Meriç GÖK yazdı: Ortaçağ’dan bu yana bu hastalıktan ölmekte olanın tenindeki renk değişikliğinden dolayı “kara ölüm” veya “kara veba” denen bu basilin her zaman romanda hissedilen ikinci anlam katmanını bir kez daha hatırlatıyor: Faşizmin “kahverengi vebası”nı. Bu da zamanımıza uyuyor. Camus’nün Veba’sında “kara ölüm” birden ve kendiliğinden kaybolur– ya bizim Corona?
Camus’nün Veba’daki temel meselesi/derdi saçmaya ( romanda bu veba’dır) karşı insanın başkaldırmasıdır. İnsan Saçmanın/Saçmalığın bir kez ayrımına varmışsa onunla çok önemli bir sınamayı, bir gerçekliği de deneyimler. Bu gerçekliğe göre doğru yönünü bulur; bu, onun kılavuzu olur. Camus, 50’li yılların başında Başkaldıran İnsan adlı deneme seçkisinde kuramsal olarak işleyeceklerini, aslında Veba romanında kahramanlarına pratik olarak yaptırır: Boyun eğmeyen, mücadeleci Rieux ve arkadaşları her gün tekrar tekrar başkaldırır. Veba kişisel veya politik nitelikte bir Saçmalığı sembolize eder; aynı zamanda tüm insanların aşılmaz ölümünü. Kartezyen Cogito’nun düşünme alanındaki rolünü Camus başkaldırıya verir; yani o, “Başkaldırıyorum, öyleyse varız” der. Başkaldıran özne, başkaldırının doğası gereği süreç içinde bireysel olmaktan çıkar çoğul olur, kolektifleşir; tıpkı romanda olduğu gibi. Ve “ Başkaldırı,” ona göre, “akılsızlık anında, adaletsiz ve anlaşılmaz bir hayat karşısında filizlenir.”
Romanın önemli karakterlerinden Tarrou günlüğünde şehirde “Salgın Postası” adıyla çıkmaya başlayan bir gazetenin başta kendisine ‘bizi yere sermiş bu dertle (vebayla) esaslı bir şekilde mücadele etmek isteyen bütün iyi niyet sahiplerini birleştirmek’ gibi bir görev verdiğini belirtir, ancak bir süre sonra aynı gazetenin yaptığı işi şöyle anlatır:
“Gerçekte ise bu gazete çok geçmeden vebayı önlemede hiç de faydası olmıyan birtakım yeni icat ilâçların reklâmını yapmağa girişmişti.” ( s. 117.)
Camus vebanın Tanrı’nın günahkâr insanlara bir ceza olarak gönderdiği algısını, “ateşli bir Cizvit papazı olan Peder Paneloux” aracılığıyla dillendirir. Rahip Paneloux, romanın bu yönüyle simgesel olmakla birlikte zamanla değişim de gösterebilen önemli bir karakteridir.
Tarihte büyük salgınların genellikle savaşlarla birlikte ortaya çıktığı görülmektedir. Salgın ve ona karşı mücadele de çoğu kez “savaş” metaforuyla anlatılır.
“Dünyada savaşlar, Veba salgınları görülmüştür. Bununla beraber bu salgınlar ve savaşlar insanları daima gafil avlamışlardır. … Bir savaş patladığı zaman, insanlar: “ Fazla uzun sürmez, çünkü çok anlamsız bir şey,” derler. Elbette ki bir savaş çok anlamsız, çok saçma bir şeydir, ama böyle oluşu uzayıp gitmesini önlemez.” (s. 39.)
Tarrou, Rieux’yle konuşuyor:
- Evet, dedi. Tarrou, bunu anlıyorum. Yalnız ne var ki, sizin zaferleriniz hep geçici olmaya mahkûm.
Rieux birden kederlenir gibi:
- Hep de öyle olacak, biliyorum ama savaşmaktan vazgeçmek gene de bir sebep değil bu, dedi. ( s. 126.)
“ Mademki, hastalık orta yerdeydi, onunla savaşmak için mümkün olan her şeyi yapmak şarttı. … Hayatlarını tehlikeye atan vatandaşlarımız da vebanın içinde bulunup bulunmadıklarını kararlaştırmaya, onunla savaşıp savaşmamak gerektiğine karar vermek zorundaydılar.” (s.131.)
Camus’nün, romanı yazarken yararlandığı, tarihte yaşanmış büyük veba salgınları hakkındaki bilgileri (ve esinleri ) esas olarak Romalı şair ve filozof Lucretius’un ve Bizanslı tarihçi Prokopius’un ve Atinalı tarihçi Thukydides’in (“Peleponessos Savaşı”) yapıtlarından edindiği anlaşılıyor. Lucretius M.Ö 430-420 yılları arasında Atina’yı kırıp geçiren veba salgınını ‘De rerum natura’ (Doğa Üzerine) adlı altı kitaptan oluşan yapıtının son kitabında etkili biçimde anlatır:
“ Denizi seyreden doktor Rieux, Lucrece’in (Lucretius) eserinde sözünü ettiği, salgına tutulan Atinalıların denizin kıyısında yaktıkları büyük odun yığınını hatırlıyordu. Geceler boyunca buraya boyuna ceset taşıyorlardı, fakat yer yetmezdi ölülere; yaşıyanlar kendi yakınlarını bu odun yığınının içine yerleştirmek için ellerindeki meşalelerle birbirlerine girerler, bu cesetleri bir yana bırakmamak için kanlı bir boğuşmaya atılırlardı. Loş ve sakin denize karşı kıpkızıl yanan odunlar, kıvılcımlar sıçrayan bir gecenin ortasında yapılan meşaleli döğüşler, gökyüzüne doğru yükselen kalın, zehirli dumanlar göz önüne geliyor. İnsan korkuyor… ” ( s. 42.)
Ünlü Bizanslı tarihçi Prokopius da Atina ve İstanbul’da yaşanan veba salgınlarına tanıklık eder:
“Doktor (Rieux), İstanbul (Konstantinopolis) vebasını hatırlıyordu, Procop’e (Prokopius) göre bu salgında bir tek günde on bin insan ölmüştü. On bin ölü bir sinemanın beş seanslık seyircisi demektir. Bunu iyice kavramak için yapılacak şey şu: Beş sinemadan çıkan seyircileri toplayıp şehrin meydanına götürmeli. Hem bu isimsiz yığın içine bildik yüzler koymak da mümkün. Fakat bunu gerçekleştirmek tabii ki imkânsız, hem de on bin insanın yüzünü kim tanıyabilir? Zaten Procope gibi kimsele, herkes bilir, saymasını da bilmezler. …”
“ … kuşların kaçıp gittikleri vebaya uğramış Atina, sessiz sessiz can çekişenlerle dolu Çin şehirleri, paramparça cesetleri çukurlara yığan Marsilya’nın kürek mahkûmları, vebanın öfkeli rüzgârını durdurmak niyetiyle Provence’ta yatırılan büyük duvar, Yafa ve korkunç dilencileri, İstanbul (Konstantinopolis)hastanesinin katı toprağa serilmiş, rutubetli ve çürümüş yatakları, kancalarla çekilen insanlar… dehşet içindeki Londra’dan geçen cenaze arabaları, geceleri, gündüzleri, her yeri dolduran o sonu gelmez insan iniltileri…”(s. 40; 42.)
Camus’nün Veba’da bir salgın güncesi tarzında anlattığı olayların hikâyesi, birçok yönüyle bir yılı aşkın bir süredir tüm dünyayı kasıp kavuran Corona salgınını andırmaktadır. Dolayısıyla Camus’nün anlatımında günümüz okuru Corona salgınında artık iyiden iyiye alıştığı birçok sahneyi görebilmektedir:
Tarrou’nun kaldığı otelin müdürü, sık sık, salgının daha ne kadar süreceğini tahmin ettiğini sorar:
“Diyorlar ki soğuklar böyle hastalıkları önlermiş.” (s. 113) Tarrou’nun buna olumsuz karşılık vermesi üzerine çılgına dönen müdür:
“Demek buna aylarca katlanacağız.” Turistlerin daha uzun zaman, şehre uğramayacakları muhakkaktı. Bu veba, turizmin iflası demekti.” (s. 113.)
“Tramvaylar artık biricik taşıt vasıtalarıydı, sahanlıklarına, eşiklerine kadar, çatlayacakmış gibi dolu olduklarından, zorlukla ilerleyebiliyorlardı. İşin tuhafı, tramvayın içindekiler, bir bulaşmanın o kadar mümkün olmasına rağmen, buna aldırış bile etmiyorlardı.” ( s. 117.)
“Dünden beri şehirde hastalığın iki yeni şekli daha kendini göstermişti. Bu veba, akciğerin hastalanmasından ortaya çıkıyordu. Aynı gün, bir toplantı sırasında, yorgunluktan bitkin doktorlar, şaşkına dönmüş validen, ağızdan ağza bulaşan bu akciğer vebasını durdurmak için önleyici yeni tedbirler almasını istemişlerdi. Her zamanki gibi, ne olacağını kimse bilmiyordu.” ( s. 121.)
“Öyle ki bu adamlar sonunda, kendi tesbit ettikleri sağlık kurallarına çoğu zaman yine kendileri uymuyor, kendi kendilerini dezenfekte etmeyi ihmal ediyor, korunma tedbirlerini almadan vebalı hastaları görmeye gidiyorlardı. …” (s. 185.)
“Daha önce görülmüş olan, hastalığın akciğeri saran çeşidi şimdi şehrin dört yanında sayısı gittikçe artarak yayılıyordu; sanki bir rüzgâr, göğüslerdeki alevi tutuşturup yangınlar çıkarıyordu. Hastalar, kan kusa kusa eskisinden daha da çabuk ölüyorlardı. Salgının bu yeni şekli ile bulaşması daha büyük bir tehlike göstermeğe başlamıştı. Sözün doğrusu, uzmanların bu noktadaki görüşleri birbirini tutmuyordu. Şimdi sağlık işlerinde çalışanlar kendilerini daha çok emniyette hissedebilmeleri için, dezenfekte edilmiş gazlı bezlerden yapılma maskeler altında nefes alıyorlardı.” (s. 228.)
“Spekülasyonlar başlamış, pazarlarda artık görülmeyen en zaruri gıda maddeleri akıl almaz fiyatlara yükselmişti. Yoksul aileler bu yüzden çok zor durumlara düşmüşlerdi. Halbuki zengin ailelerde hemen hemen hiçbir şey eksik değildi.”
“Salgın kendiliğinden durmazsa, idarî makamların tasarladıkları tedbirlerle onu alt etmelerine imkân yoktu. … Buna karşın, akşam yayınlanan idarî bülten hâlâ iyimserdi.” (s. 62.)
“Üç gün içinde iki baraka da ağzına kadar doldu. Richard bir okulu boşaltıp geçici hastane haline koyacaklarını sanıyordu. Rieux hep aşıların gelmesini bekleyip duruyor(du)…” (s. 63.)
“…Bir okulun avlusunu koğuş haline getirmişlerdi. İçinde yer alan beş yüz yatağın hemen hepsi doluydu. …” (s. 87.)
“ … Bir kere bunların hepsi belki de vebadan ölmemişlerdi. Sonra normal zamanlarda şehirde haftada kaç kişinin öldüğünü bilen var mıydı ki? Şehrin nüfusu iki yüz bindi. Ölüm oranının normal olup olmadığını kestiremiyorlardı. Taşıdığı açık öneme rağmen bu gibi şeylere kimse aldırış etmez. Halkın elinde mukayese edecek ölçüler de yoktu.” ( s. 77.)
“Gene de caddelerde dolaşmaya ve kahvelerin taraçalarında masaların etrafında toplanmaya devam ediyorlardı.” (s. 77.)
“Oran bambaşka bir kılığa girmişti. Yayaların sayısı eskisinden çoğaldı, hâttâ boş saatlerde, mağazaların veya bazı dairelerin kapanmasıyla işsiz güçsüz kalan pek çok insan, caddeleri, kahveleri doldurmaya başladılar. … Örneğin öğleden sonra saat üçe doğru, güzel bir gökyüzü altında, umumî bir coşkunluğun akıp gidebilmesi için taşıtların durdurulduğu, dükkânların kapatıldığı ve eğlencelere katılmak için halkın sokaklara döküldüğü bir bayram günündeki gibi şehrin aldatıcı görünüşüne bürünüyordu.” (s. 78.)
“Şehrimizin katedrali buna rağmen bütün hafta süresince müminlerle dolup taştı. İlk günlerde halk, sokaklara kadar yayılan münacat ve dua dalgalarını, kapının önünde uzanan palmiye ve nar ağaçları bahçesinde durup dinliyordu, yavaş yavaş birbirlerinden cesaret alarak, içeriye girmeye karar verdiler ve utangaç seslerle dualara katıldılar. Pazar günü gelince hatırı sayılır bir kalabalık kilisenin içini doldurdu, kapı önüne son basamaklara kadar taştı. …” (s. 92.)
“İnsanların iki büklüm, ağızlarını bir mendille kapatarak hızlı hızlı sokaklardan geçtikleri görülüyordu.” (s. 164.)
Bu kadar alıntı yeterli; ancak bu kadarıyla da Camus’nün artık bir salgın klasiği olan Veba’sının Corona günlerinde birdenbire neden bu kadar revaçta olduğu, neden bu günlerde tüm Avrupa’da çok satanlar arasına girdiği anlaşıyor. Elbette tersi de geçerli: Ortada bir salgın yokken romanın adının bile insanlara pek çekici gelmeyeceği belli.
Romanın sonunda insanlar kurtuluşlarını kutlarken Rieux zaferin sadece geçici olduğunu “ veba basilinin asla ölmediğini veya kaybolmadığını” biliyor. Rieux’nün bu final sözleri bize, Ortaçağ’dan bu yana bu hastalıktan ölmekte olanın tenindeki renk değişikliğinden dolayı “kara ölüm” veya “kara veba” denen bu basilin her zaman romanda hissedilen ikinci anlam katmanını bir kez daha hatırlatıyor: Faşizmin “kahverengi vebası”nı. Bu da zamanımıza uyuyor. Camus’nün Veba’sında “kara ölüm” birden ve kendiliğinden kaybolur– ya bizim Corona?
Umarım bu incelemenin, akademi camiasının bundan böyle Camus ve Veba üzerine yapacağı çalışmalara bir katkısı olur– son yirmi yıl içinde özellikle de KHK’lerle bu camiaya verilmiş olan “yerli ve milli” kimlik göz önüne alındığında böyle bir beklenti içinde olmak da ayrıca Camus’nün felsefesine tümüyle uyuyor.