Pakrat ESTUKYAN yazdı – 26 Şubat 1943, takdir edilen çok yüksek varlık vergisini ödeyemediği için Aşkale’ye, çalışma kamplarına ilk sürgün kafilesinin gönderildiği gün. O kafilede yer alan 160 kişi, salt etnik kimliklerinin cefasını ödemekteydiler. Aynen ’20 kura askerlik’ uygulamasında ihtiyat askerliğine çağrılan ama silah verilmeyen, amele taburlarında çalıştırılan soydaşları ve dindaşları gibi. Zulüm çarkı 1955 yılında ‘6-7 Eylül pogromu’ ile evlerinin, iş yerlerinin, ibadethanelerinin ve hatta mezarlıklarının talanı ile sürdü.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yaşanan aykırılığın etkilerini yüz yıl sonra halen hissediyoruz. Doğal bir süreçte önce toplumun dağınık, bölünmüş unsurları ortak bir ülkü etrafında birleşerek milleti oluştururlar, millet de bu bütünlenme halinden devlet birliğine varır.
Bizde ise önce devlet inşa edildi, ardından da bu devlete biat eden bir millet oluşturma çabalarına girişildi. İçinde pek çok etnik unsur ve inanç barındıran bir anlayıştan tekçi bir yapıya dönüşmek için gerekli olan, karılan harca uyum sağlayamayacağı öngörülenlerin tasfiyesiydi. Bu tasfiye işlemi 1915 soykırımıyla başladı ve ara duraklara uğrayarak günümüze kadar ulaştı.
İttihatçı ideoloji ülke halkları arasında en verimsiz, çoğunlukla yoksul ve eğitimsiz olan, üretimden ve eğitimden çok askeriye ve memuriyete eğilimli bir unsurunu, Türk etnik kimliğini temel alan bir ulus devlet inşasına girişti. Ardından da bu unsurun ülkenin itici gücü olabilmesi için bir dizi servet transferi operasyonlarına koyuldu. Kısaca ‘ekonomide gâvuru tasfiye etmek ve ondan boşalan alanı Müslümana aktarmak’ olarak tanımlanabilecek bu uygulama Cumhuriyet tarihi boyunca sürdü ve halen de sürmekte.
Esasen bir Türk burjuvazisi yaratmaya matuf bu girişim ne yazık ki beklenen sonucu veremedi. Servet aktarımı komprador ve mütegalibe bir sınıf oluşmasına yol açsa da, istikrarlı ve ülke ekonomisini canlı tutacak bir sanayi sermayesi yerine, kamu ihaleleri ile palazlanan ama artı değer üretemeyen güdük bir zenginliğe zemin hazırladı.
Varlık vergisi uygulaması, etnik temelli siyasetin ülke zararına sonuçlanmış uygulamalarından biri olarak, bugün savunanı kalmamış talihsiz hamlelerden biri olarak anılıyor. Ancak acı olan bu nafile hamlelerin değişik şekillerde halen uygulanmaya çalışılması.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluş yıllarında girdiği yanlış makasta ilerleyen bir trene benzetilebilir. Geçmişten devralınan fetih ve talan zihniyeti Cumhuriyet yıllarında da sürdü. Ne var ki geçmişin fetihleri sınırların ötesine yönelmişken, şimdilerde doğrudan ülkenin öz kaynaklarına yönelmek zorunda kalmış gibi görünüyor.
26 Şubat 1943, takdir edilen çok yüksek varlık vergisini ödeyemediği için Aşkale’ye, çalışma kamplarına ilk sürgün kafilesinin gönderildiği gün. O kafilede yer alan 160 kişi, salt etnik kimliklerinin cefasını ödemekteydiler. Aynen ’20 kura askerlik’ uygulamasında ihtiyat askerliğine çağrılan ama silah verilmeyen, amele taburlarında çalıştırılan soydaşları ve dindaşları gibi. Zulüm çarkı 1955 yılında ‘6-7 Eylül pogromu’ ile evlerinin, iş yerlerinin, ibadethanelerinin ve hatta mezarlıklarının talanı ile sürdü.
Çoğunlukla CHP iktidarları döneminde yaşanan bu uygulamaların yakın geçmişteki örneği ise 1974 yılında gündeme getirilen ‘1936 beyannameleri’ uygulaması oldu. Bu kez hedef alınan dini azınlıkların kurumsal varlıklarıydı. Yargıtay, Anayasaya aykırı olarak T.C. vatandaşlarının bir bölümünü ‘yabancı’ olarak konumlamış, onların kurumsal varlıklarını da ‘yabancı vakıflar’ olarak adlandırmaktan kaçınmamıştı.
‘Aslolan vatansa gerisi teferruattır’ anlayışı, benimsediği çarpık vatan anlayışı sonucunda bizatihi vatan toprağını talan etme noktasına vardı. Ülkenin doğası, dereleri, dağları, ormanları, kıyıları, tarım alanları, yeraltı zenginlikleri istikrarlı bir şekilde talan edilmekte. HES’ler, maden ruhsatları, orman arazilerine yönelik imar planları, kentlerde yeşil alanların imara açılmasına imkan veren plan değişiklikleri, ithal atık depolama alanları bu talanın en önemli araçları.
Çözüm Cumhuriyet treninin doğru bir makas değişikliğini başarmasında. Bunu herkes biliyor ama kimse makası değiştirecek levyeye el atamıyor.
Malum, ‘o tuğlayı çekersek duvar yıkılır’ demişti birileri.