Mahir SAYIN yazdı – Belki bininci kez daha ispatlandı ki, antidemokratik yollardan yapılan her şey gericiliğin katmerlenmesinden başka bir şeye yol açmıyor. 28 Şubat generallerinin 12 Eylül’le beslenmiş, halk düşmanı ve faşizmle dolu kafalarının demokratik temele dayalı bir laisizmi savunması ve bunu özgürlüğün bir zemini olarak kavraması olanaklı olamazdı.
28 Şubat Darbesi “post” değil ama moderndi
Türk Ordusu’nun o zamana kadar yaptıklarından sanki çok farklı bir şey yapılmış gibi 28 Şubat 1997 tarihinde hükümete verilen muhtıraya, birçokları internetin kullanılmasına bakıp postmodern sıfatını yakıştırmayı uygun buldular. Dönemin yeni modası her şeyin “post”unu bulmaktı. Çünkü artık post Sovyet bir çağda idik ve her şey artık başka türlü olmalıydı.
Halbuki TSK’nın yaptığı, daha önce de MİT, Özel Harp Dairesi, Jandarma eliyle yaptıklarına Batı Çalışma Gurubu diye yeni bir yapı daha ekleyerek özel savaş tekniklerini uygulamaya devam etmekten başka bir şey değildi. Muhtıra vermek ise ne türünün ilk örneğiydi ne de son olacaktı. MGK’de hükümetlere verilen muhtıraların sayısını kimse bilmez ama en azından TC’nin kaderini şekillendiren uğraklardan biri olan 12 Mart 1971 “Muhtıra” Darbesini bilmeyen yoktur.
Darbenin postmodern olup olmadığı tartışıla dururken dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak darbenin niteliğini zamanında şöyle sergilemişti:
“Tereyağından kıl çeker gibi, eski darbelere benzemeyen bir şekilde hiç kan akıtmadan, hiç kimseyi üzmeden, gayet usulüne uygun bir şekilde demokratik uygulamalarla, MGK tarafından da benimsenerek, devletin başındaki en büyük insandan ilgili bakanlıklara kadar hepsi de dahil edilerek, hatta halkımız ortak edilerek sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla, çok başarılı bir şekilde yürütülen bir süreçtir.”
Darbe olmaya darbeydi ama eski darbelerden de “kan dökmeden, herkesi ikna ederek”, “halkı da katarak” yapılmış olmasıyla son derece “medeniydi”!
Darbecilik ister modern, ister modern sonrası olsun TC’nin Osmanlı’dan devraldığı önemli miraslardan birini oluşturur. Kapitalizmin ve dolayısıyla sivil toplumun pek gelişemediği bağımlı bir ülkede demokrasi gelenekleri de kendisine haliyle zemin bulamaz ve siyaset geleneksel olarak elinde güç bulunduran kurumların işi olarak cereyan eder ve halka da bunların sundukları seçeneklere evet ya da hayır demek düşer. Prusya tipi bir iktisadi ve siyasi gelişim gösteren Türkiye toplumu ve devleti de Mahir Çayan’ı yanıltmak istemezcesine siyaset olarak “darbelerin birbirini kovaladığı bir ülke” olmak durumunda kalmıştır. Prusya kapitalizminin ve mezar kazıcısı olarak proletaryanın gelişkinliği emperyalist dönemin siyasal gericilik eğilimin ağır basmasına rağmen demokrasinin gelişmesini burjuvaziye dayatmış ve faşizmi yaşamış olsa da demokrasiyi Almanya’da kurumlaştırmayı başarmıştır. Ne var ki, Aynı faktör TC’de ancak yüzyıl arayla işlemeye başlayınca TC’nin kaderi de Almanya’nın (o zaman ki Prusya) yüzyıl önceki kaderiyle benzeşmek durumunda kalmıştır. Almanya bu durumdan neredeyse yüz yılda çıkabildi. Bizimkisi de işçi sınıfının siyasete müdahalesinin üzerinden yüzyıl geçmeden tamamlanabilecek mi acaba? Tarihten ders alınsaydı tarih tekerrür eder miydi?
MGK’nin kucağına düşen pimi çekilmiş elbombası: RP
12 Eylül darbesi TC‘ni neoliberal dünya sistemine eklemlemek üzere gerçekleştirilmiş ve daha sonra da askeri denetimin MGK eliyle ve uyumlu faşist hükümetler aracılığıyla yürütüleceği bir sistem kurulmuştu. Ne var ki, dünya sermayesinin TC’deki güvenilir adamı Özal, ABD’nin sağladığı doğrudan destekle bu hesapta “uyumun” kendisinin belirlediği bir çerçeveye oturtulacağı yeni bir mekanizma oluşturmaya girişti. Bu 12 Eylül generallerinin canını sıkan ve kurdukları mekanizmayı işler halde tutabilmek için sürekli gerilim politikaları üretmek zorunda kalan, Kürdistan ulusal kurtuluş hareketini bu gerilim için “değerlendiren” ve ülkeyi tam bir terör ortamına dönüştüren, binlerce faili meçhul cinayetin işlendiği, devletin çeteleştiği ve nihayet Özal’ın öl(dürül)mesi ile noktalanan bir boyuta ulaştı.
Ülkede denetimi elde tutmak için MGK terör estirirken Özal Öcalan’a elçiler gönderiyor, ateşkes talep ediyor ve meselenin muhatapları ile çözülmesi için yol arıyordu. Özal, Kürt meselesi halledilmeden MGK’nin elindeki terör silahını alabilmenin ve askeri hakimiyeti aşabilmenin olanaklı olamayacağını başbakanlığı döneminde bu saldırıların öncülüğünü yaparken yaşayıp öğrenmişti. Özal asker denetiminden sıyrılma ve Kürtlerle bir çözüm yolu bulma yolunu ararken, Çiller MGK’ye yaslanarak erkini güçlendirme ve terör ortamını, devlet içine yerleştirilen çetelerle tahkim etme yoluna gitmekteydi. Erdal İnönü’nün siyaseti bırakmasına neden olan MGK’nin oluşturduğu bu politika Karayalçın öncülüğünde SHP’ye de benimsetilmiş ve Türkiye resmi-sivil çetelerin, mafya elemanlarının hakimiyeti altındaki bir ülke haline gelmişti. 12 Eylül ruhundan beslenmiş generaller amaçlarına ulaşmış ve yarı askeri rejimi korumayı başarmışlardı.
Aralık 1995’de yapılan seçimler kurulmuş olan mekanizmanın ortasına bir bomba gibi düştü.
%10 barajını geçebilen partilerden Erbakan’ın RP’si %21.4 oyla 158 milletvekili çıkarıp birinci parti oldu. Onu 135 (%19.2) milletvekili ile DYP takip etmekteydi. ANAP 132 (%19.7), DSP 76 (%14.6) ve CHP de 49 (%10.7) milletvekili çıkardılar. %4 oyla barajın altında kalan HADEP’le birlikte %14 oy boşa gitti; daha doğrusu onların yerine diğer partiler kazanmadıkları milletvekilliklerini aldılar.
Refah Partisi’nin böylesine büyük bir güçle parlamentoya girmiş olması sadece MGK’de değil, SSCB’nin yıkılışının ardından dünyayı yeniden paylaşmanın derdinde olan NATO ortakları arasında da alarm zillerinin çalmasına neden olmuştu. Zorlu pazarlıkların sonucu Ecevit’in dışarıdan desteği de sağlanarak ANAP-DYP azınlık hükümeti 6 Mart 1996’da oligarşinin bütün bileşenlerinin elbirliğiyle kuruldu ama ömrü ancak üç ay sürebildi. Tansu Çiller hakkında verilen yolsuzlukla ilgili soruşturma önergesine ANAP’lılar da oy verip ardından da Anayasa Mahkemesi hükümetin aldığı güvenoyunun geçersiz olduğuna karar verince Başbakan olan Mesut Yılmaz 6 Haziran’da istifasını Özal’a vermek zorunda kaldı.
Açılan yolsuzluk soruşturmalarının kapatılması ve ikişer yıl başbakanlık yapma koşullarında anlaşan Erbakan ve Çiller, Erbakan’ın başkanlığında yeni hükümeti kurup güvenoyu aldılar.
MGK bir kez daha 1983’te cuntanın hesaplarının dışında %45 oyla seçilen Özal’la yüz yüze geldiklerine benzer bir durumla karşılaşmıştı. Üstelik Özal dünya oligarşisinin güvenilir adamıyken Erbakan talepleriyle Ortadoğu’da en istenmeyen liderlerden birini oluşturuyordu.
12 Eylülün verdiği yetkilerle donanmış ve öyle de davranan generaller RP’nin hızlı yükselişinden bir anlamda ürküp devletin geleneksel rotasını sağlamlaştırmak ve MGK’nin iktidar üzerindeki belirleyici etkisini korumak üzere siyasete bir ayar vermeyi gerekli gördüler.
12 Eylül’ün yarattığı kurumlaşma esasında yeni bir darbe yapılmasına pek gerek bırakmıyordu. Zira 27 Mayıs darbesinin ardından kurulan ve sivil iktidar karşısında bir denge organı görevi gören MGK artık 12 Eylül darbesiyle birlikte “tavsiyelerine uyulması zorunlu” bir kurum haline gelmişti. Bundan alası olamazdı. Zira hiçbir sorumluluk üstlenmeden siyaset üzerinde belirliyi bir rol oynanabilecek ama bütün olan bitenin hesabını siyasiler halka vermek zorunda kalacaklardı. Tam bir “davul siyasilerin, tokmak generallerin elinde” kurgusu.
12 Eylül darbesi MGK’yla uyumlu ve denetimli bir faşist iktidar modeli hazırlamış olduğu için bu kurgunun hiçbir “mahzurlu” yanı yoktu. Sırtını generallere dayamış faşist bir diktatörlüğün üreteceği herhangi bir çelişki beklenmiyordu.
Ne var ki, ABD’nin müdahaleleriyle, Sunalp’ın değil de Özal’ın seçimleri kazanması kurulan mekanizmanın gerilim içerisine sürüklenmesine neden oldu. Kurulan mekanizmanın aksaması nedeniyle bundan böyle uyulması zorunlu tavsiyeler vermek generallerin konumlarını korumalarının şartı haline gelmişti.
Özallı yılların ardından generaller Demirel’le çok bir sıkıntı yaşamadılar. Camdan karakollar yapma sözü vererek başbakan olan Demirel, kendi ifade ettiği üzere “Fötr şapkasıyla 6 defa gidip yedi defa geri gelmiş” olmanın kazandırdığı deneyimle askerlerin tepesini attıracak işlere imkan bırakmadı. Ne var ki, Demirel’in “Cumbaba” olup yerini Tansu Çillere bırakması Genel Kurmay Başkanı “tak-şak paşa” [1] uyumuyla birlikte TC devletini gittikçe daha bir çeteleşme içine soktu.
Generaller RP’nin yükselişini varoluşlarına yönelen bir tehlike olarak algılamakta haksız değildiler. Ama aslında kendilerinin 12 Mart 1971 darbesinden beri yürüttükleri faaliyetlerin ürünleriyle yüz yüze idiler; 12 Mart darbesinin ardından “sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aştı” diyerek demokratikleşmenin önünün alınmasını savunan dönemin genelkurmay başkanı Memduh Tağmaç zamanından beri İslamcı akımlar ordu içerisinde kendilerine yer bulmaya başlamış, toplumda İslami örgütlenmeler derinleşmiş ve nihayet Ermenilere ve Kürtlere karşı yürütülen faaliyetlerin çete faaliyetine dönüşmesiyle askerler seçimlerin sonuçlarına rağmen kimin başbakan olacağını da belirlemeye kalkışmakta da karşılarında bir engel görmeyecek konuma ulaştılar. Aslında oluşan bir yarı askeri rejimden başka bir şey değildi.
Şimdi bu rejimin başbakanlığını oligarşinin kendi karşısında bulduğu Erbakan üstlenmişti. Artık hesaplanan hiçbir şeyin beklenildiği gibi ilerlemesi beklenemezdi. Bu durum 12 Eylül uzantısı işbirlikçi generalleri Erbakan’ı düşürme seçeneğiyle yüz yüze getirdi. Toplumsal destek laisizm-şeriatçılık gerilimi üzerinden sağlandı; Sincan’da tanklar yürütülerek askeri güç kullanma tehdidi sergilendi; Müslüm Gündüz-Fadime şahin vakası gibi senaryolar hayata geçirildi. Ve nihayet 28 Şubat 1977 tarihinde 18 maddelik bir kararlar dizgesi “uyulması zorunlu tavsiye” babından Erbakan’ın eline tutuşturuldu. Yapılan görünüşte şeriatçılığın önüne geçmek üzere seküler tedbirler alınmasıydı. Bunların bizatihi Erbakan eliyle yapılması demek onun kitlesel tabanıyla da karşı karşıya gelmesi anlamına gelecekti. Böylece Erbakan darbe-istifa çıkmazına sürüklenmiş olacaktı. Nitekim Erbakan da istifa edip yerini Çiller’e bırakmayı hesaplarken MGK ile işbirliği içinde olan Demirel, başbakanlık görevini T. Çiller’e değil Mesut Yılmaz’a verdi ve RP’nin kapatılması süreci de başlamış oldu. Aslında hükümetin istifasından bir ay önce, Mayıs ayının sonunda Anayasa Mahkemesi’nde kapatılma davası açılmıştı. Üzerinden çok zaman geçmeden de 16 Ocak 1998’de RP kapatıldı ve siyasal İslamın da emperyalizmin istediği doğrultudaki AKP’ye varan yeni şekillenmesinin yolu da açılmış oldu.
Mesele hilafet değil sermaye
Erbakan’ın siyasi parti kurma girişimi 1967 yılındaki Odalar Birliği seçiminin ardından Demirel tarafından Erbakan’ın başkanlıktan uzaklaştırmasına kadar geri gider. O zamana kadar CHP, DP, AP içerisinde kendisine yer bulan İslami eğilimli orta ve küçük sermaye sahipleri Odalar Birliği’nde tekelci sermayeye karşı üstünlük elde edip bunun tekelci sermaye tarafından tanınmaması üzerine ittifaktan ayrılıp Yeni Nizam Partisi’ni oluşturarak siyasette Türkiye dengelerini gittikçe altüst eden yeni bir faktör oluşturdular. Bu girişim hem tekelci sermayenin yığınları peşinde sürüklemesinin önüne engeller çıkarıyor hem de faşist hareketin İslami tabanda yer edinmesini zorlaştırıyordu. Bu özellikleriyledir ki, oligarşinin her darbe dönemi Erbakan için de mağduriyetler dönemi olmuştur.
Aynı çizginin 90’lı yıllardaki şekillenmesi olarak RP’nin en büyük parti olarak parlamentoya girmiş olması birçok açıdan kurulu nizam tarafından benimsenemeyecek bir durum yaratmıştır. Belli başlı üç temel çatışma alanı bulunmaktadır:
1- Otoriter bir yönetim aracı olarak hilafetle mücadele ve Kemalist hegemonya
2- Yeni nesil sermayenin devlet katında yer talebi
3- ABD çıkarlarıyla çatışma; bölgenin yeniden paylaşımı ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi
Hilafetçilikle mücadele ve otoriter yönetim
Kemalist rejimlerin kullandıkları şiddet politikalarını meşrulaştırmada kullandıkları en önemli silahlar “komünizm tehlikesi, şeriat ve bölücülük”tü. Komünizm tehlikesi SSCB’nin çöküşüyle birlikte en azından bir zaman için geride kalmıştı ama şeriat ve bölücülük tehditleri topluma ve politikaya ayar vermekte yeterli imkanı sunabilecek nitelikteydi.
Özal ABD tarafından desteklendiğini iyi bildiği İslami gelişmenin önünü biraz daha açmak üzere, 12 Eylülcülerin yaptıklarına ek olarak, sureti haktan görünüp ilginç bir girişimde bulundu: Komünistlerin yıllarca mücadele verip bir türlü kaldırtamadığı TCK’nın komünizmi yasaklayan 141-142. maddeleriyle şeriatçılığı yasaklayan 163. Maddelerini iptal etti. Komünistler nasıl olsa kaldırılan maddeler olmasa da, terörist, anarşist, bölücü vs. denilip takibata devam edilebilirdi. Ne var ki, soğuk savaşın başlangıcından beri sürdürülen ve SSCB’yi tecrit etmeye yönelik NATO planı “yeşil kuşak” projesi gereği olarak komünizmle mücadele dernekleri ile başlayıp, kontrgerilla, faşist komando kampları ve nihayet 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle taçlandırılan sürecin devamı olarak Türkiye toplumunun demokratikleştirilmesinin önüne dikilmek istenen siyasal İslamın önü de tam anlamıyla açılmış oldu.
ABD projesinin öngördüğü elbette Erbakan gibi milliyetçi dinci birinin bu akımın başını çekmesi değildi. Tam tersine İslam ülkelerine yapılması planlanan müdahalelerin koçbaşı rolünü görecek birilerinin bu işin önüne geçip rengini değiştirmesi gerekmekteydi.
28 Şubat Darbesi hilafetçiliği engelliyoruz perdesinin arkasına geçip 12 Eylül’ün oluşturduğu totaliter yapılanmanın sulandırılmasını engellemek ve laisizm diyerek totalitarizmi pekiştirmek olmuştur. Cumhuriyetin başından beri bu klişe başarıyla kullanılmıştır. Üretilen şeriat tehlikesine karşı laisizmi savunma bahanesiyle bir baskı ve terör rejiminin sürekli kılınması Cumhuriyet rejiminin temel karakteristiğiydi. MGK’nin bu girişiminin benimsenmesi demek aynı zamanda otoritesinin yenilenmesi ve alacağı kararlara bağlılık gösterilmesinin güvence altına alınması, yani rejimin yarı askeri karakterinin korunması anlamına gelmekteydi.
Tekelcilerle orta burjuvazi çatışması
RP’nin devamı olduğu Milli Nizam Partisi’nin kuruluş nedeni esasında sermayenin üst kesimiyle alt kesimleri arasındaki bir çatışmanın eseriydi. Tekel dışı olan ve esas olarak da İslami ideoloji çerçevesinde örgütlenen alt kesim, TC’de kapitalizm açısından son derece önemli olan devlet kredileri ve ihalelerine tekelciler kadar ulaşmak istiyor ve yönetici oligarşi içinde kendisine yer talep ediyordu. Giderek yeşil sermaye diye adlandırılan bu kesim sahip olduğu ideolojinin de verdiği ışıkla İslam ülkeleri arası alternatif bir ilişkinin geliştirilmesi amacıyla D-8 adıyla Türkiye, İran, Mısır, Nijerya, Bangladeş, Endonezya, Malezya ve Pakistan’ı kapsayan bir İslam ülkeleri arası Ekonomik İşbirliği Teşkilatı da oluşturma yoluna gittiler. Emperyalistler böyle uluslararası kurumlaşmaların kendi denetimleri dışında gerçekleşmesinde aşırı titizdirler ve NATO’cu generaller de NATO’ya sadakatları ölçüsünde bu prensibe sadıktırlar.
Türkiye’nin geleneksel sermayesinin sahiplerinin, bu kesimin gösterdiği gelişmeleri görüp, zaten kıt olan Türkiye sermayesini bunlarla paylaşılmasına yanaşmamasının ve bu temelden çok ciddi bir çatışmanın üremesinin tuhaf bir yanı yoktur.
Genişletilmiş Ortadoğu projesi ve TC’den beklenen taşeronluk
SSCB’nin 1991’de yıkılışının ardından dünyanın yeniden paylaşımı başladı ve bu paylaşım alanlarının başında gelen bölgelerden biri de, hem jeopolitik açıdan hem pazar açısından ve hepsinden de önemlisi enerji kaynaklarının en yoğun olduğu bölge olma açısından, ABD’nin Tunus’tan Afganistan’a kadar uzattığı ve “Genişletilmiş Ortadoğu” diye adlandırdığı bölgeydi. Bu bölgenin hakimiyetini ele geçirmek üzere ABD diğer müttefiklerinin çıkarlarını da arkada bırakacak bir proje hazırlamış ve bu projenin yürütücü taşeronluğunu da, sonradan ortaya çıktığı gibi Türkiye’ye vermişti. 28 Şubat’ın tetiklediği gelişmeler olgunluğa erişip ABD icazetiyle Erdoğan’ın başbakan olmasıyla, bizzat kendisi projenin “eşbaşkanı” olduğunu ilan edecekti. Erbakan ise bırakalım böyle bir projede eşbaşkan olup en yakın müttefiki addettiği kişilere (Saddam, Kaddafi) karşı darbe yapmayı bizzat bu projeye karşı mücadeleye çok önceden beri hazırlanmaktaydı. İktidarla kalmak için İsrail’le askeri anlaşmalara da girmiş olsa bile Erbakan bölgede oluşturulacak bir İslam ortak pazarının mimarı olma çabası içerisindeydi.
Hem kendi iktidarlarını korumak, hem sermayenin isteklerini yerine getirmek hem de ABD emperyalizminin isteklerinin gerçekleşmesiyle ABD’nin kendilerini destekleyeceklerine olan inançları ve o gün yaratılmış olan seküler hassasiyet askerlere pervasız olma imkanını tanıdı ve 12 Eylül’ün oluşturduğu yapının zaafa uğratılmasının önüne geçti. Büyük iddialarla, bin yıl süreceği söylenen bu girişimin ömrü de kendine zemin sunan konjonktürün değişmesiyle birlikte ortadan kalktı ve 2000’li yıllardan itibaren onlar pek de farkına varamadan girişimleri suç karakterine büründü ve kendilerini mahkeme karşısında buldular. Hilafete karşı mücadele edildiği, sekülarizmin savunulduğu iddiaları belki de uygulayıcılarının hiç farkında olmadıkları bir biçimde TC’nin bugün içine sürüklenmiş olduğu ortaçağ gericiliği benzeri bir kanala girmesine olanak sağladı. Onlar Erbakan’ın gericiliğin kaynağı olduğunu iddia edip ona kılıçlarını çekerken, ehveni şer ya da ehven olarak gördükleri Gülen (RTE’nin savcılığı altında) patronu olan ABD adına hepsinin iplerini çektiğinde içlerinden tarihin tekerleğini geri döndürmeyi ne kadar istemiş olsalar da kafa değişmediği için bu kez de RTE’nin ipine sarılmaktan kendilerini alamamışlardır.
Belki bininci kez daha ispatlandı ki, antidemokratik yollardan yapılan her şey gericiliğin katmerlenmesinden başka bir şeye yol açmıyor. 28 Şubat generallerinin 12 Eylül’le beslenmiş, halk düşmanı ve faşizmle dolu kafalarının demokratik temele dayalı bir laisizmi savunması ve bunu özgürlüğün bir zemini olarak kavraması olanaklı olamazdı. Onlar da öncülleri gibi çağdaş bir ilkeyi kendi uyguladıkları despotizmi haklı çıkarmanın aracı kılarak anlamsızlaştırmışlardır.
[1] Zamanın Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in “Tansu hanım tak diye söyler, ben de şak diye yaparım” vecizesi üzerine kendisine takılan lakap.