Doğan ÖZGÜDEN yazdı – Evet, Yaşar Kemal çok sevdiğimiz ve saydığımız bir yazar, müstesna bir insandı. Sürgün yıllarımızda da, insan hakları ve özgürlüklerin savunulması konusundaki mücadelelerimizde en önemli referanslarımızdan biri oldu. Yaşar, ayrı düşmenin acısını hep yüreğimizde duyduğumuz dostlarımızdandı.
Altı yıl önce kaybettiğimiz Türkçe edebiyatının büyük ustalarından Yaşar Kemal, sosyalist örgütlenmede ve medyada olduğu gibi özel yaşamımda da iz bırakmış olan isimlerin önde gelenlerinden…
Benden tam 13 yıl daha büyük olduğu halde, ikimizin de günlük medyada gazeteci olarak yer almamız 50’li yılların başlarına rastlıyor. Ben İzmir’in tek muhalif gazetesi Sabah Postası‘nda çalışırken, hikayeleriyle daha 40’lı yıllarda edebiyat dünyasında isim yapmış olan Kemal Sadık Göğceli de ilk kez Yaşar Kemal adını kullanarak İstanbul’un muhalif gazetelerinden Cumhuriyet‘te röportajlar ve fıkralar yazmaya başlamıştı.
Ama dönemin arayış içindeki tüm gençleri gibi beni de Yaşar Kemal hayranı kılan, onun önce Cumhuriyet‘te tefrika edilen, 1955’te de kitap olarak yayınlanan İnce Memed adlı romanı olmuştu.
Bunun özel bir nedeni de vardı… Çocukluğum 2. Dünya Savaşı yıllarında demiryolcu babamın görevli olduğu ara istasyonlarda ya da ilkokulu okuyabilmek için gurbetçi gönderildiğim köylerde geçmişti.
O günlerden birinde, jandarma tarafından “eşkiya” diye her yerde aranan bir köylü gece yarısı Erciyas dağının eteklerinde bizim bulunduğumuz istasyonun bekleme odasına sığınmış, mavzerini yastık yapıp uyuya kalmıştı. İstasyon şefi olan babam kendisini uyandırıp acılı hikayesini dinlemiş, ardından annemin hazırladığı azığı yanına katarak Erciyas’ın karlı yamaçlarına yolcu etmişti.
İnce Memed‘i okurken o günleri de anımsayıp Yaşar Kemal‘e daha bir saygı duymuştum.
Yaşar Kemal‘le şahsen tanışmamız, 1963 yılında, hızlı bir örgütlenme sürecine girmiş bulunan Türkiye İşçi Partisi‘nin Bâbıâli yokuşunda, tam da İstanbul Valiliği’nin yanı başındaki genel merkezinde oldu.
Daha önce partinin İzmir örgütlenmesi sorumlularından iken genel başkan Mehmet Ali Aybar‘ın isteği üzerine İstanbul’a göçmüştüm. Sabahları öğlen gazetesi Gece Postası gazetesini yayına hazırlıyor, öğleden sonra Türkiye Gazeteciler Sendikaları Konfederasyonu‘nda sendikacılık, akşamları da TİP genel merkezinin Basın ve Bilim-Araştırma kurullarında sekreterlik yapıyordum.
Aybar’ın çağrısı üzerine sol aydınların ve sanatçıların partiye akın ettiği günlerdi… Taşrada yazılarını, kitaplarını okuyarak hayran olduğum yazarları şahsen tanımak, yoldaşça görüşebilmek, dostluk kurmak yaşamımın en mutlu olaylarındandı.
Biz partili gençlerin Yaşar’a hayranlığını pekiştiren yanı ise, ününün uluslararası boyut kazanmış olmasına rağmen parti yaşamındaki alçak gönüllü ve disiplinli tavrıydı. İngilizce öğrenmek üzere İngiltere’ye gitmeye niyetlendiği günlerdi. Seyahati kesinleştirmeden önce bir parti üyesi olarak önce Aybar‘ı ziyaret edip izin istemişti, Aybar da bu seyahati mutlaka gerçekleştirmesi, İngilizce öğrenmesi için kendisini teşvik etmişti. Onun bu militanca tavrı benim gibi genç partilileri son derece etkileyen bir örnek olmuştu.
TİP’teki birlikteliğimiz, Bilim-Araştırma Kurulu’ndaki ortak çalışmalarımızdan sonra, 1964’teki 1. Büyük Kongre’de ikimizin de genel yönetim kuruluna seçilmemizle yeni bir boyut kazanmıştı.
Ne ki, kongrede fikir işçilerinin yönetim organları seçimlerinde emekçi kesimden sayılmaması ve gençlik kollarının de genel yönetim kurulunda temsilinin engellenmesi parti tabanında tepki yaratmıştı.
Aynı zamanda sendikacı olduğum için genel yönetim kuruluna ve merkez yürütme kuruluna emekçi kesimden seçilmiş olmama rağmen, bu yanlışın düzeltilmesi için başlatılan imza kampanyasına hiç tereddüt etmeden ben de destek vermiştim.
Bu muhalefete katılmış olan İsmet Sungurbey, Fethi Naci, Muzaffer Buyrukçu, Edip Cansever, Demir Özlü, Nurettin Akan, Ömür Candaş ve gençlik kolları genel başkanı Ali Yaşar‘la birlikte ben de haysiyet divanına verilmiştik. İsmet ve Demir bunun üzerine partiden istifa etmiş, bizler ise Haysiyet Divanı kararıyla partiden ihraç edilmiştik. Bu yüzden Yaşar Kemal‘le partideki birlikteliğimiz uzun sürmemişti.
Buna rağmen, kendisiyle kişisel dostluğumuz ve medya planındaki birlikteliğimiz 1964 yılında benim Akşam gazetesinin genel yayın yönetmeni olmamdan sonra daha da pekişti.
Akşam‘ı solun günlük sesi haline getirmek için sayfaları sol yazarlara açmıştım. Bu yüzden sağ basında Akşam‘a saldırılar yoğunlaşırken, tirajımızın sürekli artmakta olmasına rağmen, büyük şirketlergazeteye reklam vermeme tehdidine başlamışlardı. Bir süredir İnönü Hükümeti’nde devlet bakanı olan gazetenin patronu Malik Yolaç, hükümetin düşmesinden sonra sürekli İstanbul’da bulunduğu için, bu saldırıların etkisiyle yazı işlerine sık sık müdahale ediyor, gazetenin sola açılışını frenlemeye çalışıyordu.
Tam da o günlerde Yaşar Kemal beni ziyaret ederek Köroğlu adlı eserini kitap olarak yayınlanmadan önce Akşam‘da tefrika etmemi önerdi. Memnuniyetle kabul ettim.
Çetin Altan uzun süredir Milliyet gazetesinde günlük fıkralar yazıyordu, ama genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi ile aralarında görüş farklılıkları doğduğundan bir süredir yazıları yayınlanmaz olmuştu.
Yaşar Kemal‘le söyleşimiz sırasında Çetin Altan’ın durumu da söz konusu oldu. Yaşar da Çetin de Küçükçekmece’deki Basınköy’de oturuyorlar, sık sık görüşüyorlardı.
Yaşar “Çetin şu sırada büyük bunalım geçiriyor. Sen bu gazeteyi bir sol günlük gazete haline getirdin. Bana kalırsa Çetin’in yeri artık Milliyet falan değil, ancak Akşam’da yazabilirse kendini toparlayabilir. Elçiye zeval olmaz, İstersen kendisiyle konuşayım, seni arasın” dedi.
Çetin’i 1952 senesinden beri, fıkra yazarı olmasından çok önce, İzmir’de çalıştığım Sabah Postası‘nın Ankara muhabirliğini yaptığı günlerden tanıyordum. Beni aradığında Akşam‘da yazmasından memnun olacağımı, ancak patrondan onay almam gerektiğini söyledim.
Ancak patron, Galatasaray Lisesi’nden arkadaşı olan Çetin daha önce de Akşam‘da yazarken başka gazeteden daha yüksek ücret teklifi alınca birdenbire gazeteden ayrılıp kendisini güç durumda bırakmış olduğu için, gazeteye tekrar alınmasına şiddetle karşı çıkıyordu. Uzun tartışmalardan sonra Akşam‘da yazmasını kendisine kabul ettirdim. Çetin’in her biri olay olan fıkralarını da, Yaşar Kemal’in Köroğlu tefrikası ve Aziz Nesin‘in haftalık yazılarıyla birlikte yayınlamaya başladık.
Hükümetin ve patronların baskısı yoğunlaşırken 1965 seçimlerinde patron Yolaç CHP’den aday olduğu halde biz Akşam‘da Çetin Altan’ın da bağımsız milletvekili adayı olarak İstanbul listesinde yer almış olan TİP’i açıkça desteklediğimiz için 1966 yazında ben, birinci sayfa redaktörü İnci Tuğsavul, haberler müdürü Cengiz Tuncer ve dış haberler müdürü Hüseyin Baş gazeteden uzaklaştırıldık.
1966 sonlarında hayatımızı kazanmak için İnci’yle kitap yazıp çeviri yaptığımız günlerdi… Türkiye İşçi Partisi‘nin Malatya’da yapılan 2. Büyük Kongresi’nde birçok tatsız olaylar yaşanmış, örgütteki Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı sempatizanı partililerin tasfiyesi için girişilen operasyon parti tabanında büyük huzursuzluk yaratmıştı. Bu ikinci tasfiyenin öyküsünü TİP’in ilk yöneticilerinden Halit Çelenk daha sonraki yıllarda “Türkiye İşçi Partisi’nde İç Demokrasi” adlı kitabında son derece ayrıntılı ve belgeli olarak anlatmıştır.
Daha önce partiden ihraç edilmiş olmamıza rağmen son kongredeki tasfiyelerden rahatsız olan partili arkadaşların beni ziyaret ederek dertleştikleri günlerdi… Yaşar Kemal de bir gün Ülker Sokak’taki evimizde bizi ziyarete geldi.
Kongrede MYK üyeliğine seçilmişti, ama parti içindeki olumsuz gelişmelerden rahatsızdı. “Malatya’da olup bitenleri belki duymuşsundur. Aybar’la da konuştum, bu böyle gitmez. Partiyi toparlamamız lazım. Hiçbir hizbin aleti olmadan partiyi destekleyecek bağımsız bir haftalık dergi çıkartılması kaçınılmaz oldu” dedi.
Derginin kurucuları olarak kendisiyle birlikte beni ve Fethi Naci‘yi düşündüğünü söyledi.
TİP’in iki yıl önce İzmir’de yapılan 1. Kongresi’nden sonra benim gibi Fethi Naci de partiden ihraç edilenler arasında bulunduğu için şaşırmıştım. “Pek iyi anlayamadım. Şimdi partide yeni bir tasfiye süreci başlatılmış. Sen partiyi toparlamak için birinci tasfiye sürecinde ihraç edilmiş olanlara işbirliği mi öneriyorsun?” diye sordum.
“Geçmişi unutalım,” diye yanıtladı. “Sen ve Naci, partiden ihraç edilmenize rağmen gerçek bir sosyalist tavrı gösterdiniz, partiyi hariçten desteklemeye devam ettiniz. Senin yönetimindeki Akşam’ın seçimlerde TİP’e verdiği destek unutulabilir mi? Ben parti organı çıkartalım, demiyorum. Bağımsız sosyalist dergi… Gerçi ben TİP’in MYK üyesiyim, ama bu işte yazar Yaşar Kemal olarak varım, tıpkı senin gibi, tıpkı Naci gibi… Akşam’ı yönetmiş bir gazeteci olarak dergiyi sen yönetirsin, kimse de dışarıdan karışamaz.”
Gerçek Yayınevi‘nde Fethi Naci‘yle de görüştükten sonra haftalık dergiyi Ant adı altında yayınlamaya karar verdik. Derginin genel yönetimi ve haftalık yorum yazarlığı bende, teknik yönetimi İnci‘deydi, Fethi Naci teorik yazıları yazdığı gibi sanat sayfasını da yönetiyordu.
1945’te CHP’nin kışkırttığı faşizan grupların saldırısına uğramış bulunan Sertel’lerin Tan Gazetesi‘nin bulunduğu Tan Hanı’nda bir büro tutarak Ant‘ı 3 Ocak 1967’den itibaren gerçekten büyük bir yazar kadrosunun katılımıyla yayınlamaya başladık.
İlk sayıda Yaşar Kemal‘in yanı sıra Abidin Dino, Aziz Nesin, Çetin Altan, Fakir Baykurt, Ferruh Doğan, Hüseyin Baş, İdris Küçükömer, Kemal Sülker, Mahmut Makal, Memet Fuat, Nadir Nadi, Rauf Mutluay, Refik Erduran, Selahattin Hilav‘ın da imzaları yer alıyordu.
Ant‘ın ilk sayılardaki finansmanını İnci’nin ve benim Akşam gazetesinden aldığımız kıdem tazminatıyla sağlamıştık.
Ancak, İslamcı işadamlarının Tan Matbaası’nı satın alarak Ant‘ın dizgi ve baskısını yasaklamasından sonra artan dizgi ve baskı giderlerini karşılamakta zorluk çekmeye başladık.
Derginin kuruluş hazırlıklarını yaparken Yaşar ihtiyaç duyulduğunda yurt dışındaki telif ücretlerini getirterek mali destek sağlayabileceğini söylemişti. Hâlâ bilemediğimiz nedenlerden ötürü bunu bir türlü gerçekleştirmedi…
Derginin geleceği üzerine karar vermek için bir akşam İnci‘yle birlikte Yaşar’ın Basınköy‘deki evinde bir araya geldiğimizde, Yaşar’ın eşi Tilda Gökçeli birden ortaya bir soru attı: “Çocuklar, dergiyi finanse etmek için niçin kitap yayınlamıyoruz?”
“İyi de kitap yayınlamak için de bir sermaye olması lazım. Biz derginin masraflarını dahi karşılayamıyoruz,” diye yanıtladım.
Bu kez devreye Yaşar girdi: “Benim ismim kitap yayını için yeterli sermayedir. Eğer olur derseniz, bundan böyle benim mevcudu tükenmiş kitaplarımın yeni baskılarını da, yeni romanlarımı da Ant‘ın basacağını duyururuz. Ön yatırım falan gerekmez, kağıt da, dizgi baskı masrafları da, kitapların ilk dağıtımından gelecek parayla karşılanır.”
Şaşırmıştık… 1967 başında Ant‘ı yayınlamaya başlarken, Yaşar’ın yeğeni Ramazan da Adana’dan gelmiş, bizim büronun bulunduğu Tan Hanı‘nda bir oda kiralayarak Yaşar Kemal’in kitaplarını yayınlamak üzere Ararat Yayınları‘nı kurmuştu. Yayınevinin çeviri ve redaksiyon işlerini de Tilda yürütüyordu.
“Ya Ramazan? Ararat Yayınevi ne olacak?” diye sordum.
“Ramazan’ı defterden sildim,” dedi Yaşar… “Bâbıâli’de benim sayemde yer ettikten sonra ilk kazığı bana attı. Kitaplarımı başka yayınevinde yayınlatacağım. Anlaşabilirsek, bu niçin Ant olmasın?”
Tilda çok heyecanlıydı. Aylardır Ararat Yayınevi‘yle Ant Dergisi arasında gide gele yayıncılığa bayağı ısınmıştı. İnci’yle çok iyi dost olmuşlardı. İnci’nin grafik ve mizanpaj çalışmalarını çok takdir ediyordu.
“Biz İnci’yle bu işi pekâlâ götürürüz,” dedi. “Ben çevirmenler bulmanın dışında yayınevinin ticari ve mali ilişkilerini de yürütürüm. İnci de kitapları yayına hazırlar, kapaklarını yapar.”
Bunun üzerine bir ortaklık kurarak Ant bürosuyla aynı handa Ant Yayınları için Tilda’nın çalışacağı ikinci bir büro kiraladık.
Kısa bir süre sonra kitap yayınındaki işbirliğimizin daha verimli olabilmesi için Tilda ve Yaşar, bizim Kazancı Yokuşu‘ndaki evimize yakın Bol Ahenk Sokak‘ta bir daire kiralayarak oraya taşındılar.
Kitap seçimini Yaşar ve Tilda’yla birlikte yapıyorduk. Tüm dünyada antimperyalist hareketin güçlendiği, ulusal kurtuluş savaşlarının ve sosyal devrimlerin sömürgeciliğe ve Yankee hegemonyasına arka arkaya ağır darbeler indirdiği bir dönemden geçiyorduk.
Ant Dergisi‘nde olduğu gibi Ant Yayınları’nda da bu mücadelelerin Türkiye halklarına tanıtılmasını yayın politikamızın iki ana çizgisinden biri olarak belirlemiştik. Diğer çizgi ise, Türkiye realitesini yansıtacak telif kitapların yayınlanmasıydı.
Telif kitaplar içinde bittabi Yaşar Kemal’in yazdığı İnce Memed‘in 1. ve 2. ciltleriyle Ortadirek, Yer Demir Gök Bakır, Ölmez Otu ve Üç Anadolu Efsanesi başta geliyordu.
68 uyanışını, işçi direnişlerini, anti-faşist mücadeleyi Yaşar ve Tilda’yla birlikte yaşadık, dergide ve kitaplarda birlikte yansıtmaya çalıştık. https://www.info-turk.be/ant.htm#Books
Türkiye İşçi Partisi’nde bir yandan Mehmet Ali Aybar‘ın, öte yandan Sadun Aren ile Behice Boran‘ın başını çektiği kamplaşmayı resmileştiren 3. Büyük Kongre 9 Kasım 1968’de Ankara’da toplandı. Ancak yeni seçilen yönetim kısa zamanda iş göremez hale geldiği için, muhalefetin çağrısı üzerine aynı yılın sonunda olağanüstü kongreye gidildi.
Parti içinde her iki gruba da sıcak bakmayan, yaşanan krizden her iki tarafı da aynı derecede sorumlu gören TİP İstanbul örgütü, Kars, Maraş, Ordu ve Çanakkale örgütlerinden imzaların da yeraldığı bir Üçüncü Yol çağrısı yapmıştı.
Parti tabanından gelen bu çağrıyı biz de Ant dergisinde geniş yer vererek desteklemiştik.
Son kongrede Aybar’dan sonra en yüksek oyu alarak genel yönetim kuruluna, ardından da merkez yönetim kuruluna seçilmiş bulunan Yaşar Kemal de partideki iç çekişmelerden oldukça rahatsızdı.
“Ne yapabiliriz, diyordu. Partinin kadroları bunlar. Al birinden vur ötekine…”
“Yönetime gençleri alın,” diye yanıtlamıştım. “Yıllardır yapılan hatalarda ısrar edilmesin, gençler dışlanmasın…”
O sırada Ant bürosu partili ya da partisiz gençlerin başlıca uğrak yerlerinden biriydi. Gerçekten de bir süredir Deniz Gezmiş‘lerin radikal çıkışları karşısında bir ezilmişlik duygusu içinde olan partili gençler TİP’e devrimci hareketin öncü misyonunun yeniden nasıl kazandırılabileceğini tartışıp duruyorlardı.
Kongrenin yaklaştığı günlerde Yaşar büyük bir heyecanla Ant‘a geldi.
“Aybar’la konuştum. Bu kongrede yönetime gençleri alacağız. Bana isim tavsiye edebilir misin?” diye sordu.
“Tavsiyeye ne gerek var? diye yanıtladım. Hâlâ partiye bağlı kalan gençleri sen de benim kadar tanıyorsun, burada, başka toplantılarda karşılaşıyorsun, tartışıyorsun.”
Yaşar elinden geleni yapacağını söyledi. Gerçekten de kongrede yakından tanıdığımız bazı gençlerin aday gösterilmesini de sağladı. Ne var ki, Aybar taraftarlarıyla Boran taraftarları arasında sert çatışmalar halinde geçen olağanüstü kongrede Yaşar’ın önerdiği gençler yeterince oy alamadıkları için yönetime giremediler.
Her şeye rağmen Yaşar da, ben de, Ant dergisinde ve yayınlarında sekiz ay daha bizi yıllardır birbirimize bağlayan kavgayı birlikte sürdürdük. Ben haftalık yorumlarımda, Yaşar 5. sayfadaki haftalık yazılarında, Türkiye’nin gündemini didik didik ediyor, solun birliğini savunuyorduk.
26 Şubat 1969 Kanlı Pazar‘ı olsun, Eylül 1969’da Dersim’de Pir Sultan Abdal oyunlarına yapılan saldırılar olsun, devrimci gençlerin art arda vurulması olsun, işçi direnişleri olsun, birlikte değerlendiriyor, ortak tavır koyuyorduk.
Aybar ve Boran hizipleşmesine rağmen TİP’in İstanbul’da birliğini koruyabilmesi için de birlikte çalışıyorduk. O denli ki, o ortamda İnci ile Tilda TİP’e üye olarak bağış kampanyası açmışlardı.
Ne yazık ki, Yaşar’la ilişkilerimiz yine TİP’in iç sorunları nedeniyle 1969 Eylül’ünden itibaren kesildi.
Genel seçimler için milletvekili adaylarının belirlenmesinde genel merkezin demokratik olmayan tutumunu 9 Eylül 1969 tarihli Ant‘ın Yorum’unda şöyle eleştirmiştim: “Ön seçimde teşkilatın oyu ile liste başına seçilen bilimadamları, sırf genel başkan gibi düşünmedikleri için bir kalemde silinip atılmış, ‘oy partisiyiz’ diye son dakikada ‘oy deposu’ bir takım ağalar liste başlarına getirilmiştir.”
Bu eleştiriler üzerine MYK üyesi olan Yaşar Kemal kıyameti kopardı, artık Ant’a yazmayacağını söyledi.
Yaşar’a “Senin tepkilerini anlamaya çalışıyorum,” dedim. “Ama hak veremiyorum. Sen ki ilk gençlik dönemimde beni en fazla etkileyen eserlerden İnce Memed‘in yazarı Yaşar Kemal’sin… Sosyalist partide toprak ağalarının liste başı yapılmasını eleştirdiğim için beni suçluyor olman inanılır gibi değil. Sen parti yöneticisisin, eleştirilerimden rahatsız olabilirsin. Ama olaya yazar Yaşar Kemal olarak bak…”
Ancak Yaşar son derece kararlıydı. “Toprak ağası dediğin kişinin liste başı olmasını destekleyenlerden biri de benim. Ve de bunun doğru olduğuna, partiye oy getireceğine inanıyorum. Buna karşı çıkan bir dergiye artık yazmam mümkün değildir” diyerek bir daha dönmemek üzere Ant‘tan ayrıldı.
Ne acıdır ki, mensubu olduğu TİP yönetiminin tutumunu eleştirdiğim için Ant‘tan ayrılan Yaşar, üzerinden iki yıl geçmeden, 29 Ekim 1970’teki 4. Kongre’de yönetime gelen Boran grubunun bazı uygulamaları üzerine ağır suçlamalar yaparak TİP’ten istifa edecekti.
21 Şubat 1971 tarihli Cumhuriyet‘te yayınlanan açıklamasında aynen şöyle diyordu: “Bugünkü TİP yöneticileri parti içindeki bölücülüğün ana merkezi olmuşlardır. Emekçilere sırtını çevirip bir bürokrat kalesi haline gelen TİP’ten istifa ediyorum.”
Yaşar’ın ayrılmasından kısa bir süre sonra, yayınevini birlikte kurduğumuz eşi Tilda da Yaşar’ın kitaplarını yayınlamamıza hukuki engel koyarak Ant‘tan ayrıldı.
Bu ayrılışların getirdiği mali sarsıntılara rağmen, Ant Dergisi‘ni ve Ant Yayınları‘nı değerli bilim insanlarımızın, sosyalist yazarların ve devrimci gençlik liderlerinin yazı kuruluna katılmasıyla, 12 Mart 1971 darbecileri tarafından yasaklanıncaya kadar aynı mücadeleci çizgide sürdürdük.
Yaşar’ın ayrılması beni de, İnci’yi de insan olarak, duygusal olarak çok sarstı.
Bir daha da hiçbir yerde karşılaşıp görüşmedik.
Ant dergisindeki bir yazımdan dolayı ilk mahkumiyeti yediğim günün akşamı İnci’yle beni Basınköy’deki evinde ağırlayışını, kocaman gövdesiyle lorke yaparak bizlere moral vermeye çalışmasını hiç unutmuyorum.
Yine Ant dergisinde Doğu Anadolu’ya atom mayınları döşenme projesini açıkladığım için Genel Kurmay Başkanı tarafından “vatana ihanet”le suçlanarak Selimiye Kışlası’nda yargılandığım günkü dayanışmasını da…
Ve de bugün iktidar olan islamcıların Tan Matbaası’na el koyarak Ant‘ı sabote etmesi karşısındaki ortak direnişimizi de…
Evet, Yaşar Kemal çok sevdiğimiz ve saydığımız bir yazar, müstesna bir insandı.
Sürgün yıllarımızda da, insan hakları ve özgürlüklerin savunulması konusundaki mücadelelerimizde en önemli referanslarımızdan biri oldu.
Yaşar, ayrı düşmenin acısını hep yüreğimizde duyduğumuz dostlarımızdandı.
Ölümünün altıncı yılında o acıyı İnci de, ben de, tekrar yaşıyoruz.