Sungur SAVRAN, Rosa Luxemburg’un 150. doğum yıldönümü vesilesiyle yazdı – Günümüzde 3L’yi (Vladimir İlyiç Lenin – Rosa Luxemburg – Karl Liebknecht) birbirinden koparmaya yönelik bir büyük çaba çok belirgin. Rosa Luxemburg, Lenin’in Bolşevizmine karşı sözde bir “demokratik Marksizm”in sözcüsü olarak sunuluyor. Gramsci’ye yapılan operasyon, şimdi de Rosa’ya yapılıyor. O da büyük İtalyan Marksisti için yapıldığı gibi, Leninizmin karşısına bir alternatif olarak çıkarılmaya çalışılıyor.
Geçen yıl Lenin’in 150. doğum yıldönümünü kutladık, bu yıl ise tarihin gördüğü en büyük kadın devrimci olan Rosa Luxemburg’un 150. doğum yıldönümü. Biri Rus, öteki Polonya’da doğmuş ama iki ayrı ülkede (Polonya ve sonradan vatandaşı olduğu Almanya) devrimcilik yapmış olan bu iki tarihî şahsiyet, hayatları boyunca birçok konuda anlaşmazlığa düştüler. Ama her ikisi de beş yıl ara ile (biri 1919, biri 1924) Ocak ayı içinde hayatlarını yitirince, Rosa ile aynı gün hayatını yitiren parti arkadaşı bir başka büyük devrimci Karl Liebknecht’i de içine alacak biçimde komünist harekette hep 3L olarak anıldılar.
Ne var ki günümüzde 3L’yi birbirinden koparmaya yönelik bir büyük çaba çok belirgin. Rosa Luxemburg, Lenin’in Bolşevizmine karşı sözde bir “demokratik Marksizm”in sözcüsü olarak sunuluyor. Gramsci’ye yapılan operasyon, şimdi de Rosa’ya yapılıyor. O da büyük İtalyan Marksisti için yapıldığı gibi, Leninizmin karşısına bir alternatif olarak çıkarılmaya çalışılıyor. Burada da Lenin ile Luxemburg’un bütün hayatları boyunca üzerinde tartıştıkları bütün konular değil, Luxemburg’un Ekim devrimini değerlendirmesi esas alınıyor. Daha doğrusu, değerlendirmesi olduğu sanılan görüşleri. Böylece, Lenin ve onunla birlikte Ekim devriminin önde gelen ikinci önderi olan Trotskiy, anti-demokratik, despotik, terör yanlısı bir Marksizmin temsilcileri olarak yaftalanıyor, Luxemburg ise “demokratik Marksizm”in sözcüsü olarak yüceltiliyor.
Proletaryanın kadın önderi
O tartışmayı sonraya bırakarak önce Rosa Luxemburg’un Marksist teori ve politikaya katkılarına yerimizin elverdiği ölçüde değinelim. Bir kere, bir erkekler dünyasında Rosa’nın bir kadın devrimci olarak gösterdiği yetenek, cesaret ve teorik çalışmadan hatipliğe ve örgütçülüğe kadar gösterdiği parlaklık, daha baştan selamlanması gereken bir yönüdür. Rosa 1893’te, henüz İsviçre’de doktorasını yaparken Polonya Krallığı ve Litvanya Sosyal Demokrasisi (SDKPiL) adlı partiyi sevgilisi ve Polonya hareketinin bir başka önemli ismi olan Leo Jögisches ile birlikte kurmuştu. Ama hayatının en önemli devrimci faaliyetini evlilik yoluyla vatandaşı olduğu Almanya’da, 20. yüzyıl başında uluslararası sosyalist hareketin amiral gemisi olan SPD’de ve daha sonra bu partinin çatlamasıyla ortaya çıkan partilerde yürüttü.
Rosa Almanya’ya 1897’de geldi. Daha kadınların oy ve seçilme hakkı bile yoktu. Parti önderliği bir başka kadının, Rosa’nın en yakın arkadaşı olacak olan Clara Zetkin’in dışında baştan aşağı erkeklerden oluşuyordu. Polonya’dan gelmiş, orta ve doğu Avrupa’nın paryası konumunda olan Yahudi soyundan, üstelik topal bir kadın olarak partide nasıl yıldızlaştığını, özellikle işçi sınıfı içinde nasıl sevildiğini anlamak zor. Ama Rosa öylesine yetenekli bir insandı ki, kısa sürede yabancı bir ülkenin partisinde önderliğin sol kanadının başına geçecekti.
Düzenle bütünleşmenin en erken eleştiricisi
Rosa’nın SPD’de parlayışının ardında aslında partinin adım adım düzenle bütünleşmesini, giderek çürümesini erkenden tespit edebilmiş olması yatıyor. “Revizyonizm” akımının tarihî temsilcisi Edouard Bernstein’ın parti basınında Marksizmin neredeyse bütün öngörülerini aklınca çürüten ve 1899 yılında kitap haline getirilen yazılarına, Rosa Türkçede de mevcut Toplumsal Reform mu, Devrim mi? risalesinden toplanan (1900) yazılarıyla çok etkili bir cevap vermiştir. Rosa İkinci Enternasyonal sosyalizmindeki genel çürümeyi Lenin’den de Trotskiy’den de erken fark etme basiretini göstermiş, Bernstein’ı eleştiren Kautsky’nin kendisinin de Marksizmden kopma yolunda olduğunu erkenden fark etmiştir.
Bugün Lenin’i Rosa’ya yaslanarak eleştirenlerin önemli bir bölümü, iş güncel politikaya gelince Çipras’ları, Sanders’ları, Varufakis’leri desteklenebilecek, hatta birlikte örgütlenilebilecek güçler olarak görüyorlar. Rosa ise adı geçen politikacıların nasıl burjuva düzeninin sol kanadını oluşturduğunu en iyi teşhir etmiş Marksistlerden biridir.
Emperyalizmin teorisyeni ve düşmanı
Çürüme, sadece sosyal demokrasinin kapitalist düzene uyarlanmasında görülmüyordu. Sömürgeciliğin bütün yeryüzüne yayılmakta olduğu bu dönemde İkinci Enternasyonal’in içinde emperyalizmi, “barbar halkları uygarlaştırma” adına destekleyen güçlü bir akım doğuyordu. Rosa, emperyalizmin en sağlam, en duyarlı karşıtlarından biri olarak uluslararası harekette sivrilecekti. 1913’te yayınladığı, Türkçeye de çevrilmiş olan Sermaye Birikimi başlıklı kitabı, emperyalizmin hem teorik bir açıklamasını, hem de somut olarak sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde uyguladığı barbarlığa karşı bir teşhiri içeriyordu. Teorinin Marx’ın ekonomik argümanlarına ilişkin bir yanlış anlama üzerinde yükseldiği sonradan genel kabul görmüştür. Ama kitabın emperyalist tahakkümün nasıl yaşandığına ilişkin bölümleri devrimci literatüre göz kamaştırıcı bir katkıdır. Rosa Asya’da, Afrika’da, Amerika kıtasında yaşanan vahşetin yanı sıra artık bir yarı-sömürge haline gelmiş olan Osmanlı ülkesinin çektiklerini de incelemiştir. Türkiye üzerine dikkatle incelenmesi gereken yazıları kitap halinde yayınlanmıştır.
Elbette her alanda olduğu gibi burada da katkısı sadece teorik değil aynı zamanda pratiktir. Rosa uluslararası sosyalist hareket içinde emperyalizme ve yükselen savaş tehlikesinde cisimleşen militarizme karşı en tutarlı şekilde mücadele eden önderlerdendir. Bunu bilen Lenin, İkinci Enternasyonal’in Stuttgart’ta toplanan kongresinde, uluslararası durum konusundaki kararı hazırlayacak komisyona Rosa’yı bir bomba yerleştirir gibi önermiş, Rosa’nın kaleme aldığı, Enternasyonal’e emperyalist tahakküme ve savaşa ikirciksiz biçimde karşı çıkma görevini yükleyen karar tasarısı sonunda kabul edilmiş, emperyalizm yanlıları yenilgiye uğratılmıştır.
Sosyal şovenizme karşı enternasyonalizmin bayraktarı
Struttgart’ta ve daha sonraki kongrelerde alınan kararlar 1914’te savaş patlak verdiğinde kâğıt parçaları olarak kalmış, sosyalist partiler, başta Bolşevik Partisi olmak üzere birkaç istisna (Sırbistan, İsviçre, İskandinavya, kısmen İtalya) dışında bütün ülkelerde savaşta, bir paylaşım savaşı niteliği taşımasına rağmen, kendi ülkelerinin emperyalistlerini desteklemişlerdir. Rosa Luxemburg, savaşa karşı enternasyonalizmi savunan bir politika izlemiş, SPD’den ayrılmamakla birlikte Karl Liebknecht, Clara Zetkin, Franz Mehring gibi birtakım başka önderlerle birlikte Spartakusbund (Spartakus Birliği) adını taşıyan parti içi bir hizip oluşturmuştur. Savaş döneminin çoğunu, aynen mücadeleyi kahramanca veren Karl Liebknecht gibi hapishanede geçirecektir. Bu konuda yazdığı ve Junius olarak imzaladığı için Junius Broşürü olarak bilinen çalışması savaş karşıtı en önemli Marksist metinlerden biri olarak kabul edilir.
Ne var ki, Liebknecht’in savaş karşıtlığının Lenin’e Rosa’dan daha yakın olduğu eklenmelidir. Liebknecht, bütün milletvekillerinden farklı olarak tek başına savaş bütçesine karşı oy kullanma siyasi cesaretini göstermekle kalmamış, 1 Mayıs 1916’da on binlerce işçinin önünde, üzerinde asker üniforması, “esas düşman içimizdedir” şiarıyla meydanı coşturarak Lenin’in “devrimci bozgunculuk” politikasına çok yaklaşmıştır. Rosa ise “emperyalist savaşı iç savaşa çevirme” çizgisinde onlarla birleşmekle birlikte “devrimci bozgunculuk” tutumunu reddediyordu.
Alman devriminin önderi
Cihan Harbi’nin sonuna doğru 1917’de yaşanan Ekim devriminden sadece bir yıl sonra Kasım 1918’de Almanya’da neredeyse Ekim devriminin ikizi olan bir devrimin yaşandığı az bilinen bir olgudur. İşte bu devrim içinde dünün Sanders’larının ve Varufakis’lerinin karşı devrimciliği çıplak biçimde ortaya çıkmıştır. Liebknecht 23 Ekim’de hapisten çıkmış ve 1917 Nisanı’nda Petrograd’ın Finlandiya tren istasyonunda işçiler tarafından karşılanan Lenin gibi Berlin’in ana istasyonunda işçilerin omuzlarına alınarak karşılanmıştı. 9 Kasım’da on binlerce işçi ile birlikte İmparatorluk Sarayı’na yürüyen Liebknecht orada işçilere “sosyalist Almanya cumhuriyeti” konusunda oylama yaptırıyordu. On binlerce el sosyalizm için kalkıyordu. Oradan çok uzak olmayan meclise haber ulaştığında SPD’nin sağcı önderlerinden Scheidemann meclis binasının önünde hemen o anda bir “demokratik cumhuriyet” ilan edecektir. Sosyalist cumhuriyeti engellemek için demokratik cumhuriyet!
Rosa Luxemburg işte bu devrimin diğer önderidir. 1917 yılında Alman sosyal demokrasisi ikiye bölünmüş, sağcılara karşı daha orta yolcu bir Bağımsız Almanya Sosyal Demokrat Partisi doğmuştu. Kautsky’nin de içinde bulunduğu bu partiye Spartakusçular da katılmıştı. Rosa Bolşevik tipte bir devrimci partinin önemini hâlâ kavrayamamıştı. Sonunda devrim patlak verince Spartakus bağımsızlaştı ve 31 Aralık 1918’de Almanya Komünist Partisi’ni kurdu. Rosa partinin yayın organı olan ünlü Rote Fahne’nin (Kızıl Bayrak) baş editörüydü. Aynı zamanda barikatlarda mücadele ediyordu. 1919 Ocak ayının 5’inde Berlin’de patlak veren işçi ayaklanmasının da önünde yer alacaktı.
Rus Devrimi tartışması
Öykümüzün sonuna yaklaşırken burada bir parantez açalım. Rosa ile Lenin arasında baştan sona kadar birçok tartışma yaşanmıştır. Rosa, Polonya gibi üç imparatorluk arasında paylaşılmış bir ulustan geldiği halde Lenin’in “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” (UKKTH) şiarına karşı idi. Parti konusunda kitlelerin kendiliğinden inisiyatifine daha fazla güveniyordu. Lenin’in parti yöneticilerinin bürokratlaşması ve düzen tarafından satın alınması olasılığına karşı savunduğu sistematik örgütsel mücadelenin karşısına kitlelerin inisiyatifini koyuyordu. Buna akraba biçimde Rusya’da Menşevik/Bolşevik bölünmesinde Lenin’i sorumlu ve kusurlu görüyordu. Rosa Enternasyonal’in Rusya sorumlusu olduğu için bu çok önemli sonuçlar doğuran bir tavırdı. Parti konusundaki farklarının Rosa ve Spartakus’un devrim kapıya gelmeden önce sosyal demokrasiden tam kopamamasına yol açtığını gördük.
Bütün bunlarda Rosa’nın “demokrat”, Lenin’in “iktidar düşkünü despot” olarak resmedilmesi tam bir karikatür olur. Mesela parti meselesi bir demokrasi tartışması değildi. Kendiliğindenlik ile örgütlülüğün arasında farklı ağırlıklar dağıtılması ile ilgiliydi. Daha önemlisi, UKKTH’ye geldiğimizde Lenin’in kat kat daha demokrat bir yaklaşıma sahip olduğunu söylemek kaçınılmazdır. Zaten en azından son zamanlarda “demokratik Marksizm” Fikrini Rosa aracılığıyla işleyenlerin esas dayanağı bunlar değil Rosa’nın Rus devrimi konusundaki görüşleri. Şimdi yüzümüzü bu konuya dönelim.
Rosa Ekim-Kasım 1918’de hâlâ hapishanede iken Rus devrimi üzerine bir risale yazar. Lenin ve Trotskiy önderliğine karşı çok eleştirel olan bu risaleyi Bolşeviklere zarar vermemek için yayınlamaz. Ama risale ölümünden sonra 1922’de Alman komünistleri içinde yaşanan sert tartışmalar esnasında anti-Bolşevik bir tutumu desteklemek için yayınlanacaktır. İşte bugün Rosa’nın Lenin’den farklı bir “demokratik Marksizm”in sözcüsü olduğu iddiası bu risaleye dayandırılmaktadır.
Rosa’yı böyle kullananları üzecek bir şey söyleyelim: Rosa, Alman devrimi başladıktan sonra, bu risalede yaptığı eleştirilerden vazgeçmiştir! Bazılarını korumaya devam etmiştir, doğru: Örneğin Lenin ve Bolşeviklerin birçok halka UKKTH tanımasına ve köylülere küçük ölçekli toprak dağıtımına, sosyalizmin programına uymadığı gerekçesiyle itiraz etmeye devam etmiştir. Ama bunlar “demokrasi” tartışmasıyla ilgili değildir. Rosa’yı bir “demokratik Marksizm” sözcüsü yapmaya çalışanların en çok kullandığı “Bolşevik terörü”nün ve Kurucu Meclis’in kapatılmasının yanlışlığı iddialarından ise daha sonra, Alman devrimi içinde vazgeçmiştir. (Burada bunu açmaya yerimiz yetmez. İlgi duyan okuyucular şu yazımıza bakabilirler: “3L”, Devrimci Marksizm, sayı 37, Kış 2019).
Sosyal demokrasi ile Marksizmin arasına giren kan
Rosa ve Karl Liebknecht Berlin ayaklanmasında işçilerle birlikte barikatlarda çarpıştılar. Devrimi durdurmak için Alman burjuvazisinin desteği ile kurulmuş olan sosyal demokrat hükümetin başındaki Başbakan Friedrich Ebert (evet, o, Alman sosyal demokratlarının vakfına adını veren şahsiyet!) ve Savunma Bakanı Gustav Noske, savaş gazilerinin oluşturduğu, Hitler’in itlerinin atası Freikorps adlı bir milis kuvvetini işçilerin üzerine saldı. Rosa ve Liebknecht geceleri işçi mahallelerinde gizleniyorlardı. Ama işte gecelerden bir gece yakalandılar ve katledildiler. 20 yıldan uzun bir süre SPD’nin önderlerinden biri olan Rosa, bu partinin hükümeti tarafından öldürülmüştü. Başı ezilerek, cesedi bir kanala atılarak. 5 Mart 1870’de doğan bu olağanüstü kadın 15 Ocak 1919’da, daha 48 yaşını tamamlamadan ölüyordu. Cesedi ancak Mayıs ayında bulundu ve sadece üzerindeki bir madalyon sayesinde tanındı. İşte sosyal demokrasi!
Lenin, ölümünden birkaç yıl sonra, Rus Devrimi risalesi de yayınlandıktan sonra Rosa hakkında yazdığında “o bir kartaldı” diyecek ve Rus Devrimi çalışması da dâhil olmak üzere bütün yapıtlarının basılarak genç kuşaklara eğitim için okutulmasını tavsiye edecekti. Rosa’nın Rus devrimi hakkında görüşlerini değiştirdiğini biliyordu. Onun sözde “demokrat”ların yanında değil bir devrimci Marksist olarak Bolşeviklerin yanında yer aldığını biliyordu. Rosa’nın yeri Bolşevizmin saflarındadır.
Daha Rus Devrimi çalışmasında bile değerlendirmesini şöyle bitiriyordu: “Lenin ve Troçki ve arkadaşları dünyadaki proletaryaya örnek olan ilklerdir; şimdiye kadar Hutten gibi bağırabilecel olan sadece onlardır: ‘Ben göze aldım!’ Bolşevik siyasetinin temeli ve kalıcı olanı budur. Bu anlamda, (…) yaptıkları ölümsüz tarihsel hizmettir. Sorun Rusya’da ancak ortaya konabilirdi; ama Rusya’da çözülemezdi. Ve bu anlamda gelecek her yerde ‘Bolşevizm’indir.”