aşkın az ya da çok bir geleceğe ihtiyacı vardır; oysa bizim için yaşanılan anlardan daha ilerisi yoktur.” (s. 177)
Veba, Yabancı, Sisifos Söyleni gibi yapıtlarında ifade ettiği dünya görüşü anlamında Camus, Jean-Jacques Rousseau’dan bu yana, toplumun, zaman anlayışına da geçen sözde aşırı akılcılığına saldırmasıyla ayırt edilen modern, batı tinsel tarihinin romantizm geleneğine katılır. Bu gelenek, insan aklına ve buna dayalı toplumun karşısına ilksel, akıl-öncesi, zaman-dışı bir doğallığı koyar. Aklın sahiplenilmesiyle birlikte ortaya çıktığını ileri sürdükleri bir zamana “düşüş”ten şikâyet eder ve güçlü bir zamansal bilincin gelişmesi sayesinde ondan kaçan “saf, doğal varoluş”u özler. Kendi kültürleri içinde kaybolduğu söylenen bu doğallığın peşinde antik çağın veya yabancıların egzotik kültürlerine yönelir. Avrupa’da hep bir Akdenizli olarak yaşayan Camus için bunlar, çağdaş dünyada bu kültürel ideale en çok uyan Cezayir ve diğer Akdeniz ülkeleridir: Tersi ve Yüzü’nde Prag’da âdeta boğulan Camus, Venedik’e, Akdeniz’e yaklaştıkça soluk alır. 1935-36 yıllarına ait bu ilk yapıtında, Venedik’e çok yakın Vicenza’da Akdeniz hayranlığının/düşüncesinin zirvesindedir Camus.
“Bütün gün dolaşıyorum: tepeden Vicenza’ya doğru iniyor ya da kırın daha ilerilerine gidiyorum. Karşılaşılan her varlık, bu sokağın her kokusu, her şey, her şey sonsuzca sevmeye bir bahane benim için. … Sonra, son ışık içinde, bir köşkün alınlığında, ‘In magnificentia naturae, resurgit spiritus’ ( ‘Doğanın görkeminde, ruh ortaya çıkar.’ )yazısını okuyorum. Burada durmalı işte.” (Tersi ve Yüzü, Çev. Tahsin Yücel, Can Yayınları, E-kitap 1. sürüm Ocak 2014, İstanbul, s.34.)
Evet, ruh doğanın görkeminde ortaya çıkıyor; romantizmin insan-doğa ilişkisi ancak bu kadar yetkinlikle, veciz bir şekilde formüle edilebilir. Camus’nün tüm ilk romanlarında olduğu gibi Veba’da da romantizmin etkisi bir hayli kesiftir. Bu etkiyi, romanın daha başında şehrin betimlenmesinde görmeye başlarız; birazdan gelecek olan veba böyle bir şehre uygun düşen, âdeta onu tamamlayan bir beladır. Biri – Cottard– dışında romanın belli başlı tüm karakterleri, Dr. Rieux’nün etrafında örgütlenerek kendilerini, ölümü göze alma pahasına kenti saran bu belaya karşı mücadeleye adayan, yani mutlak ahlaki değer adına hareket eden romantik kahramanlardır. (Aslında Rieux de birazdan göreceğimiz gibi kahraman bir doktor değildir.) Kentten ve vebadan kısa bir süre de olsa kurtulmak ve doğa ile insanın, — Yabancı’daki kumsal ve deniz sahnelerinde olduğu gibi — Camus tarafından çok değer verilen tensel birleşmesinden zevk almak için Rieux ve Tarrou’nun vebaya karşı alınan önlemi çiğnedikleri ve illegal bir şekilde denize girmenin tadını çıkardıkları romanın o geç sahnesinde de bariz bir romantizm vardır:
“Üstü fıçılarla kaplı dolma sedlerin, içki ve balık kokuları arasından geçerek, denizdoğru yollandılar kıyısına. Daha varmadan yosun ve iyod kokusu onlara denizi haber verdi. Sonra denizin sesini dinlediler. Rıhtımın büyük taş blokları dibinde hafif hafif ıslık çalıyordu deniz. Kayalıkların üstüne tırmandıkları zaman, deniz, gözlerine bir kadife kadar kalın, bir hayvan kadar çevik ve yumuşak göründü. Engine kadar kayalıklara yerleştiler. Sular kabarıyor, sonra yavaşça alçalıyordu. Denizin bu huzurlu nefes alışı suların yüzeyinde yağlı titreşmelerin belirip kaybolmasına sebep oluyordu. Önlerinde gece, sonsuz bir görünüş kazanıyordu. Parmaklarının altında kayalığın pürtüklerini hisseden Rieux, garip bir mutluluk duyuyordu. Tarrou’ya dönüp bakınca, dostunun ciddi ve sakin yüzünde, hiçbir şeyi, cinayetleri bile unutmayan, o mutluluğu gördü.” ( S. 249.)
Daha sonra suya dalıp adamakıllı yüzen iki dost, rahatlamış olarak sudan çıkar ve bu da onların, doğanın olumsuz yönüne karşı, olumlu yönüyle tazelenmiş olarak, savaşa yeniden başlama kararlılığını güçlendirir.
Romanın ana karakteri Rieux’nün sadece görevini yapmanın dışında bir ahlaki değer adına hareket ettiği söylenemez. O, tam bir görev adamıdır.
Pencereyi açıp şehrin gürültüsünü, yakınlardaki atölyeden gelen testere sesini dinleyen Rieux, hayatta gerçek olanın bu, yani çalışma olduğunu düşünür:
“Geriye kalan her şey ipliklere bağlıydı ve işe yaramaz hareketlerden ibaretti. Durdurulamayacak olan bir şey bu çalışmaydı. Önemli olan, her kişinin işini hakkıyla yapmasıydı.” (s. 43.)
Kendisine ağlayarak “Hiç umut yok mu?” diye soran kapıcının karısına; sadece, “Öldü.” der.
İkinci bölümün sonunda neredeyse tüm karakterlerin bir arada olup hayata ve hastalığa dair yaptıkları tartışmanın sonunda doktor Rieux bu tartışmadan bir bezginlik duyarak şöyle der:
“Haklısınız Rambert, tamamen haklısınız, ben de iyi ve doğru bulduğum için yapmak istediğiniz şeyden ne olursa olsun sizi vaz geçirmeye çalışmayacağım. Fakat gene de size şunu söylemeliyim: Burada söz konusu olan şey kahramanlık değil, sadece dürüst olmak. Bu öyle bir fikir ki, insanı güldürebilir, fakat vebayla savaşmanın tek çaresi, dürüst olmaktır.” (s. 161.)
“ Onun ödevi sadece hastalığı teşhis etmekti. Keşfetmek, görmek, tarif etmek, kaydetmek, mahkûm etmek, ona düşen buydu. … Bir gün ‘Sizde kalp denen şey yok,’ demişlerdi yüzüne karşı. Hayır, onun da bir kalbi vardı. Günde yirmi saat çalışıp didinmeye, yaşamak için yaratılmış insanların ölümlerini görmeye yarayan bir kalbi …” ( s. 184.)
(Devam edecek)