Tolga TÖREN yazdı: Yazı dizisinin bir önceki bölümünde de bahsettiğimiz üzere, Türkiye’nin savaşın ortalarına kadar izlemiş olduğu Alman taraftarı dış siyaset, bu tarihten itibaren kademeli olarak farklılaşmaya başlar. Ancak farklılaşma artık yalnızca dış politika alanında değildir.
Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nın ortalarından itibaren başlayan ABD öncülüğünde şekillenen kapitalist bloğa dâhil olma çabaları savaş sonrasında da devam eder. Yazı dizisinin bir önceki bölümünde de bahsettiğimiz üzere, Türkiye’nin savaşın ortalarına kadar izlemiş olduğu Alman taraftarı dış siyaset, bu tarihten itibaren kademeli olarak farklılaşmaya başlar. Ancak farklılaşma artık yalnızca dış politika alanında değildir.
Her şeyden önce savaş sonrasında iç siyasette Türkiye’nin batılı ülkeler gibi “demokrasi” ile yönetilen bir ülke olduğu yönündeki vurgular daha sık işitilir. Ancak, iç siyasette daha fazla duyulan bu ses asıl olarak dış dünyanın duyması içindir. Öte yandan bahsi geçen “demokrasi”, aşağıda daha da açık görüleceği üzere, Türkiye’nin ABD ile ilişkilenme biçimine eleştirel yaklaşan, SSCB ile barışçı politikalar izlenmesini savunan anti-emperyalist, barış yanlısı ya da anti-kapitalist kesimlere kapalı bir demokrasidir.
Savaş sonrasında yaşanan diğer dönüşümlerde olduğu gibi bu konuda da iki etken belirleyicidir: Türkiye’nin savaştan galip çıkan blok içerisinde yer alma isteği ve dönemin koşullarının sağladığı olanaklardan faydalanarak sermaye birikim sürecinin yönlendirilmesinde daha aktif rol oynamak isteyen ticaret sermayesi ve büyük toprak sahiplerinin yarattığı basınç. Feroz Ahmad, “Modern Türkiye’nin Oluşumu” çalışmasında bu durumu şu şekilde ifade eder:
“Özel sektör cumhuriyet döneminde önemli ölçüde gelişmişti ve artık devletin önceden kestirilemeyen, keyfi davranışlarına katlanmak istemiyordu. Batıdan, özellikle Türk sisteminin piyasa güçlerine açılmasını isteyen Birleşik devletlerden gelen baskı, bu gelişmeyi teşvik etti. Nitekim özel sektörün Cumhuriyet Halk Partisi içindeki temsilcileri liberalleşme yönde baskı yaparlarken, Recep Peker’in olanca heybetiyle önderlik ettiği sert devletçiler, devletin baskısını arttıracak şekilde sistemi dönüştürmek istiyorlardı.”[i]
Tüm bunlar, bu zamana kadar yerleşik kimi kalıpların/tanımlamaların farklılaşmasına da hizmet eder. Örneğin yakın zamana kadar Almanya’daki “führer” kavramından esinlenilerek “milli şef” unvanı ile anılan ve halen iktidar üzerinde önemli bir güce sahip olan İnönü, 01.11.1944 tarihli Meclis’i açış konuşmasında siyasal yapının, CHP içindeki ticaret sermayesi ve büyük toprak sahiplerinin talepleri doğrultusunda değişeceği yönündeki ilk işareti verir. İlgili konuşmasında hükümet-parlamento ilişkileri ve demokrasi konusuna değinen, İnönü kamuoyunu hükümetin kendi vesayeti altında olmadığı fikrine şu sözlerle ikna etmeye çalışır.
“Bu kürsüden vakit vakit Hükümet icraatına karşı yükselen sözlerin her zaman tasvip ve takdir sesleri olmadığını gösteren örnekler sayısızdır. Millet murakabesinin (denetleme) şüphe götürmeyen delillerini Büyük Millet Meclisi’nin çalışmalarında bol bol bulabiliriz… İdaremiz, bütün manasiyle halk idaresidir. Bu idare demokrasi prensiplerini Türkiye’nin bünyesine ve hususi şartlarına göre tekâmül ettirmektedir (geliştirmektedir).”[ii]
Yukarıda da ifade edildiği üzere, bu sözler asıl olarak dış dünyaya verilen bir mesajdır; keza Türkiye bu dönemde, başta ABD olmak üzere dâhil olmaya çalıştığı Batı Bloku ülkeleri tarafından “diktatörlük” olarak tanımlanmaktadır. İnönü’nün yukarıdaki sözleridile getirmekteki asli amacı da, rejimin işleyişinde asıl unsurun parlamento ve milletvekilleri olduğunu ifade ederek bu yargıyı değiştirmektir.
İnönü’nün bu tür vurguları zaman ilerledikçe daha da netleşir. Örneğin, aynı dönemlerde ilerde Birleşmiş Milletler’in kuruluşu ile sonlanacak San Francisco görüşmelerine giden Türkiye heyetine, Türkiye’de en kısa sürede demokrasiye geçileceğini bildirmelerini ister.[iii] Bunu, 19 Mayıs 1945 tarihli gençlik bayramı mesajında sarfettiği “memleketimizin siyasi idaresi Cumhuriyetle kurulan halk idaresinin her istikamette ilerlemeleri ve şartları ile gelişmeye devam edecektir” sözleri izler. İnönü böylece aynı mesajı ülke içindeki aktörlere de duyurmuş olur. 1.11.1945 tarihli Meclis’i açış konuşmasında sarf ettiği sözlerle ise konuya son noktayı koyar:
“Bizim tek eksiğimiz, hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır. Bu yolda, memlekette gelişmiş tecrübeler vardır. Hatta iktidarda bulunanlar, tarafından teşvik olunarak teşebbüse girilmiştir. İki defa memlekette çıkan tepkiler karşısında teşebbüsün muvaffak olamaması bir talihsizliktir. Fakat memleketin ihtiyaçları sevkiyle, hürriyet ve demokrasi havasının tabii işlemesi sayesinde, başka bir siyasi partinin kurulması da memnun olacaktır.” [iv]
İnönü aynı konuşmasında, 1947 seçimlerinin tek dereceli olacağını, yazı hürriyeti, basın hürriyeti ve ihracat kısıtlamaları gibi konularda da hükümetin eskiye oranla daha esnek davranacağını da ifade eder. Böylelikle Türkiye’nin yalnızca bir müttefik olarak Batı’nın yanında yer almakla kalmayacağını, siyasal ve ekonomik sistemini de Batı’ya yakınlaştıracağının işaretlerini verir.
Kontrollü Çok Partili Yaşam
1945 yılında yaşanan gelişmelerden bir diğeri de, CHP içerisinde yaşanan ayrışmaların daha da açığa çıkmasıdır. Bu konuda özellikle bir grup CHP milletvekilinin verdiği Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu önergesi önemli rol oynar. Mülkiyet altında tutulabilecek toprak miktarının 5000 dönüme kadar çıkmasına izin vermekle birlikte, büyük toprakların bir kısmının kamulaştırılarak, 50 dönümün altında toprak kalmaması koşuluyla dağıtılmasını öngören yasa teklifi CHP içinde var olan ayrışmanın kristalize olmasında önemli rol oynar.[v]
Önergenin TBMM’de kabul edilmesi sonrasında, başını Adnan Menderes ve Celal Bayar’ın çektiği bir grup milletvekili CHP’den istifa ederek, Demokrat Parti’yi kurar.[vi] Ancak Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Demokrat Parti’nin kurulmasının yalnızca yüzeydeki nedenidir. Asıl neden ise, daha önce de belirtildiği üzere, sermaye birikiminin yönlendirilmesinde daha aktif rol oynamak isteyen ticaret sermayesi ve büyük toprak sahiplerinin siyasal temsiliyet ihtiyaçlarıdır. Bu durumun en önemli göstergesi, Demokrat Parti’nin programında yer alan ve söz konusu sınıfların çıkarlarına hitabeden, tarım sektörüne öncelik verilmesi, özel girişimin esas kabul edileceğinin bildirilmesi gibi maddelerdir:
“…programın öngördüğü iktisat politikası, tamamen bu sınıfların çıkarına uygundur. Program tarım sektörüne öncelik kazanacağını ve özel girişimin esas kabul edileceğini müjdeliyordu… tarıma öncelik vermek demek, büyük toprak sahiplerinin geniş ölçüde kredi, donanım, ucuz tohumluk ve uygun tarım fiyatlarından yararlanması demekti. Özel girişimin esas alınması ilkesi ise, ticaret burjuvazisine ‘nurlu ufuklar’ açıyordu. Devlet makinesi onun lehine işleyecekti; hatta gücü yeterse iktisadi devlet teşekküllerini elverişli fiyatla satın alabilecekti… Ancak bütün bu hürriyetlerin iki esaslı şartı vardı: birincisi mülkiyetin dokunulmazlığı ikincisi sınıf fikrinin reddi.” [vii]
Demokrat Parti’nin kurulması ile birlikte çok partili yaşama geçiş başlarsa da, siyasal alana yeni katılan muhalefet partisinin faaliyetlerinin sınırlarını belirleme yönünde çeşitli girişimler yaşanır. Bir başka ifade ile ortaya çıkan muhalefetin Türkiye’nin yeni yönelimlerine aykırı bir söylem içerme potansiyeli taşıyıp taşımadığı test edilir. İnönü ile Demokrat Parti’nin kurucularından Celal Bayar arasında geçen konuşma bu konudaki göstergelerden birisini oluşturur:
“– Terakkiperverlerde olduğu gibi ‘İtikadatı diniyeye biz riayetkârız’ diye madde var mı?
Celal Bayar:
- Hayır Paşam. Laikliğin dinsizlik olmadığı var…
- Ziyanı yok. Köy enstitüleriyle, ilkokul seferberliğiyle uğraşacak mısınız?
- Hayır.
- Dış politikada ayrılık var mı?
- Yok.
- O halde tamam.” [viii]
Solu Tasfiye!
Çok partili yaşama geçilmiş olmasına rağmen Türkiye’nin yeni yönelimine aykırı tavır alan siyasal yapılara izin verilmemesinin daha önemli ve çarpıcı göstergesi bu dönemde sosyalist hareket üzerinde yoğunlaşan baskılardır. Kapitalist sisteme ve Türkiye’nin ilişkilerini derinleştirme çabasında olduğu ABD’ye eleştirel yaklaşmayan siyasal yapılanmalara kontrollü onay verilmiş olunmasına rağmen Türkiye’nin kapitalist bloka katılmasına eleştirel yaklaşan hareketler, baskı altına alınır. Bu duruma örnek olarak gösterilebilecek en önemli gelişme, çok partili yaşamla birlikte yasal siyasal faaliyet yürütmeye başlayan Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi (TSEKP) ve Türkiye Sosyalist Partisi’nin kapatılmasıdır. 29.01.1947 tarihli TBMM Genel Kurul oturumunda Demokrat Parti Giresun Milletvekili Ahmet Ulus’un “komünist tahriklerinden dolayı Sıkıyönetim Komutanlığı’nca yapılan soruşturma hakkındaki” sözlü soru önergesine İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer’in vermiş olduğu cevap, dönemin iktidarının ABD’ye ya da kapitalist sisteme eleştirel yaklaşan siyasetlere nasıl yaklaştığı konusunda bir fikir verir niteliktedir:
“Bu devirde demokratik gelişmelerden faydalanma faaliyeti canlı bir surette göze çarpmaktadır. Tan Gazetesi’ni neşriyatı, Şefik Hüsnü’nün Türkiye Sosyalist, Emekçi ve Köylü Partisi’nin kuruluşu, Esat Adil’in Türkiye Sosyalist Partisini örtülü olarak kurması, işçilerimizin milli duygularını çürütecek telkinler alında bu iki örtü altında çalışan Komünist Parti’nin direktifi ile birçok işçi sendikalarının kurulması, komünizm zihniyetini besliyen gazete ve dergilerin basın alanında aşırı yayınlara başlaması, bu devirdeki faaliyetin ana hatları olup Sıkıyönetim Mahkemesi’ kararıyla örtülü bu komünist partileri ve bunlara bağlı sendikaları, gazete ve dergilerin kapatıldığı yüksek bilgileri dâhilindedir.”[ix]
Bu konuda dikkat çekilmesi gereken noktalardan birisi de, dış politikada olduğu gibi solun tasfiyesi konusunda da Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi’nin aynı yönde görüşe sahip olmasıdır. Bir başka ifade ile iki siyasi partinin, dış politikada Batı yanlısı politikaların savunulmasına ilişkin rekabeti, solun tasfiyesi ve kendini soldan ayrıştırma konusunda da geçerli olur. Bu ortak tutum ile birlikte dönemin koşullarında, taraflar adeta birbirleri ile anti-komünist olma yarışına girişirler. Örneğin DP ve CHP arasında yaşanan birçok tartışmada, taraflar sürekli olarak karşısındakini komünist olmakla ya da komünistlere destek olmakla suçlar. Suçlanan taraf ise komünist olmadığını, komünistlerin tasfiye edilmesi için gösterdiği çabalarla ispatlama yoluna gider.[x]
7 Eylül 1946 Devalüasyonu ve IMF’ye Üyelik
Türkiye’nin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan uluslar arası ortama uyum sağlama çabalarından birisi de 7 Eylül 1946 Kararları’dır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin yeni ekonomi politikalarını belirlediği ilk önemli adım olarak da tanımlanan bu kararların alınmasında rol oynayan temel faktör ise Bretton Woods’ta oluşan sisteme katılma isteğidir.[xi] Dönemin Maliye Bakanı da 7 Eylül Kararları’nın açıklanmasının hemen ardından, Türkiye’nin henüz IMF’ye üye olmamasına karşın Bretton Woods kararlarına uymayı ilke edindiğini açıklayarak bu durumu doğrular.[xii]
1946 Kararları’nın en önemli maddesi TL’nin dolar karşısında %117 devalüe edilmesiyse de, kararlar ile birlikte uygulamaya konan tek düzenleme Cumhuriyet tarihinin bu ilk devalüasyonu değildir. Söz konusu kararlar ile devalüasyonun haricinde, kapitalist sistemin içinde bulunduğu konjonktüre uygun birçok düzenleme hayata geçirilir. Ekmek satışlarının karneden kaldırılması, bazı temel malların fiyatlarında indirim yapılması, altın fiyatlarının yükselmesinin önlenmesi için Ziraat Bankası’nın altın alım satımının serbest bırakılması, ihracatta farklı mallara farklı kur uygulamasının kaldırılması, madenlerin dış satımının serbest bırakılması bu konuda verilebilecek başlıca örneklerdir.[xiii]
Devalüasyon kararının alınmasında, başta Türkiye’den hammadde ithalatı yapan İngiltere ve ABD olmak üzere birçok Batılı kapitalist ülkenin, ürettiği malların iç ve dış fiyatları arasındaki makasın açıldığı gerekçesiyle Türkiye üzerinde baskı kurması da önemli rol oynar. Ancak bu durum dönemin yöneticileri tarafından baskı olarak algılanmaktan ziyade, savaş sonrasında oluşan yeni düzene eklemlenebilmek için bir fırsat olarak değerlendirilir. Nitekim devalüasyon kararından sonra, yakın zamana kadar dış ticaretini büyük ölçüde Almanya ile gerçekleştiren Türkiye’nin, İngiltere ve ABD gibi ülkelerle olan ticareti önemli artış yaşar.[xiv] 7 Eylül Kararları’nın dönemin yönetici kadrosu tarafından kapitalist sistem içerisinde oluşan yeni düzene eklemlenme çabası olarak görülmesi konusunda bir diğer gösterge de, hükümetin devalüasyonun olumsuz etkilerini, ABD’den talep ettiği 300–500 milyon dolarlık kredi ile ortadan kaldırmayı planlanmasıdır. Ancak hükümetin bu talebi, kısa bir süre sonra Türkiye’nin Bretton Woods’a üye olacağı ve o zaman IMF’den ya da Dünya Bankası’ndan kredi alabileceği gerekçesiyle reddedilir.[xv]
Demokrat Parti Türkiye’nin Bretton Woods’a üye olmasının memlekete fayda sağlayacağını ifade etmekle birlikte[xvi] 7 Eylül Kararları’na oldukça sert tepki gösterir. Tepkilerin dayanak noktası ise, Avrupa ülkelerinin tarımsal ürün talebinin yüksek olduğu bir dönemde yapılan bu devalüasyonun, tarım üreticilerinin aleyhine sonuçlar doğuracağı ve Türkiye’nin ödemeler dengesini bozacağı söylemidir. Bu söylem DP’nin, 7 Eylül kararlarına ticaret sermayesi ve büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını zaafa uğrattığı gerekçesiyle karşı çıktığını göstermektedir. Nitekim, devalüasyon bu kesimlerin ihraç ettiği ürünlerin dolar karşısında ucuzlamasına, dolayısıyla önemli kazanç kayıpları ile karşı karşıya kalmasına yol açar. Hükümet ise devalüasyon kararını, Türkiye’nin Bretton Woods Sistemi’nde yer alması ve özellikle savaştan hasarla çıkmış tarım ihracatını arttırabilmesi için bir zorunluluk olduğu argümanıyla savunur.[xvii] Ancak DP’liler, bu argümanla ikna olmaz ve ilerleyen yıllarda da bu konudaki eleştirilerini sürdürür. Hükümetin 7 Eylül Kararları ile ulaşmak istediği sonuç 11 Mart 1947 tarihinde gerçekleşir ve Türkiye, bir sonraki yazıda ele alınacak olan Truman Doktrini’nin ilan edilmesinden bir gün önce IMF’ye üye olur. Böylelikle Türkiye kapitalist sistemin uluslar arası ölçekte yeniden yapılanması sürecine resmen dâhil olur.
(Devam edecek)
* Not: Bu yazı dizisi, yazarın 2007 yılında Sosyal Araştırmalar Vakfı tarafından yayımlanan “Yeniden Yapılanan Dünya Ekonomisinde Marshall Planı ve Türkiye” başlıklı kitabının ilgili bölümlerinin gözden geçirilmiş versiyonuna dayanmaktadır.
[i] Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu. Yavuz Alogan (çev.), Üçüncü Basım, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2005, s.126
[ii] İsmet İnönü, “Reisi Cumhur İnönü’nün T.B.M.Meclisinin VII. Devre İkinci Toplantı Yılını Açış Nutku”, Cumhurbaşkanları’nın T.Büyük Meclisini Açış Nutukları, Av.Kazım Öztürk (derl.), İstanbul: AK Yayınları, 1969, s. 366
[iii] Nihal Kara, “Türkiye’de Çok Partili Sisteme Geçiş Kararının Nedenleri”, Yapıt Toplumsal Araştırmalar Dergisi, Sayı 8 (Aralık Ocak 1984), s. 64–75
[iv]İnönü, Age, s. 379
[v] Ecehan Balta, 1945 Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu: Reform mu Karşı Reform mu ?, Praksis, Sayı 5 (Kış 2002), s.277-322
[vi] Toprak Kanunu sonucu çıkan tartışmalar için bkz. Cem Eroğul, Demokrat Parti (Tarihi ve İdeolojisi), 2.Basım, Ankara: İmge Kitabevi, 1990, s. 9–10
[vii] Eroğul, s.49
[viii] Metin Toker’den aktaran Ali Gevgilili, Yükseliş ve Düşüş, 2.Basım, İstanbul: Bağlam Yayınları, 1987, s. 42
[ix] T.B.M.M. Tutanak Dergisi, Dönem: VIII, Cilt 4, Toplantı 1, 44. Birleşim, 29.01.1947, s.66–76
[x] age.
[xi] Haldun Gülalp, Gelişme Stratejileri ve Gelişme İdeolojileri, s.44
[xii] Yalçın Doğan, IMF Kıskacında Türkiye 1946–1980, 3. Basım, İstanbul: Tekin Yayınları, 1987, s.63
[xiii] Doğan, s.59–61
[xiv] Doğan, s.62
[xv] Doğan, s.63
[xvi] TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: VIII, Cilt 4, Toplantı 1, 44.Birleşim, 14.2.1947
[xvii] Bu konudaki tartışmalar için bkz. T.B.M.M. Tutanak Dergisi, Dönem: VIII, Cilt 2, Toplantı 1, 3. Birleşim, 13.11.1946, s.20–42