SEÇTİKLERİMİZ – Arat DİNK Agos için yazdı: ‘Türk’ tanımı başlangıçta kâğıt üstünde vatandaşlığı tarif ediyordu, ancak uygulamada bu böyle seyretmedi. Nitekim kuruluşunda sahip olduğu, zaten iyice azalmış gayrimüslim nüfus bu politikalar sonucunda neredeyse sıfıra indi.
Norveç Ulusal Arşiv Hizmetleri’nde (Arkivverket) bulunan fotoğraf Vahan Papazyan’ı Deyrizor civarında, Fırat nehrinin taşıdığı, katliam ve ölümlerden arta kalan kemiklere bakarken gösteriyor
Bizim için epeyce duygusal yönü olan bir konuda, bu kez soğuk bir aynada görünenleri, elden geldiğince yumuşak çizgilerle resmetmeye çalışalım.
Ermeni Soykırımı’nın yükü elbette Türkiye’den ziyade, Türkiye’nin kültürel ve politik olarak mirasçısı olduğu Osmanlı’nın son döneminin üzerinde. ‘Osmanlı’ da çok geniş bir tanımlama, kuşkusuz. Gerçek fail her zaman olduğu gibi sorumlu yöneticiler ve sahadaki uygulayıcılardır.
Türkiye Cumhuriyeti, devraldığı politik miras ne kadar güçlü olursa olsun, bu kara mirası reddedebilir, soykırımın sonuçlarının yeni ulus devlete sağladığı ‘avantaj’ları gönülsüzce kucağında bulmuş olurdu. Aslında kuruluş bu reddiyeye dair bazı veriler de içeriyordu. Gerekli görüldüğünde bu veriler işlevsel kılınabilirdi. Ancak Türkiye birçok tarihsel köşe başında bunun tersini seçti. ‘Azınlıklar’ konusundaki politikalarıyla, âdeta soykırım iklimini diri tuttu. Kültür, ekonomi, güvenlik ve daha birçok toplumsal-pratik alanda, bir biçimde soykırımın sürece yayılmasını sağladı.
‘Türk’ tanımı başlangıçta kâğıt üstünde vatandaşlığı tarif ediyordu, ancak uygulamada bu böyle seyretmedi. Nitekim kuruluşunda sahip olduğu, zaten iyice azalmış gayrimüslim nüfus bu politikalar sonucunda neredeyse sıfıra indi. Türkiye nüfusu yüz yıl içinde 8’e katlanırken, gayrimüslim nüfus ters orantılı olarak eridi. Kültür varlıklarıyla, kurumlarıyla, yer adlarıyla ve bir zamanlar buralarda Ermenilerin yaşadığını akla getirecek her şeyle bir silme, temizleme politikası izlendi.
Kalan Ermeniler, dinini ve kimliğini değiştirenler de dâhil olmak üzere fişlendi. Şeffaf olmayan yöntemlerle, gayrimüslimlerin kamuda görev almalarının önüne geçildi; birtakım faaliyetlerde bulunup bulunmadıkları –yalnızca kökenleri nedeniyle– izlendi.
6-7 Eylül pogromu, Varlık Vergisi, 1974’te çıkan ve ‘36 Beyannamesi’ olarak anılan bir Yargıtay kararı ve sonrasındaki gasp politikasıyla, meseledeki ‘devlet duruşu’ defalarca perçinlenerek sergilendi. Bir yandan da soykırım failleri günden güne daha da sahiplenildi. Bunlar bugün değiştirilemeyecek, tarihsel olgular.
Bugüne gelirken
Türkiyeli Ermenilerin yüz yıla yakın bir zaman sonra politik alanda ürettiği ‘ilk özgün söz’ olarak tarif edilebilecek Hrant Dink, birkaç yıla yayılan bir hedef gösterme ve tehdit sürecinin ardından, 2007’de, ilginç bulunacak kadar yüksek sayıda devlet görevlisinin örgütlü veya örgütsüz dahliyle öldürüldü.
Agos gazetesini 1996’da çıkarmaya başladığı düşünülürse, Türkiye’nin demokratikleşme süreciyle eş koştuğu görüşlerini, hakikatinden taviz vermeyen ama mümkün olan en yumuşak üslubu üreterek ifade etmeye çalışan Hrant Dink’e gösterilen tahammül 10 yılı zor buldu.
Hrant Dink öldürüldüğü sırada, Ermenilerin 1915 ve sonraki sıcak dönemde yaşadıklarını ‘soykırım’ olarak adlandırdığı için, yine ilginç bir dolaylı çıkarımla ‘Türklüğe hakaret’ten yargılanıyordu. Ölümünden sonra kendisi yönünden boşa düşen bu yargılama, gazete çalışanları için devam etti ve ilk mahkûmiyet verildi. Temyiz aşamasında siyasi müdahaleyle hükmün kesinleşmesinin önüne geçildi.
Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra ciddi bir iç ve dış kamuoyu tepkisi oluştu. Bu tepkiler, Türkiye’deki ırkçılığın boyutlarıyla ilgili soru işaretleri uyandıran ve ardı ardına gelen birkaç haberle katmerlendi. Dink’in katilinin ilk gözaltına alındığı yerdeki polisler ve jandarmalar arasındaki kutlamayı çağrıştıran görüntüler bir yanda, futbol stadyumlarındaki bazı takımların taraftarlarının attığı “Hepimiz Ogün’üz” (ki bu, 17 yaşındaki tetikçinin adıydı) sloganları diğer yanda, ülkede cinayeti onaylayan azımsanmayacak bir kesimin olduğunu düşündürüyordu. Derken, cinayetten üç ay sonra Malatya Zirve Yayınevi katliamında üç Hıristiyan, boğazı kesilerek, vahşice öldürüldü. 2011’de ise, devletin denetim gücünün ve sorumluluğunun tartışılamayacağı bir alanda, bir askerî kışlada, Sevag Balıkçı bir 24 Nisan günü öldürüldü.
Arat DİNK’in Agos’taki yazısının tamamını okumak için TIKLAYIN